Sarkis'le söyleşi (Paris)

“Sanat alışkanlıklarla mücadeledir”
“Bu sergimde acıyı göstermek istemedim.”
Çok karlı bir Paris günü bordo, krem ve lacivert çizgili kabanıyla Sarkis’le Cafe Beaubourg’da buluşuyoruz. Kolunun altında taşıdığı gazetesi çoktan ıslanmış. Bir spor gazetesi bu. Müsabakalardan önce müsabakanın nasıl geçeceğine, müsabakadan sonra ise müsabakanın nasıl geçtiğine dair analizlerin, bir anlamda eleştirilerin yazıldığı bir gazete. Sarkis için tüm sanat dünyasına iyi bir cevap. Soulages sergisini olumsuz eleştirdiği için Le Monde gazetesinden kovulan eleştirmeniyle bir zamanların özgürlükler ülkesi Fransa’da Sarkis’e göre L’Equipe gibi bir gazete yok. Piyasadan ve onun egemenliğinden şikayet etmek ise banal neredeyse dedikoduya eş. 1968’liler ise asla yenilmiş değil. Işık orada görebilene… Gelecek ise onu göreceklerin…
-Equipe okuyorsunuz. Bu spor gazetesinde daha ziyade neye meraklısınız?
Valla acayip söylemesi ama rugby’ye meraklıyım. Bundan bir yirmi sene önce bir arkadaş beni bir rugby maçına götürdü ve ben böyle şey görmedim. Dev gibiler ve çocuklar gibiler aynı zamanda, top ufak… Bir milimetre ileri giderse hata oluyor. Ama o vücutla hata yapmaması imkansız. Hata yapmamak için çok büyük çaba sarf ediyor. Müthiş bir olay.
-Futbolu sever misiniz?
Çok severim
-Hangi takım?
Burada hiçbir takımı tutmuyorum.
-Türkiye’de Fenerbahçe’dir değil mi?
Fenerbahçe.
-Sonuçta tabii bir maç, boks olsun , tenis olsun, canlı o anda yapılan bir şey. O yüzden çok kıymetli. Senin de ona tanık olman. Bir anlamda yaşama davet ediyor bir müsabaka insanı. Senin de çok önem verdiğin bir şey canlılık, bir şeyin yaşaması, nefes alıp vermesi... Bir sergi mi bir spor olayı mı?
Ben maça gitmem. Maçları kahvelerde seyrederim. Tanımadığım adamlarla… Sergilere de tek başıma gidiyorum. Açılışlara hiç gitmem. Tek başına o mekanın içinde o vücudunla onu yaşaman lazım. Tabii orada bir dil meselesi var. Dil kimsenin derdi değil ve sanat eleştirmeni kalmadı.
-En son buraya geldiğimde Catherine Millet ile röportaj yaptım. Dedi ki, ‘piyasa hiç olmadığı kadar egemen çağdaş sanata’, bu da eleştirinin kalmadığını doğrulamıyor mu?
Pek ondan konuşmak istemiyorum çünkü bu muhabbet çiklet gibi oldu. Yani belli sergilerin, bu açık artırmacılar tarafından ele geçirilmesi falan… Bunları konuşmamıza da gerek yok. Bunlar banal şeyler. Dedikodu gibi düşmüş bir olay.
- Ama etkiliyor sonuçta…
Kimi etkiliyor?
-Hepimizi etkilediğini düşünüyorum.
Beni etkilemiyor.
-Nasıl etkilemiyor?
Bunun nesinin analizinin yapılması gerekir biliyor musun? Böyle bir ortamın olduğu bir yerde, yapıt ya da eser kelimesini kullanmayacağım, reprodüksiyon kelimesini kullanacağım. Reprodüksiyon yaparların önce ve sonra yaptıkları işlere bakmak lazım. Para değerinden bahsetmiyorum. Spekulasiyona girmeden önce ve girdikten sonra yaptıklarının arasında ne kadar büyük bir fark olduğunun analizinin yapılması lazım. Yani birden piyasa malı olmuş sanatçının yapıtlarının analizi yapılmalı: Öncesinin ve sonrasının. Nasıl bir değişime uğradığının analizi yapılmış mı?
-Analiz yapmaya kalkışsak örneğin malzemenin değiştiğini mi görürüz? Boyutların ya da medyanın değiştiğini? Fiziksel özellikler mi değişir?
Yapıt fabrikasiyon kokmaya başlar. Tabii bunu keskin bir göz anlar. Ve bu, sistemin işine gelen bir olaydır. Bu sürüm meselesine girer. Yani yapıtın seyrinin tartışılmasından çıkılıyor, reprodüksiyona geçiliyor. Bu yana girdiğin vakit müşteri rahatlıkla devreye giriyor.
Peki o zaman bundan bir müze ne kadar nasibini alır? Dolayısıyla Pompidou’daki sergiye dönelim. Sizin deyişinizle “reprodüksiyonların” yayılması, müşterilerin çoğalması işte bir sanat eserinden bir mal diye bahsedilmesi. Müzeler daha çok izleyici çekmek istiyorlar. İşte bu bir sürü müze yapılıyor. Mimarlar çok önem kazanıyor. Siz bugün bize sergiyi gezdirirken dediniz ki “ben cevap veriyorum ve ilk kez bu fiili kullanıyorum”. Serginiz aslında hangi sorulara cevap veriyor?
Şimdi Pompidou merkezinin ilk mimarlık hali değişti. İlk başta şeffaf bir mimari anlayışı vardı. Dışarıdan içerisinin ve içeriden de dışarısının görüldüğü bir mimariydi bu. Ve burada dolayısıyla, yani bu içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye geçişleri mümkün olduğu kadar açmak yani bu sınırsızlığı dile getirmek önemliydi.
-Renzo Piano, bu binanın mimarı. Bir konuşmasında bu binayla ilgili çok ilginç bir şey söyledi: ‘Ben Pompidou’yu dünyanın daha iyi bir yer olacağı inancıyla yaptım. Bina da hem bu inanç hem de fonksiyon vardır’ dedi. Çok önemli bir açıklama değil mi?
Sen şimdi 70’lere oturttuğun zaman bu normal. 1960’ların birçok politik tanımlarının canlı olmaya başladığı zamanlar işte o zamanlar. Mesela bu binanın önünde bir piazza var. Bu meydan, büyük bir mekan. Bunu kayıp bir mekan olarak görenler başta artık bugün. Bu buluşma yerini de ele geçirmek isteyenler… Bir zamanlar etrafı hava dolu, nefes dolu bir mekandı burası. Ama devir maalesef değişti. İçeride doldurulmuş duvarlar yoktu. Sergilere göre mekânlar doğuyordu. Ama burayı da klasik anlamda müzeye dönüştürdüler. Yani duvarlar koydular tabii ekonomik meseleler çıktı. Ve mimariyi kırdılar yani bu şeffaflığı kırdılar. 19. yüzyıl müze mimarlığı. Yani bir mekana giriyorsun ve sağlam duvarlar var. Düşündüğünün o mimarinin içinde kaymasını kestiler. Aslında benim sergim buna cevap veriyor.
-Bir sergi yapmak demek para demek. ‘Reprodüksiyon’ yine karşımıza çıkıyor. En son İstanbul Modern’deki serginizde siz de bunu yaşadınız. Bambaşka bir şey yapmak istediniz ama yapamadınız. Pompidou gibi aslında sizin kafanızdakine duvarlar koymuş olmadınız mı?
İlk projemi yapamadım.
-Sergiyi yapmaktan vazgeçmediniz de neden uzlaştınız?
Bir gecelik düşünce zamanı vermiştim kendime. Ya serginin kolunu keseceksin yahut başka bir cevap vereceksin. Ben tabii o serginin kolunu kesmeyi kabul etmeyecektim. Ve eğer başka bir sergi konsepti doğuramamış olsaydım bu sergiyi yapmayacaktım. Şunu söyleyebilirim, iyi ki para sıkıntısı oldu diyeceğim. Böylece yeni bir cevap yaratabildim. O mimariyi olduğu gibi terk edilmiş bir mahalle olarak ele aldım. Hiç değiştirmedim. Benim İstanbul’daki Site sergimin mekanı benim atölyem oldu. Aslında daha klasik bir sergi yapacaktım. Bu sergide de mesela Brancusi atölyesi ilk kurulduğu zaman cam falan yoktu. Şimdi atölye camlarla çevrili, toz yok üzerinde. Yaşam yok.
-Sabaha kadar mücadele ettim Beuys için, dediniz. Kim verdi ya da vermedi bu izinleri president mı?
Müzenin direktörüyle konuştuk. Burada baş küratör diye bir şey yok. Kararları direktör verir.
-Peki size diyelim ki üçüncü katı verselerdi. Müdahale yerine sergi yapmayı tercih etmez miydiniz?
Hayır. Burada klasik mekanlarda bir sergi istemiyorum. Baştan beri istemedim. Benim 1979’daki sergim de, 1993’teki sergim de böyleydi.
‘79, ‘93 ve 2010’daki müdahale serüvenleriniz içinde en çok yoranı en sonuncusu, sizi en özgür bırakan 1979’da Pontus Hulten olmuş anlaşılan…
Gayet tabii.
Buradan da şöyle bir sonuç çıkar mı? 1968’den sonra dünya giderek hiç olmadığı kadar muhafazakarlaştı. 1968 değerleri yerin altında bir yere gömüldü…
Sarkozy’nin hiç sevmediği bir şey varsa bu ‘68’in düşüncesidir. Onu silmeye çalışmıştır.
1968’te tam neredeydiniz?
Paris’te.
Bütün o sosyalistlerin, sitüasyonistlerin, anarşistlerin gösterilerini solumuş, dünyayı değiştirmek isteyip değiştirememiş birisi olarak yenildiğinizi, yenildiklerini düşünüyor musunuz?
Hayır, hayır… Niye değiştirememiş diyorsun? Bütün bu düşünceler olmasaydı ne bir Deleuze olurdu ne Derrida... Bunlar ışıklardırlar. Birtakım kişiler bu ışıkları gören insanlar… Halen bazılarını göremiyorum. Çok güzel bir kitap çıktı bugünlerde inşallah Türkçeye çevirirler. Georges Didi-Huberman diye bir sanat tarihçisi ve felsefecisi var. Onun bu ışıklar üzerine bir kitabı var. 1975 yılı geldiğinde Mussolini’nin faşizminin aşıldığını, onun daha beterine girildiğini söylüyor. Yazısında en ufak bir ışık yok. Anlıyor musun? 1940’larda yazdığı ışıklı yazısı ve 1975’te yazdığı karanlık yazısı.
Dün sergiyi gezerken sordum ve şimdi yanıtınızı konuşmak istiyorum. Müze kırıcı mısınız dedim, hayır, dediniz. Sizde müzeye inanç var. Müzeyi eleştirirken aslında yapıcısınız. Daha iyi bir müze insanlık için… Onun varlığını onaylıyorsunuz. Dolayısıyla modernistlerin müze eleştirisinden farklı değil mi sizinki?
Ben müzeye süreklilik kavramını sokuyorum. Dondurulmuşluk, hak mahrumiyetleri meselesini konuşmuştuk. Ona bağlı tabii. Sonuçta bu dondurma yerine sürekliliği dile getirmeye çalışıyoruz. Modernistlerden kimi kast ediyorsun mesela?
-Marcel Broodthaers’i mesela… O müzeyi eleştirirken onun varlığını onaylamıyor. Pek çok müze eleştirisi yapanlar gibi aslında müzeye inanmıyor. Onu dışlıyor. Siz ise inanıyorsunuz…
Hepsi arkadaşlarım… Broodthaers’i cok yakından tanıdım. Yaptığı en iyi işler, müzelerde olan sergileridir. Çünkü o müzenin eleştirisini getirir. Onun referansı 19. yüzyıldı. Referansını model olarak alıp onu tersine çeviriyordu. Ben o kadar farklı değilim. Müzeye inanmıyor olsaydı, müzenin malzemesini kullanmazdı. Şimdi mesela laf bizim ağzımızın içinden yaşarak çıkıyor. Ağzının içini bir müze olarak alabilirsin. Nasıl ki sözcüklerle bir kavram yaratıyoruz. Ağzımızı kapatıp brrr brrr yapmıyoruz. Broodthaers’de de bir model var. O modeli değiştirmeye çalışıyor. Sürrealizmle vuruyor, görsel siirle vuruyor. Onun döneminde, onun ele aldığı, sonuçta XIX yüzyıl tipi müze. Liberal burjuvazinin rahat girebileceği bir yer. Eleştirinin olmadığı… Çiçek koyduğun zaman bile o çiçeğin sallantısını görmediğin bir yer… Her şey yerli yerinde ama yavaş yavaş bunun kırılmaları başlıyor. Broodthaers bu kırılmaları başlattı.
-O halde sizin müdahalelerinizi, o modernist müze fikrine ve dolayısıyla modernist müze eleştirisine eklemleyebiliriz…
Bugün müze, Pompidou mesela, öylesine kalıplaşmış ki nefes almak çok zor. Hatta çalışanlarda da bunu gördüm. Bir umutsuzluğun sınırına kadar gidiyorsun. İnanılmaz bir iş bölümü ve nefes alman zorlaşıyor. Bunun içinde sen bir köstebek gibi bir şeyler kazıyorsun. Bakıyorsun ki birtakım işler ölmek üzere demek ki senin işlerin de ölebilir. Burada devreye giriyorum anlıyor musun? Aslında ben bu sergimde hiçbir acıyı göstermek istemedim. Ama dibini kazıdığın zaman çok acı var burada. Ben Beuys’un işinin ışığını henüz değiştiremedim. Bunun kararını vermek haftalar sürüyor. O soğuk ışığın içinde yaşaması çok zor. Benim için bir başkaldırmadır bu. Ama başkaldırırken hangi işleri getiriyorum ben? Renkli işleri en rahat işleri getiriyorum. Tabii bu sorunlar Türkiye’de olmayan sorunlar henüz. Burada yüz asır geleneği var müzelerin. Biz daha işin başındayız.
-Batı cephesinde son durum nedir? Beuys’un ışığını değiştirmiyorlar mı?
Değiştirecekler ama ben Brancusi’nin atölyesinin etrafındaki camekanı kaldıramayacağım. Ama bunun kaldırılması fikrini yapıtlarımla hissettirmeye çalışacağım. Bunu ben aşılamaya ve bunun ilk örneğini vermeye çalışacağım. Onlara kalkıp bu sergi aracılığıyla yapıtların yaşaması gerektiğini anlatıyorum ama vakitleri yok. Bürokrasiye girmiş. Bir de alışılmışlıklar doğmaya başlıyor. Bunu görüyorsun. Hani Kafka’nın Metamorfoz’unda hayvana alışıyorlar ya o evde yaşayanlar o değişmiş hayvana direkt alışıyorlar… İşte bu alışılmışlıklar… Sanat bununla mücadele eden bir şeydir. Aslında bu sana söylediğim Klimt’in 1895’lerde o kadını göstermesidir, elleri açık dışarıya yani izleyiciye bakan göğüslerini gösteren kadını.
Pallas Athena demişken. 40 yılın başı Pompidou’yu kadın sanatçılar ele geçirdi ama ne yapıp edip siz ve sizin yüzünüzden Beuys, iki erkek sergiye sızdınız…
İyi yapmadık mı? Kadın sanatçıların ürettiklerini bir araya getiren sergi çok sorunlu. Serginin ilk konseptinde feminizme dayalı bir tavır vardı. 70’lerden gelen tavrı sürdürme endişesi taşıyordu. Ama bu yapılmadı veya yapılamadı. Bu serginin konusu kadınlar oldu. Çok kötü. Kadın konu değildir. Ben Beuys’un işiyle birlikte kadınlar sergisine de cevap veriyorum. O renkli giysilerle… Çünkü bu sergiyi depolitize ettiler. Ben her zaman kadın sanatçıların gerçekleştirdikleri sergileri yakından izlemişimdir.
Artık avangard işler yok ama avangardların stratejilerini kullanan işler mi ? Avangard artık bir retorik midir? Bir şey satıldığında artık avangard değildir tanımına ne dersiniz? Yoksa avangard o ışıktır ve hep birilerine görünecek midir?
Üretmek lazım. Sen bir yapıt üreterek cevap veriyorsun. Bunu hiç unutmamak lazım yani. Ben istediğim zaman söyleyebilirdim yani sizin yaptığınız hatalı diye ama ben kalkıp orada yapıtı yürüterek cevap veriyorum. Burada gördüğün işler akademik işler. Avangard bana göre geçirici… O yüzden geçer. Bir yerden bir yere götüren… Alıyorum ve işte sizi başka bir yere götürüyorum. Ve orada birtakım şeylerin olabileceğini görüyorsun. Bu olabilme kavramı var ya ve bunu lafta yapmıyorum. Yapıtı yürüterek yapıyorum. Brancusi’nin atölyesine Pudovkin’in Asya Fırtınası filminden 20 saniye boyunca toz veriyorum. O tozları kendim çekebilirdim ama ben bir yapıtın içinde doğmuş tozu alıyorum.
KUTU KUTU KUTU
“Hrant Dink, Türklerle Ermenileri birleştirdi, ayrımcılığı bitirdi”
-İstanbul Modern’deki serginizi Hrant Dink’e adadınız. Geçtiğimiz 19 Ocak’ta Hrant’ın oğlu Arat’ın konuşması bizi üzüntüden bir kez daha mahvetti. Babasının büstünü yıkmak istediğini söyledi, canlı seviyorum insanları, dedi… Çok önemli mesajlar bunlar. Bir şeyler yapmak gerekiyor bir an önce… Siz nasıl hissediyorsunuz? Bir şeyler yapmak istiyor musunuz bu konuyla ilgili özel olarak?
Hrant Dink, yaptı bunu. Birinin içinde kalkıp insanlar birleşti. Böyle bir dil yoktu. Bir dil doğdu. Bir dilin altında insanlar birleşti. Ben bu ışığın yaşayacağına inanıyorum. Bunu unutmamak lazım önce. Bilhassa onu unutmamak, iyi tutmak lazım.
-Biz İstanbul’da zaman zaman umutsuzluğa kapılıyoruz. Babasına ağlayamayan Arat’ın karşısında mahcubuz…
Hayır. Benim bünyemde öyle bir umutsuzluk yok. Yok. Belki de annem beni üç sene emzirdiği için bilmiyorum yani en zor durumlarda bile umutsuzluğa kapılmam. Öyle bir bünyem yok.
-Peki Avrupa’da davanın sürecini etkileyebilecek bir şeyler yapabileceğinizi düşünmüyor musunuz?
Benim Diaspora Ermenileri’yle pek bir yakınlığım yoktur. Benim yakın olduğum İstanbul Ermenileridir. Dolayısıyla Hrant’ı çok sevmişimdir. Bilhassa sonu kafadan silmek lazım. Hrant’ın ölümünün bir şey yıktığını, onu çevirip, gerçekleri açtığını söyleyeceğim ben. Ermenilerle Türkler bu kadar birleşmezlerdi . Nerede gördün şimdiye kadar böyle bir birleşmeyi? Türk tarihinde var mı böyle bir şey? Ermenilerle Türkler beraber nefes almaya başladılar.
-Sizin hem Fransa’daki Ermeni yılında ve Türkiye yılında birer sergi yapmanızı bu dayanışmanın bir örneği olarak mı düşünmeliyiz?
Ben başka birtakım şeyler de önermiştim, Şimdilik güme gitti ama güme gidecek değildir. Fransa kalkıp Ermeni yılını yapıyor, 3 sene sonra Türkiye yılını yapıyor. Genç Ermeni ve genç Türk sanatçıların beraberce Fransa’da sergi yapılmasını, bu serginin Türkiye’ye ve Ermenistan’a gitmesini önermiştim. Bu açılım var. Yani bu olacak. Mesela son bienalde kalkıp sorun oldu mu Ermeni sanatçılarla Türk sanatçıların bir arada sergi açması? Olmadı. Tüm bunlar kalkıp Hrant’ın getirdikleri… Benim İstanbul’daki son sergimle ilgili dünya kadar yazı çıktı. Bana karşı en ufak bir şey hissetmedim. Bu ayrımcılık Hrant’ın kalkıp bitirmeye çalıştığı bir şeydi.

Atıl kunstla söyleşi

“Belki de yeniden ütopyaların peşindeyiz”



-AtılKunst'u bir devrimci web girişimi olarak tanımlarsam ne dersiniz? Siz nasıl tanımlamak istersiniz?
Gözde İlkin- Aslında ‘devrimci web girişimi’ büyük punto bir tanım olur. Çünkü bizim dışımızda da web üzerinden sözünü söyleyen ve derdini görselleştiren pek çok grup ve kişi var. Atılkunst da bunlardan biri; üç yıldan beri gündem üzerinden bir okuma yapmanın haftalık bir ihtiyaca dönüşmesi şeklinde devam eden Gündem Fazlası çıkartmalarını internet aracılığıyla paylaşıyoruz. Mail listemize iletiyoruz, blog’a yüklüyoruz, isteyen basıp yapıştırabilir ya da bizim yapıştırdığımız internet ortamından izleyebilir. Atılkunst kendiliğinden, hiçbir grup kurma fikri olmadan gelişiverdi… ‘Hadi sanat yapalım’ diye çıkmadı. Zaten üçümüz de farklı hayat ve zamanlarda kendi üretimimize devam ediyoruz. Atılkunst ‘hadi sanat yapmayalım!’ diye çıktı demek daha doğru: İlk başta tüm o hayat koşturmacası içerisinde biraz durup dinlenmek, paylaşmak ve deşarj olmamızı sağlayan bu bir araya gelişlerin görüntülerini bilgisayarımıza kaydetmekle başladı. Sonrasında Türkiye’de olup biten, aslında bir türlü bitmeyen gündem konuları üzerinden konuşmaya ve gündem okumaları yapmaya başladık. Gündem o kadar birikti ki hard disklerde yer kalmayınca web üzerinden çıkartmaları paylaşmaya başladık.
Gülçin Aksoy- Hani kendimize desek desek ironik bir şekilde ‘Kendinden Menkul Gündem Bombacısı’ derdik.
-Özellikle bir süre basına çıkmaktan ya da tanınmaktan kaçındınız. Bu bir strateji miydi? Ben de iki yıldır sizinle söyleşi yapmaya çalışıyorum... Bu bana göre hızla kurumsallaşmamak, normalize olmamak için verdiğiniz bir mücadelenin parçası…
Gülçin Aksoy- Kurumlaşmamaya çalışmak elbette bu işin bir parçası fakat asıl mesele daha özgür konuşabilme ve üretebilmekti. Kendini gizleyerek popüler olma stratejisi değildi. Şu anki görünürlüğümüz kendiliğinden gerçekleşti. Çok çalışan ve üreten insanlarız, ister istemez görünüyoruz ve bunu gizlemek de popülist bir strateji olacağından durumu doğal akışına bırakıyoruz. Olabildiği kadar farklı yerlerde etkinlikler yapıyoruz. Ve nerede olursak olalım sözümüzden taviz vermiyoruz.
Yasemin Nur Toksoy- Çoğunlukla üretimlerimizin malzemesini basılı ve veya web temelli medya yayınlarından alıyoruz. Bu gibi yayınların bizim için hazır-materyal durumunda olması içine girdiğimiz anda bizim de materyal olacağımızı düşündürdü. Geçmiş eylemlerimizde zaman içerisinde “içeriden çalışmak” üzerine düşüncelerimiz pekişti. Bugün bu gibi bir varoluşa yani basılı bir yayının içinde materyal olma durumumuza daha ironik bakabiliyoruz. Bir anlamda çıkış yaptığımız mekana yerleşmek gibi bir şey...
-Sanal çıkartma istifcisi olarak da kendinizi tarif ediyorsunuz. Çıkartmanın sanal olanı sonsuz yapışır ve daha mı kalıcıdır?
GA-Kalıcı olup olmamasını hiç düşünmedim aslında. Ortaya bir taş atıp dağılmasını görmek gibi. Ama bu söylediğin de hoşuma gitmedi değil. ‘Çıkartmanın sanalı sonsuza kadar yapışır..’
Y.N.T- Kalıcılığı bu teknolojinin yaşam süreci ve dinamikleri ile direk bağlantılı. Sonuçta kodlara bağlı, kodlamalara bağlı bu veriler yumağında sonsuzluk elektrik kesintisine kadar var. Bu biraz da kurgusal ve hatta romansal bir sonsuzluk... Gerçekte çıkartmalar bir duvar yerine sanal ortamdaki bir ara yüz duvarına yapıştığı için yok olmuyor ama altta kalıyor. Her haftasonu bir çıkartma eklendikçe altta kayıyor. Çıkartma katmanı, katmerli çıkartmalar, adları üzerinde gündem fazlaları... Bu çıkartmalar için ağırlıklı olan kalıcılıkları değil geri dönülebilir, tekrar bakılabilir olmaları. Bu anlamda tüm çıkartmalar aynı anda var olabiliyorlar. İnternette ardışık zamansal düzlem bir anda yok oluyor. Çıkartmalar üst üste farklı zaman dilimlerinde yapıştırılsa bile aynı zaman diliminde var olabiliyorlar.
G.İ: Evet ‘sanal çıkartma isifçisi’yiz. Webdeki sonsuz biriktirme hastalığına biz de dahiliz. Sokakta karşılaştığımız stencil, çıkartma paylaşımının gelip geçici, üzerine yeniden müdahale edilebilir olması ile kurulan diyalogun sanal olanını internet ortamında yakaladık diyebiliriz. Gündemden seçtiğimiz bir sözü, görüntüyü sanal ortamın boşluğuna atıyoruz ve çıkartmaları yakalayan kişilerle bir diyalog başlıyor, her gelen yanıt ‘Gündem Fazlası’nı daha da zenginleştiriyor; gündeme yaptığımız müdahaleye müdahale ediyor. ‘Gündem Fazlaları’ için sonsuz yapışkanlık önemli, çünkü her haftanın gündeminden oluşturduğumuz Atılkunst gündemi biriktikçe, her yılın haftalık gündeminden bir detayı bizim dilimizde izlenebilir kılıyor. Bir nevi almanak gibi düşünebiliriz.
-İnternete yüklediğiniz anlamı konuşmak istiyorum. Brian Holmes'ün do it yourself üsülü direnme biçiminin ideal mekanı... İnternet bir araç mı, amaç mı peki sizin için?
GA: İhtiyaçtan doğduğunu söyleyeceğim. Atılkunst için internet varolmasının birinci koşulu… Fiziksel uzamdan çok daha kolay ulaşabildiğiniz yerlere ulaşabiliyorsunuz ve sözünüzü söyleyip yayabiliyorsunuz. Hem de çok ucuza… Onaylanmak ya da reddedilmek endişesi taşımadan. Bütün bunlar siz önemsediğiniz sürece sizi etkiliyor. İnternetin oluşturduğu bir yaşam ve düşünce biçimi var artık. Böylelikle kendi kendinizi örgütleyebiliyor, resmi olmayan ya da hiçbir kurum ya da kişiye bağlanmayan birliktelikler oluşturabiliyor, belki de Türkiye tarihinde daha önce olmadığı kadar sivil olabiliyorsunuz… Çoğulculuğun mekanı. Ne diyeyim bence internet medyumların medyumu. Her ne kadar ‘en’lerden yana olmasam da… Sanatçının bundan payını alması ya da bu söze katkıda bulunması kaçınılmaz, artık dünyayı fotoğraf, video, enstelasyon gibi yollarla da temsil etmeye başladık veya bu diller arasında da bir yol arıyoruz. Böylece başka çıkış yolları da olabileceğini deneyliyoruz, bazen asla değişmez olanın değişimine işaret ediyoruz. Dramatize ediyoruz… Sistemin görmezden gelinen başarısızlıklarının altını çiziyoruz. Belki de yeniden ütopyaların peşindeyiz.
G.İ.: Bilgisayar ve web üzerinden üretim yapıyoruz. Atılkunst için ürettiğimiz her sözü, görüntüyü bizim için bir mekan haline gelen hard disklerimizde taşıyoruz ve internet üzerinden paylaşıyoruz. İnternet bu anlamda Atılkunst’un sokağı, duvarı, sözünü söyleyebildiği, aynı zamanda da gündemi didikleyebildiği bir araç oluyor.
Y.N.T: Gündem fazlası ile her hafta internetteki posta adreslerine çıkartma yapıyoruz. Bu çıkartmalarla haftalık gündeme cevap verme arzumuzu ısrarla tekrar ediyoruz. İnternet bu anlamda cevap verme arzumuz için bir araç, yaptığımız çıkartmalara aldığımız cevapları düşündüğümüzde ise bir amaç.
-Gündem egzersizleri serginiz, Outlet'teki işiniz, Tatbikat'a bireysel olarak katılımınız? Bütün bunların ortak kaygısı nedir? Sizin birbiriniz için de bunu soruyorum ortak kaygınız nedir?Ya da farklı doğalarınızı birleştiren o çıkartmada ne yazıyor?
G.İ: Outlet’ teki düzenleme, Berlin de gerçekleşen ''Ayaklarımın altında cenneti değil dünyayı istiyorum'' İstanbul Next Wave sergisinde sunduğumuz; şimdiye kadar biriken tüm Gündem Fazlalarının gösterildiği serginin bir küçük versiyonu diyebiliriz.Berlin deki sergide ilk defa bütün gündem fazlalarını bir arada gerçek bir mekanda sunma şansımız oldu. Outlet te ise Sadece 2009 Gündem Fazlalarını ‘Ajanda 2009’ adı altında düzenledik. (http://outlet-istanbul.blogspot.com/)
Gündem, bazen çıkartma üretiminin dışında diğer sanat disiplinlerinden faydalanarak görünür kılabildiğimiz fikirler sunuyor. Bunlardan biri de Gündem Egzersizleri: Platform misafir sanatçı programına dahil olduğumuz aylarda başlayan bir süreçti, mekanda çalışırken dahil oluverdiğimiz İstiklal caddesi eylem sesleri ve görüntülerinin bizim gündemimize dahil oluvermesiyle oluşmaya başladı.Gündem Egzersizleri ,eylemlerdeki hareket ve seslerden çıkışla oluşan bir video ve gündem atıkları ile Kadıköy –Moda da Sevil Tunaboylu ve Erkin Gören ‘in mekanı ‘Mtaar’ da sergilendi.
( http://www.mtaar.org/)
Tatbikat , Atılkunst’un dışında işleyen başka bir birikim noktası. Tatbikat’ta kişisel olarak varız. Serdar Yılmaz, Elif Öner, Nadide Argun, Gülçin Aksoy, ve Yasemin Nur Toksoy ile oluşturduğumuz ve kişisel birikimlerimizden, geçmişlerimizden yola çıkarak tatbik ettiğimiz, yani deneyimlediğimiz bir süreç. Bizim için bir deney alanı olması nedeniyle sürecin adı Tatbikat. Bu ekiple belli dönemlerde bir araya gelip fikir paylaşımı yaşadığımız, belirlenen süre içerisinde üretim yapıp, aynı mekanda izlenebilir kıldığımız farklı bir sergi anlayışı içerisinde çalışıyoruz. Geçen yıl Hafriyat Karaköy de ilkini gerçekleştirdiğimiz süreç bu yıl Manzara Perspektif ‘ in mekanlarından birinde gerçekleşti.
(www.tatbikat-tatbikat.blogspot.com - www.manzara-perspectives.com )
Her sergi süreçleri ve üretim süreçlerinin, hem bireysel hem de grup olarak kurduğumuz diyalogu geliştiren, üretim sekillerimizi zenginleştiren süreçler olması bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.. Grup olma halini, birlikte çalışmanın nasıl olabileceğini yeniden öğreniyoruz diyelim.Bu sergileri görünür olmak adına yapmıyoruz. Her sergi süreci ve grup çalışması kendimizi geliştirdiğimiz birer okul gibi ..
Birikimleri, hiçbir ego çatışmasına düşmeden paylaşabilmek, birlikte öğrenmeye devam etmek, nereye kadar gidecek kaygısı olmadan üretime devam etmek grup çalışmasının devamlılığını sağlıyor. Belki o çıkartmada yazan, gündem için ‘acil durumda camı kırınız!’
G.A: Benim kendi doğamla ilgili bir belirleme yapmam gerek bu noktada. Dünya ile aramdaki ilişki de görmeden sonra ki ilk etap , dokunmak hatta dokunarak algılamaktır. Mecazi olarak cevaplamaya devam edersem, birinden ötekine dokunarak yaşamak gibi. Kişisel üretimlerimde ortak nokta nereye dokunduğumu bilmeye çalışmaktır ki bütün sözünü ettiğimiz birlikteliklerin başlangıcı kişisel üretimdeki bu bakış açısıdır. Bana gore ortak çıkartmada, birbirimizden çok farlı kişiler olsak da ortak deneyimi paylaşma ve çoğaltma enerjisi yazıyor. Potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dönüşmesi, lise yıllarının fizik bilgisinin üzerine eklenmiş kimlik sancıları, Hatta o yıllardan boğazımıza düğümlenmiş, söylenememiş sözlerin söylenmesi, o kitapların içindeki ile hesaplaşma vs..
Y.N.T: Biz farklılıklarımız ve benzerliklerimizle, ortak ve bölen kümelerimizle yanyana duruyor ve beraber üretiyoruz. Beraber yol alıyor yazıyor beraber yaşıyoruz bundan daha fazlasını yapmıyoruz. Beraber oluşturduğumuz çıkartmada “gel seninle yarınlara koşalım” falan yazar...
Mesela bu anlamda Tatbikat da beraber yaşamak altı kişinin beraber yaşaması ve üretmesi üzerine. Yine şekil olarak, Outlet’deki 2009’a ait çıkartmaları beraber ve yanyana koyduk. 2009’un gündem fazlalarını hepberaber farklı bir alanda görmüş olduk. Oradakilerle beraber yaşadık.
-Birbirinizi bu anlamda tarif ve hatta anlatmanızı istiyorum... Gözde sen Gülçin'in, Gülçin sen Yasemin'in ve Yasemin sen de Gözde ya da Gülçin'in sanatsal üretimini anlatır mısın kendi cümlelerinle... Çünkü bu da benim sizinle ilgili önem verdiğim bir konu. Bireysel üretimlerinizle kolektif üretimlerinizin bir arada ama ayrı nehirlerde akabilmesi çok önemli ve vurgulanması gereken bir durum....
-Gündemin yıpratıcı etkilerine karşı ne öneriyorsunuz peki? Gündem egzersizleri prospektüsünde ne öneriliyor?
G.A.: Gündem egzersizleri prospektüsünde tabi ki meseleye yine ironik yaklaşıyoruz. Bu prospektüs en azından ben kendimi bildim bileli değişmez ve onun ritmi her zaman tat a tat a dır…Yani bu coğrafya da bir şeyler yaşanır, insanlar yıpranır haksızlığa uğrar, (dünyanın bir çok köşesinde olduğu gibi) kaşı çıkılır, hatta her gün karşı çıkılır, bazen sesleri tepeden kesilir, gelin görün ki karşı çıkmanın ya da bastırılmanın ritmi hiç değişmez. O hep tat a ta dır. Bu değişir gibi görünen sınırları her daim belirlenmiş ritm üzerinedir gündem egzersizleri prospektüsü…
Y.N.T: Yaşınıza, boyunuza, geçmişinize, hayat tarzınıza, dayanma gücünüze bağlı olarak olabildiğince gündemin tekrarlarının, dönüp önümüze tekrar tekrar gelen sunulan durumların farkına varmanızı ve olabildiğince, sadede gelmenizi, sadede gelemesiniz de, sadede yaklaşmanızı öneriyoruz.
Ayrıca herkesin elini meselelere koyup, onları ellerine alarak ısrarcı olmaya hakkı ve olmakta haklı olduğunu düşünüyoruz.
G.İ: Yaşadığımız ülkede herkes için bir gündem önerisi var ve çoğu insan da gündemin yıpratıcı etkilerine karşı sesini duyurmak için kendine bir tepki alanı belirliyor. Baktık ki prospektüs dili ve önerisi; gündemin bireyde yarattığı rahatsızlığa karşı geliştirdiği tepki şeklini tanımlamamız için keyifli bir araç oldu. Biz de bu tepki alanlarını; eylem ve yürüyüşlerdeki hareket, ses ve aracı nesneleri kendi bakış açımızdan prospektüs ile tarif ettik.
-Sizi en çok yıpratan gündemler neler oldu mesela bugüne kadar hala etkisini atamadığınız?
G.A: Sanıyorum ben en fazla Ceylan dan etkilendim ve bu etkilenmenin yine medya sayesinde ya da Ceylan’ın gazete de yayınlanan fotoğrafı yüzünden olduğunu biliyorum. Yani tabi ki küçük bir kız çocuğunun parçalanmış bedeni karşısında tepkisiz kalamazsınız, fakat Ceylanın size doğrudan bakan o fotoğrafı , bir fotoğrafın gücünü gösteriyor. Ve bu şekilde yok olan yüzlerce çocuğu düşünüyorsunuz.. Ve tabi ki diğerleri… Dink, açılım , vs
Y.N.T: Gündemin kendisi, gündemin oluşturulma ve kimi zaman sadece kendinden oluşma biçimi, gündem fazlalarını gönderdiğimiz iki seneyi aşkın bir sürede seneler ve aylar içinde oluşan gündem tekrarları, bu sürekli tekrar, başladığın noktaya dönme durumu, ve yine kişisel gündemlerle kesişme anlarının vurucu ve afallatan etkileri oluyor. Kişisel ilişkilerimde bocaladığım bir durumun iz ve eş düşümünü gündemde ve bugün görüverince tüylerim diken diken oluyor.
G.İ: Gündem Fazlası üretimine ilk başladığımız dönem, bize en çok malzeme sunan ‘seçim’ dönemine denk gelmişti. Bunun dışında din, dil, ırk cinsiyet üzerinden sorgulamaların ve faili meçhullerin yaşandığı ve halen süre gelen bu belirsiz dönemler, bizim de kilitlendiğimiz, kendimizce sorguladığımız ve işaret etmek, hatırlatmak adına üretime geçtiğimiz dönemler…Bazen tüm bu durumlar içinde kör-sağır-dilsizi oynayanların karşısında, o kör-sağır ve dilsizlere durumun vahametini anlatmaya devam ederken buluyor insan kendini.. i.. Dink cinayeti gibi ..katilin bilindiği ama görmezden gelindiği pek çok cinayet gibi
-Hrant Dink'i andık geçen hafta... Oğlu Arat'ın konuşması sırasında tıkandık üzüntüden, çaresizlikten... Babasının büstünü yıkmak istemesinden, insanları canlı sevmesinden... AtılKunst bu gündeme ilişkin ne düşünüyor? Bağımsız bir sanat kolektifi olarak ne yapılabilir?
Y.N.T: Bu soruya bence zaten cevap arıyoruz, aradık ve arayacağız...
Self-direnç otonom bir ağ ve alan kurulduğu anda hızla demin de dediğim gibi normalize olabiliyor, kurumsallaşabiliyor... Bunun kaygısını duyuyor musunuz? Böyle olmamak için kendinizi nelerden koruyorsunuz? Ya da önlem alıyor musunuz?
G.A: Aslında Atılkunst doğası gereği normalleşemiyor.. Zira Atılkunst un konusu Gündem’ ve Gündemi okuyamama üzerine çalışıyor. Gündem sürekli değişiyor, sürekli belirleniyor.Atılkunst ta biz mümkün olduğunca gündeme gündem değilmiş muamelesi yapıyor, yanlış okumalar yapıyoruz. Baştan beri hareket noktası bu olduğundan hem değişmeyen hem de değişen arasında hiç bitmeyen, sona ermeyen bir dert sahibi oluyoruz. Derdimiz öyle büyük ki korunmak ne kelime ,dönüşmeye mahal kalmıyor.. Yani şu an meşrutiyet krizi bizi pek de etkilemiyor..
Y.N.T: Biz kurumsallaşamıyoruz onu farkettik olmuyor. Üç kişi beraber örneğin bir odaya girerken bile içlerinde bir ritm, farklı dirençler, kabuller, birbirini anlayış var. Aynı anda eşikten geçemeyeceğimize göre birbirimizin kişisel ritmini de çok iyi kavradığımız için (kendiliğinden) bu güne kadar kapılarda sıkışmadık. Odalarda da kalmadığımızdan ve hep hareket halinde olduğumuzdan dolayı kurumlaşmadık.
G.İ: Başta konuştuğumuz gibi.. sanat yapmak, kurumsallaşmak, görünür olmak adına bir araya gelmedik. Gündem in gidişatına tutulup, kendiliğinden gelişen ve devam eden bir sürecin içindeyiz. Zamanla hem üretimin sürekliliği hem de görünür olmaya başlamak, istesende istemesen de seni sistemin içine dahil ediyor, etiketleniyorsun, bu noktada kurumsallaşma kaçınılmaz oluyor.
-AtılKunst'un farklı ülke deneyimleri, buranın gündemiyle oraların gündeminin ayrı düşmesi, neler düşündürüyor ?
G.A: Böylece daha da yanlış okumalar yapabiliyoruz. Almanya sergilerimizin birinde iki kule arasına mahya asmıştık.. Ve sözü buradan oraya taşıyıp ‘Sadede Gel’ dedik.. Öte yandan Alman standartlarına takılan mahyamız sadede gelene kadar dokuz doğurduk..
Y.N.T:Atılkunst bu coğrafyada yaşayan üç insandan oluşuyor. Ve gündeme nerede bakarsa baksın nereden baktığı hiç değişmeyecektir. Atılkunst buralıdır.
- AtılKunst, politikanın yanı sıra estetiğin gündemiyle nasıl hesaplaşıyor? Hatasız Kunst Olmaz bunu çok iyi anlatıyor mesela...
G.A:Hepimiz plastik sanatlar eğitimi almış , hatta resim geleneğinden geliyor olmamıza rağmen atıl çıkartmalarında o kadar fütürsuzca yaklaşıyoruz ki, bütün estetik kaygılar içeriğe kurtban ediliyor, bazen kötü denebilecek, kitch denebilecek vurgular bile yapıyoruz.. Belkide sanat eğitimi aldık diye bu iş sanat oluyor, aslında sanat yapmak gibi bir derdimizde yok.
Y.N.T: Hatasız Kunst olmaz hatamızla sevin bizi...demek bu...
-Bu soru hepinize.. Sanat dünyayı değiştirebilir mi daha iyi bir yere dönüştürebilir mi?
G.A:Sanat kendini yaşamdan ayırmadığı sürece dünyayı zaten değiştirir çünkü içindedir. İyi ya da kötü değişimse bütün bileşenlerin dönüşümüne bağlıdır.
Y.N.T: İnsan bu dünyayı bu hale getirdiyse yine insan değitirebilir. İnsan üretimi herhangi bir fikir yeterli etki, gerekli dağılımla çok sesliliği herkesle eşzamanlı yakalabilirse belki...
G.İ: Tabii ki sanatın toplumsal durumlar üzerinde etkisi kaçınılmaz.. Sonuçta sanat dünyanın gidişatından besleniyor..
-AtılKunst radikal feminist bir grup mudur? Öyleyse Atıl Kunst'un feminizmi nasıl bir feminizm? Kadın sanatçı olma durumunu kadın olma durumundan daha az vurguluyorsunuz...
G.A: Hani feminist olamamaya imkan var mıdır bilmem. Kadın ya da erkek ortada haksız bi durum varsa haksızlığı düzeltmeye çalışır ve doğal olarak feminist olursunuz. En azından yine lise yıllarında öyle öğremişlerdi.
Y.N.T: Önce insan sonra kadınız ve sonra sanatçı. Radical yerine radicant humanist bir birlikteliğiz.
G.İ: Bu bizim de üzerine düşündüğümüz bir durum oldu..Bizimle görüşmek isteyen birinin telefon açıp, Atıl Bey le görüşebilir miyim demesiyle ve ürettiğimiz çıkartmalar üzerinden de erkek bir okuma yapılmasıyla…Bize göre Atılkunst un bir cinsiyeti yok. Bu bir tepki alanı ve bu tepki alanı sözünü gündemin içinden çekip alıyor. Bu söz her cins, din, dil ,ırktan birinin sarfedeceği tepki sözcüklerinden biri olabilir. Belki de bundan bir önceki soru gündemin cinsiyeti var mı?
-Gündelik hayatla sıkı fıkılığınızı bu yakın ilişkinin doğurduğu sanatsal ifadeleri konuşalım biraz da... Gündelik hayat gıdasını ne sıklıklarda alıyorsunuz?
G.A: Benim için gündelik hayattan kopuş imkansızdır. Zira ben hergün evden çıkarım..
Y.N.T: 24 SAAT
Formunuzu nasıl koruyorsunuz?
G.A:Doğal olarak..
Y.N.T: Birbirimize bağlı, birbirimizin sınırlarına saygılı, yanyana durarak ve gündem egzersizleri ile...
www.atilkunst.blogspot.com
www.gundemfazlasi.blogspot.com
www.myspace.com/atilkunst

Mimar Sir Peter Cook'la söyleşi

“Işıklar yanınca her şey değişir”



Ünlü mimar Sir Peter Cook. 1960’ların ünlü Archigram grubunun kurucusu bugün kraliyet sanat akademisinde mimarlık profesörü. Kraliyet altın madalyası sahibi.
2012 Londra Olimpik stadyumu ve Graz’daki sanat merkezi son efsanevi işleri…
Şahane bir İngiliz. Konuşmayı seviyor. Konuşurken edindiği fikirleri sıcağı sıcağına paylaşmayı da… O sadece mimar değil. Aynı zamanda mimarlık üzerine düşünen ve yazan biri… Tüm binaları ele avuca sığmaz nesneler olarak görüyor adeta. Kendisi gibi ele avuca sığmaz projeler üreten genç mimarları yakından takip ediyor. Onları bienallerde gösteriyor. Onlarla ilgili sergiler yapıyor. Peter Cook, geçtiğimiz günlerde bir konferans için İstanbul’daydı. Onunla hayattan ve mimariden konuşmak kaçınılmazdı. Büyük bir zevkti…



Küratörlüğünü yaptığınız Milli Reasürans sanat galerisinde Arkitera işbirliğiyle izleme şansı bulduğumuz sergi “Avrupa ve Asya-Pasifik’te mimarlıkta son trendler” başlığını taşıyordu. Trend her zaman estetik bir derdi içinde barındırmayabiliyor. Siz de bunu belirtiyorsunuz... Mimarlıkta bu trendleri kim belirliyor dersiniz?

Herkes bir sonraki mimarlığın nasıl bir şey olacağını merak ediyor. Modada olduğu gibi... Bir sonraki saç rengi ne olacak? Herkes bu yıl saçlarımızı ne yapacağız diye tartışıyor. Mimarlık bundan daha ciddi bir şey gibi ama aynı zamanda da bütün bu merak dolu konuşmaları içeriyor. Bence Japonlar bu yeni trendleri belirliyor... Orada ve burada olmak istiyorlar. Son fikirlerden bağımsız yeni bir şeyler yapmak istiyorlar. Yeni trendlere bakarken benim tercihim, yenilik ve en önemlisi çoğulluktan yana oldu. Neyin trend olduğu konusuna çoklu bir yaklaşım var bu sergide… Bu sergideki çoğu mimar, belli değerleri paylaşıyor; teknolojiye yaklaşımları, toplumla kurdukları bağ açısından… Ama farklılılar... Ben bir politikacı gibi davrandım itiraf etmem gerekirse… Ve kadın mimarlar var bu sergide... Son dönemde olağanüstü akıllı kadın mimarlar var. Çok iyi işler yapıyorlar ve bu noktaya gelmeleri bir kadın mimar olarak görünmeleri epey vakit aldı bunu özellikle vurgulamak isterim. Koyu bir feminist değilim ama gerçek bu... Sergideki İspanyol mimar örneğin. Izaskun Chinchilla, çok özel ve orijinal bir insan. Sergiden öncesinde işlerini biliyordum ama kendisini tanımıyordum.
Sıradışı biri...

-Bir binayı analiz etmenin en iyi yolu nedir onun hakkında yazabilmek için?

Korkarım fiziksel olarak deneyimlemek... Siz iyi bilirsiniz. Günlük, haftalık yayınlar için çalışıyorsunuz, ben çeşitli kitaplar yazıyorum. Mimari mevzu olunca durum berbat. Oraya gidip görmeniz gerekli. Bunu başka türlü yazmanıza imkan yok. Berbat bir durum.

-Şu ürkütücü geliyor bana… Kalıcılık hissiyle baş etmek… Saç renginizi değiştirebilirsiniz on dakika sürer ama bir binayı yok edemezsiniz. Kurokowa'nın binasını bugün Japonya yıkmak istiyor. Bunu tartışıyor. Artık trendy olmayan binalara ne olacak bu anlamda dersiniz?

İngiltere'de de aynı sorunlar yaşanıyor ama İngiltere yıkmıyor. Onu başka türlü kullanıyor. İster istemez ama… Kiliselerden sergi mekanları, müzelerden ofisler ürüyor, üreyecek de. Bu hoşuma gidiyor da... Bu ham madde duygusunu seviyorum. Zamanla birlikte şekilleniyor. Bence şeyleri, olduğu gibi koruma konusunda gereğinden çok düşünüyoruz. Bu iyi değil.


-Çağdaş sanat alanında da kentsel dönüşümü çok tartışıyoruz. Kentsel dönüşüm, büyük bienallerin konusu, sanatçıların sanat nesnesi oluyor. Bununla ilgili bir endişeyi yansıtıyor bu işler ve sergiler. Siz endişeli misiniz kentin büyük ve karanlık maddi güçler tarafından tasarlanıp dönüştürülmesiyle ilgili?

Kesinlikle, hiç endişelenmiyorum. Ben bir kırsal kesimci değilim. Her zaman kentten yana oldum. Küçük şehirde doğdum. Büyüdükçe büyük şehirde yaşamaya başladım. Londra, doğuya doğru gitti mesela zaman içinde. Daha kozmopolit oldu. Gastronomik açıdan da zenginleşti. Ben ilk Londra'ya yerleştiğimde Londra'da çoğunluklu olarak İngilizler yaşardı. Ve yiyecek çok iyi yemek yoktu. Batı Londra merkezdi. Bir liman kentiydi. Şimdi liman kenti filan değil artık Londra... Çok kozmopolit. Belki de İngilizlerden daha çok başkaları yaşıyor Londra'da. Benim yaşadığım bölgede yaşayanların yüzde yetmişi İngiliz değil. Yemek kültürü radikal olarak değişti ve doğuya kaydı. On dokuz yaşındaki oğlum benim gençliğimde gitmemeye çalıştığım bölgelerde takılıyor. O zamanlar çok tehlikeliydi. Ama şimdi bütün gençlik oralarda takılıyor. Bunun gibi şeyler... Bir şehir bunu yapabiliyorsa bir bina da bunu yapabilir.

Bu sergiyi yaparken onsuz olmaz dediğiniz biri var mıydı?

Eski öğrencim CJ Lim. İşte o da Çin'li ama neredeyse Londralı olmuş, bütün dünyada işler yapan bir isim. Çok yenilikçi. Onun dışında Helen & Hard As mesela... Onlarsız da bu sergi olmazdı. Çok küçük bir kasabadan geliyorlar, Norveç'ten... Avrupa'nın kenarından ama yaptıkları işler çok sofistike. Yerel çevreleri önemsiyorlar, ekolojik dengeyi... İkiliden biri aslında Avusturyalı.
Ben Avusturyalı çok mimar tanıyorum. Orada binalar da yaptım ve çok iyi mimarlar var. Üstelik her kuşaktan. Benim kuşağımdan da yeni kuşaklardan da var.

Neden sizce Avusturya'dan iyi mimar çıkıyor?

Sapkın, sapkın… Almanya'dan çok daha iyi... Bence Avusturya’nın en büyük özelliği Nazi partisinin hala kalbi ama aynı zamanda da çok yaratıcı sanatçılara sahip. Vadi kültürü; bu dağların altındaki vadilerde yaşayan insanlar kesinlikle yaratıcı, paranoyak ve nevrotikler...

-Galiba paranoya önemli mimaride... Giderek daha önem kazanacağını, mimariyi belirleyeceğini düşünüyorum. Ne dersiniz?

Yaratıcı paranoya çok ilginç... Bugünkü konuşmamda sözünü ettim sabah... Mimaride tiyatrosallık kavramından bahsettim. Ben gerçekten mimaride tiyatrosallık kavramına inanıyorum. Bence iki zorunluluğu var bir mimarın... Biri binayı inşa etmek, binanın işlemesi diğeri ise binanın keyif verici olması... Hayat çok kısa... Hayatı olabildiğince ve alabildiğince kucaklamalı. Keyif vermeli. Bir kokteyle gelinen bir oda burası mesela konuştuğumuz oda... Ama çok daha rahat olabilirdi. Akustiği, orijinalliği, formları olabilirdi... Bu kadar patetik olmayabilirdi. Bir kutlama odasıysa burası, buradaki tek kutlamayı çağrıştıran nesne, merdivenler oysa. Çin otelleri gibi düğünlerin yapıldığı... Çin'de büyük merdivenler var çünkü fotoğraflanmak önemli oradaki düğünlerde. Birazcık tiyatrosal elemanlar bulunmalı bir binada. Ben buna inanıyorum. Belli tiyatrosal öğeler...

Kunsthaus Graz'da yaptığınız gibi mi?

Sabahki konuşmamda ondan da bahsettim. O mavi balon örneği. Sanki havaalanında bir seyahat acentası... Dışarıya çıkıyorsunuz bilinmeye doğru ilerliyorsunuz sonra sanat karşınıza çıkıyor. Hemen değil... Bence sıradan bir mekanı andırma fikrini çok sevdim. Mimarlık biraz da sizi heyecanlandıracak her türlü fikre açık olmaktır. Geçen gün Aya Sofya'ya gittim ve rampayı fark ettim. Duvarların içinde ve çıkıyorsunuz... Hayatımda gördüğüm en iyi mimari şeydi bence... Çok uzun zaman önce mimarlık birinci sınıfta öğrenciyken Aya Sofya'yı çizmek zorunda kalmıştım. Bir kabustu birinci sınıf öğrencisi için. Hala hatırlıyorum o çizimi yaparken ne kadar korktuğumu... Geçen sene, buraya geldiğimde içine girmemiştim. İşte orada Aya Sofya demiş, fotoğrafını çekmekle yetinmiştim. Dün içine girdim. Bizim aksonometrik çizim binanın nasıl aranje edildiğiyle ilgili bilgi veriyordu. Nedense o rampayla ilgili en ufak bir şey söylemiyordu. O yüzden benim için o rampa büyük bir sürpriz oldu.

Mimarlık ancak büyük şehirde mi yapılır?

Size bir şey söyleyeyim mi? Birkaç zamandır bunu düşünüyorum. Mesela
Fransa’dan sergiye katılan Herault Arnod… Onlar Grenoble’dan.
Sonra o Portekizli mimar Bernardo Rodrigues… Sıradışı. Bu taşranın gücü. Evet, büyük şehirde yaşamanın belli avantajları var. Evet, kültüre anahtar rolü oynarlar… Ticari hayat buradadır… Ama Grenoble’dan, Budapeşte’den birileri çok yüksek seviyede, sofistike fikirler üretebiliyorlar. Biz büyük şehirde oturanlar, trendleri bizler belirliyoruz sanıyoruz. Doğru değil. Isabel Herault, Paris’te hocalık yapıyor. Çok iyi bir hoca ve sonra Grenoble’a dönüyor. Paris’e kendini kapatmıyor. Paris çok politik bir yer. Paris ve New York belli bir pozisyonu ve tavrı paylaşıyorlar.
Londra ve Los Angeles onlardan farklı olarak birbirine daha yakın .
Yine bir pozisyonları var ama bir barda entelektüel olarak nefret ettiğin biriyle oturup içebilirsin bu iki şehirde de… New York ya da Paris’te bunu yapamazsın. Böyle biriyle gülerek görünmek sonun olur. Ya da bir öğlen yemeğinde bir kadınla görülürsen bu New York’ta onu beceriyorsun demektir. Doğru olmayabilir ama tamamen öyle anlaşılır. Londra’da ise neden olmasın, kimse takmaz. Los Angeles de öyle.

Peki ya İstanbul? Sofistike fikirleri olan mimarları var mı?

Açıkçası çok araştırdım. Özellikle sergi için… İtiraf etmem gerekirse beni heyecanlandıran hiçbir şey göremedim. Çok baktım. Kokladım. Mimarlık dergilerine bile baktım. Zorladım ama…

Burası taşra mı?

Sanmıyorum. Öyle mi? Benim şaşırdığım şu… Birçok Amerikan firması ya da İngiliz firması Kazakistan, Özbekistan, işte o tanlı ülkelerle İstanbul üzerinden çalışıyor. Mühendisler, işçiler bu projelerde hep İstanbul’dan, Türkiye’den. Çok ilginç bir pozisyonu var İstanbul’un, bağlıyor. Londra finansın merkeziyse, İstanbul’da da çok iyi servis var. Mühendisleri çok iyi. Çirkin ama iyi bir havaalanı var. Buradan her yere uçabilirsiniz. Herkes İngilizce konuşuyor. İstanbul bağlıyor birbirine şehirleri. Biz bunu ticari hayatta böyle konuşuyoruz ama kültürel hayatta böyle konuşmuyoruz. Oysa ikisi hep birlikte gider.


21. yüzyılın kenti neresi peki? Shanghai?

Çin gibi görünüyor öyle değil mi? Çin'e gittim. Olduğundan daha farklı olacağını düşünmüştüm. Tanıdıktı tuhaf bir şekilde... Tipik, büyük uluslararası bir şehir gibi. 21. yüzyıl kenti? En çok 21. yüzyıl kenti sanki deniz kıyısında bir kent olmalı… Sanki…

Dubai?

Hayır, Dubai'ye gittim ve Dubai'yi sevmedim. Bence korkunçtu. Trajikti. Galiba en keyif verici hayat, hedonizm Santa Monica’da galiba... Harika bir iklim. Çok ilginç insanlar. Los Angeles’ı çok kabul edilebilir buluyorum. Daha iyi bir iklime sahip Londra gibi.

İkiz kuleler yeniden inşa edilmeli mi?

Hayır, kesinlikle hayır. (Hiçbir zaman onları beğenmedim itiraf etmeliyim.)

-Yapan mimarın yükseklik korkusu olduğunu yeni öğrendim...

Yamasaki'nin evet... Size söylemeliyim o halde, benim de var. Ve ben de kuleler tasarladım.

-Binayı yapmak mı binayı yapmayı tasarlamak mı?

Ah, evet. Mimara sorulacak güzel soru. İnşa edilmiş bir bina kadar size bugüne kadar hiç düşünmediğiniz bilgiyi veren bir nesne daha yoktur.
Ve aslında mesele onun aldığı ve alacağı pozisyonu değildir. Onun, o nesnenin fiziksel varlığıdır asıl söz konusu olan. Bir şey; daha beyaz, daha ağır, daha gölgeli, daha her ne olduysa sizin tasarladığınızdan, işte sadece bu yüzden onu inşa etmelisiniz. Bunu görmek için o binayı inşa etmelisiniz. Modeller yaparsınız, çizimler çizersiniz elbette. Ama bütünü ancak o gölgeyi gördüğünüzde duvara yansıyan radyatörle birlikte, işte onu görmeniz gerekir. Işıklar yanınca her şey değişir. Sönünce de...

-Çağdaş sanatla ilgileniyor musunuz hala?

Uzun yıllar bir ressamla evliydim. Şimdi bir mimarla evliyim. Çok ilgiliyim…(Gülüyor)

-Sanat eserinde de tiyatrosallık arar mısınız?

Şimdi bize bir uzun gün daha gerekir bu sorunuzla... Sanat imgelemi tetiklemeye kadir. Çok hızlı bir şekilde. Film bile daha yavaş tetikler bunu sanata kıyasla... Bir sanat yapıtı hemen sizi etkiler. İşte budur. Tam olarak yeninin şokunu kastetmiyorum. Bakar sizin yüzünüze yüzünüze... Sanat eseri çok yoğun bir deneyim mücadelesi verdirir. Onun gücü ve zayıflığı budur. Film, kitap yavaş yavaş gelişir. Bina da öyle… İçine girdikçe değişir. Müzik de öyle… Sanat aralarında mimarlık da dahil en az çizgisel tecrübeyi gerektirendir. Dolayısıyla sanat eserinde tiyatrosallık aramam, gerekli değildir çünkü…

Juilan Opie'yle kısa konuşma

yalnız başına yapılan bir etkinliktir”

Julian Opie hazır Galerist’te işleriyle boy gösteriyor onu yakından tanımaya çalışmanın tam sırası… Opie’yle sanat dünyasında popüler olmanın artısını ve yine artısını konuştuk….

Ayşegül Sönmez

Türkiye çağdaş sanat pazarında çok yenisiniz. Aslına bakarsanız bu pazar çok taze bir Pazar. Türkiye ve sanat sahnesi hakkında ne biliyorsunuz?
Çok az korkarım. Bu çok yeni bir ilişki, sanırım öğreneceğim çok şey var.
İngiliz bir sanatçı olarak Damien Hirst’ün geçtiğimiz Eylül müzayede deneyimiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Önemli bir olay mıydı sizce?
Beni çok az ilgilendiriyor, ya sizi?
En son Fransız eleştirmen Catherine Millet ile söyleşi yaptım. Çağdaş sanatın hiç olmadığı kadar ticari olduğunu söyledi. Katılıyor musunuz?
Pek ihtimal dahilinde değil, her neyse, ne demek istediğini anlamadım.
Popüler bir sanatçı olarak bunun diyalektik olarak olumlu ya da olumsuz bunun sizi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
Tam olarak ne demek bu? Bence daha da popüler olmalıyım.
Sizce çağdaş sanat ne demek? Nasıl tanımlarsınız?
Şu anda yapılmakta olan sanat…
Sanatta popülerite üzerine düşünür müsünüz?
İnsanlarla iletişim içinde olmak benim için sanat demek zaten… Ne kadar çok insanla iletişim kurarsam o kadar iyi… Tabii ki ödün vermemek kendi yolumdan şartıyla… Ben uçtuğum zaman bakıyorum yere ve ne kadar çok insanın aşağıda olduğunu anlıyorum.. Aslında o kadar çok insan var ki iletişim kurmak imkansız her biriyle… Sanat sonuçta kitle iletişimi için iyi bir araç değildir. Ben bir CD aracılığıyla müze ya da galeri şovlarımdan daha yaygınlaştım. Bu tamamdır ama öte yandan hiçbir zaman müzedeki sergime ya da galeridekine kaç kişi gelmiş saymadım. Kaç kişi gerçekten geldi ve baktı sonuçta? Ben ciddi bir emek harcıyorum anlaşılır bir katalog yapmak için ve kullanıldığını görmek harika. www.julianopie.com
-Sizce popüler bir sanatçı olmak yanlış mı anlaşılıyor?
Sanatçılar bir şeyler yapmak ister ve bunları gösterir. Bunu yapmasanız bile sanat sanattır. Belki de sizin popüleritenin sanatta ne olduğuyla ilgili bir sorununuz var. Bir tarifiniz var mı? Bu popülist sanattır, bu değildir ayrımı yapmak çok imkansız. Böyle bir ayrım yok sanırım. Bir takım insanlar var sanat yapıyorlar ve bunu gösteriyorlar. Bu doğal bir insan aktivitesi. Ben Mısır sanatına çağdaş bir sanat olarak bakıyorum. Mısır sanatı popülist mi?
Peki sanatınız giderek daha çok yaygınlaşması, genişlemesi size kendinizi nasıl hissettiriyor? Nerede bitebilir, daha genişler mi?

İşlerin dünyanın dört bir yanına gitmesi heyecan verici. Zaten üretimi destekleyen bir durum bu… Düşünmek, çizmek, sorun çözmek, araştırmak… Olasılıklar üzerine düşünmek…Bir arkanıza bakarsınız atölye yine doludur. Bu kadar yaygınlaşmanın bir iyi tarafı işlerimin üzerine düşünmemi, tekrar onlara bakmamı sağlıyor. Ayıltıcı… Meydan okumanızı sağlıyor.Yalnız olmadığınızı gösteriyor öte yandan… Ben on iki yaşımdan beri çizim yapıyorum. Sonunda heykeller yapıyor oldum sahilde kumdan ve yeni işler tasarladım. Bir kariyerden çok benim dünyayla baş etme biçimim bu… Canlı olarak bir bilgisayar oyununu bağımlılık gibi… Hiçbir zaman tam olarak yanıt alamıyorum ama yeni sorular ediniyorum. Dolayısıyla da sanat yapma biçimim hep değişiyor.
Tam resim tam heykel olarak tanımlanmayabilir yaptıklarınız. Siz nasıl tanımlarsınız?
Hiçbir zaman ayrımlarla ilgilenmedim. Ben mümkün ve heyecan veren sanatı yapmaya çalışıyorum. Nasıl ve neden yapıldığı başka bir tercih, renk ya da sanat nesnesi gibi…
Resimden bir araç olarak beklentiniz nedir?
Öyle baştan bir beklentim yok her biri bir mücadele ve bir yolculuk.
Peki bir heykelden bir araç olarak beklentiniz nedir?
Öyle baştan bir beklentim yok her biri bir mücadele ve bir yolculuk.
Sanatta ve hayattaki ustalarınız kimlerdir?
Ben kendi kendimin ustasıyım.Benim üniversitedeki hocam Micael Craig Martin’di. İşe bakın o da Gallerist’de sergi yaptı.
Peki sevdiğimiz yazar ya da kuramcı?
Raymond Carver, Tolstoy, Murakami, Sue Grafton, Raymond Chandler… Yeni şöyler okumaya bayılırım. Hiç kurgu olmayan işleri okumayı sevmem. Tarih severim, kurgu severim.
Sanat kuramı ya da estetik üzerine okur musunuz makaleler?
Asla.
Bugün estetikte yaşanan en büyük sorun nedir sizce?
Açıkçası bilmiyorum…
-Gerçeklik hızla dönüşmüyor mu? Mesela sizin bilgisayar oyunlarına ilginiz?
Bilgisiyar oyunları ilginç ve sanat gibi bir deneyim sağlıyorlar. Bir resme girmek… Ve resimli o oyun mekanına girdiğiniz zaman gerçekliğe denk bir mekan burası… Bu boşluğun tadını çıkarmak elinizde çünkü sahte olduğunu biliyorsunuz. Çok heyecan verici. İlk 3D oyunları çıktığında acayip oynuyordum. Ben de kendi oyunlarımı yaptım, kendi manzaralarımı yarattım. Tom. Raider’i buldum sonra ve hayatım değişti. Şu sıralar oyun oynayacak vakit bulamıyorum ve suçluluk duyuyorum. Nişanlım ve ben, özellikle driving oyunları seviyoruz. Online oyunları ise sevmiyorum. Sonuçta sanat, yalnız başına yapılan bir aktivitedir.
Eğer kariyerinizi başlatmanızı istesem nereden başlatırdınız ve kiminle?
Sanırım, annemin desen alışkanlığı kazandırması, sanat tarihiyle tanıştırması. St.Ives Okulu işte Henry Moore, Barbara Hepworth ve Ben Nicholson… Tabii ki babamın mimari, tasarıma duyduğu takdir ve konsantrasyona verdiği önem.

Füreya'yı Anma gününden

İyi ki doğdunuz Füreya




Maçka sanat galerisi, Merhaba Füreya Merhaba sergisiyle sezonun sonunu Füreya Koral’ın doğumunun 100. yılını kutlayarak getiriyor. Sergiye 150’nin üzerinde seramik sanatçısı geleneksel kuş evlerini Füreya’nın izinde yorumlayarak katılıyor. Kadın Başına Festival’in kurucusu olarak Füreya Koral’ı yakın dostları ve öğrencileri sanatçı Candeğer Fürtun, sanat tarihçi Ayda Arel ve galerici Rabia Çapa’yla sergi kapsamında anmak istedim. Bugüne kadar ya eski kocalarıyla ya da Atatürk’ün karşısında sigara içişiyle gündeme gelen Füreya’yı bu kez dostlarının sanatçı kişiliğiyle anlatmasını dileyerek… Öyle de oldu. Ortaya Ayşe Kulin’in yazmadığı bir Füreya Koral portresi çıktı. Söyleşinin en önemli sözlerini ise Füreya’nın ellerini yaşarken kalıba alan ve bu kalıptan bir çift el heykeli yapan Candeğer Fürtun sarf etti: “Füreya Koral, Türkiye’nin ilk kadın seramik sanatçısı değildir. Fürtun, Türkiye’nin ilk çağdaş seramik sanatçısıdır” diyerek sanat tarihinin büyük yanılgısını düzeltecekti. İlk çağdaş seramik sanatçısı Füreya iyi ki doğdunuz.



Ayşegül Sönmez:Bugün burada Füreya Koral’ı konuşmak üzere toplandık. Bugüne kadar hep yapıldığı gibi onun özel hayatını değil hayatının merkezine koyduğu sanatsal üretimini konuşacağız. İlk olarak Ayda Arel sizinle başlamak istiyorum. Onu en eski tanıyan sizsiniz sanıyorum…

Ayda Arel : Füreya hanımla 1955 yılında tanıştım. Lise sonda bir öğrenciydim. Oturduğu ElIrak apartmanından atölyesine geçecekti. Yanına bir çömez arıyordu. Atölyede seramik üretimine başladığı yıl, yanında çalışmaya başladım. Daha önce Şakir Paşa ailesinin birçok ferdini tanıdım. Şakir Paşa ailesi örüntüsünün nasıl oluştuğunu dal budak sardığını biliyorum. Onunla olan ilişkimiz ölümüne kadar devam etti.

-Şakir Paşa ailesi için menteşe nitelendirmesini yapıyorsunuz… Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken menteşe görevi üstlendiğini… Füreya Koral’ın üretiminde bu ne kadar belirleyicidir?

A.A: Osmanlı döneminde yeri olan ama saray baskısından da kaçmış bir aile Şakir Paşa ailesi. İmparatorun son dönemlerinde ortaya çıkan Avrupaileşme hareketinde yerleri var. Yabancı dilleri var. Kitap okuyorlar. Ona göre giyiniyorlar. Bu onların Cumhuriyet’e geçişlerini kolaylaştırdı. Yeniliğe açılmaları çok sancılı olmadı hatta öncü olabildiler. Üretici ve yaratıcı olmalarıyla da yoksullaşmadılar gibi geliyor bana… Ailenin bir ilginç tarafı da ne taraftan bakarsanız bakarsanız değişen şartlara ayak uyduran bir aile olması. Yeniliği, bir çeşit kokusunu alırcasına sezmiş olmaları. Yeniliğin bir yerde de başını çekmeleri. Bu tabii onları ilginç kılıyor. İkincisi, Aliye Berger , Füreya Hanım ve Halikarnas balıkçısı için geçerli olan bir başka şey de, paşa torunu oldukları halde, çok zor şartlarda başlarını dik tutarak gayretleri, iradeleri ve kişilikleri hepsinden önemlisi alın teriyle, Füreya Hanım elinin nasırıyla, kendilerini kabul ettirmiş ve yeni yaşam koşullarında kendilerine bir yer edinmiş olmaları. Füreya hanıma gelinceye kadar Kütahya çinisinin en soluk, en çirkin olanı, anlamını kaybetmiş olanı vardı. Füreya Hanım bomba gibi patladı. İyi yaptı, kötü yaptı bilemiyorum ama Füreya Hanım seramiğin yolunu açtı Türkiye’de. Seramik saygıdeğer, imrenilen, özenilen, yapılan bazen de para kazandıran bir sanat haline geldi. Türk sanatı gelenekleriyle belli bir ilgisi vardı. Bizdeki geleneksel mimarlık ve çini birlikteliğini yeni bir söyleme kavuşturmak istedi. Utarit İzgi’yle işbirliği oldukça verimli oldu.

-Bu noktada Candeğer Fürtun’a dönmek istiyorum. Seramiği araç olarak kullanan bir sanatçı olarak sizce seramik disiplinine Füreya Koral ne kattı?

Candeğer Fürtun: Şimdi bakın Ayda çok önemli bir şey söyledi. Bir parça ona ilave yapmak istiyorum. Seramik dünyasını canlandırdı dedi. Füreya Koral aslında ilk çağdaş seramik sanatçımız. Herkes, ilk kadın seramik sanatçımız, der. Hayır, ilk çağdaş seramik sanatçımız. Çünkü Füreya hanım, Haziran 1951’de Paris’te Galeri M.A.I’da sergi açtığı zaman aynı sergiyi burada Maya galerisinde açtı. O sırada Türkiye’de ne vardı? Türkiye’de sadece çömlekçiler vardı. İmza yok, seramik yok, sanatçı yoktu. Akademide açılan seramik atölyesi türlü nedenlerle işlememişti. 1949’da tek bir öğrencisi vardı. O da Sadi Diren’di. Küçüksu’da Toygar ailesi vardı. Çömlekçiler vardı. Füreya hanım hakikaten Ayda’nın dediği gibi bir bomba gibi geldi. Çağdaş bir seramikçi olarak geldi. Dışarıda müthiş bir beğeni kazandı. Söylenen şey şuydu, Doğu duyarlılığını Batı tekniğiyle birleştirmiş. Füreya hanımın kendisini yetiştirdiğini biliyorsunuz. Hastalığı nedeniyle gidiyor Leysin’de porselenler boyamaya başlıyor. Sonra neden diyor bu şekillerin üstünü boyayayım, ben getirteyim çamuru… Hastalığına rağmen 1949’da kalkıyor Paris’e gidiyor. Hem tedavi oluyor, hem de Paris’in dışındaki bir atölyede çalışıyor. Fahrünissa(Zeid) hanımın çok yakından tanıdığı ünlü eleştirmen Jacques Lassaigne işlerini görünce onu sergi açmaya teşvik ediyor. Füreya hanım, bu şekilde orada sergi açıyor.

-Peki gelenekle kurduğu ilişki üzerine neler söylenebilir?

C.F: Yalnız çininin ötesinde… Hem gelenek var hem de çağdaşlık var. Füreya hanımın deneme olarak yaptığı şeyler aslında çok çağdaş. Seramik, duvardan koptuğu anda çağdaş seramik oluyor zaten… Füreya hanımın sevgisi çiniye karşı olduğu için onları deniyor. Seramiği bir resim çizimi olarak kullandı. İlk önce gelenekten gelen biçimleri vardı sonra kendi dünyasından balonlar, kuşlar, balıklar girdi.
A.A: Gelenek daha çok ele aldığı temalardaydı. Mevlevi’liği ele aldı. Onunla çalışmaya başladığımız zaman Hilton inşa ediliyordu. Masalar ısmarlanmıştı. O masaları mozaik tekniğinde yapıyordu. Bana da soruyordu. Mozaik tekniğinde belli şekilleri kesip yan yana getirip birtakım panolar yapılıyordu İran’da, Anadolu ve Timur geleneğinde… Bunu yeniden bulmaya çalışıyordu. Buna başka bir dil getirdi. Yuvarlak parçaları, üçgen, dikdörtgen parçaları bir araya getirip mozaik tekniğinden almaya başladı. 1950’li yılların başında Rockefeller bursuyla Meksika ve Amerika’ya gitti. Bu arada Mısır seramiğini tanıdı. Meksika’yı da gördü. Başka geleneklere ait toprak, boya, sır mine şeylerini öğrendi ve onları kullanmaya başladı. Bir ara Mısırlıların kobaltını kullandı. O yıllarda seramiğin yanı sıra mine tekniğini kullandı, maden üzerine mine yapmaya başladı.
C.F: O zaman burada ne vardı? Kırmızı toprak vardı Hasan ustanın getirdiği… Uskumru köyde yüksek dereceye uygun kil bulundu. Füreya hanım işlerini teknik olarak araştırmaları neticesinde çok daha güzel bir toprakla yapmaya başladı. Hem desen hem gelenek hem biçim hem teknik hem çağdaşlık olarak araştırmalarına devam ediyor, seramiğin seviyesini yukarıya çıkarıyordu. Son derece önemli başka bir şey yaptı Füreya Hanım 1973 senesinde… İstanbul Porselen fabrikasına gitti. Orada beyaz porselen kahve takımı yaptı. Zannediyorum lambalar da yaptı. Çok güzel tabaklar yaptı siyah beyaz. Orada bunun değeri anlaşılmadı. İstanbul porselen buna devam edemedi. Bu kalıplarının kırılmasını istedi Füreya hanım. O tabaklar ve kahve takımı olağanüstü işlerdi.

-Bugün bu kahve takımını ve tabakları görebilir miyiz?

C.F: Göremezsiniz… Ancak fotoğraflarını görebilirsiniz. Yok oldular. Bakın iki tane iyi işler yapan seramik fabrikası var. Çanakkale seramik ve Eczacıbaşı… İkisinin de bir seramik müzesi yok. Hem kendi geçmişlerini gösterebilir hem de Füreya hanımın bütün üretimini sergileyebilirler oysa…
Rabia Çapa: Fincanlardan evinde birkaç örnek vardı. Onlar da çalındı.

-Füreya Koral’ın bir başka önemli özelliği de atölyesinin kapılarının herkese açık olması değil mi? Ve o atölyeden önemli isimler çıktı…

C.F: O havayı soludular. O kişilerle beraber oldular. Edebiyatçılar, arkeologlar, yabancı misafirler… Alev(Ebüzziya), Tüzüm (Kızılcan), Binal(Kaya) ve Bingül(Başarır) onun atölyesinden hareket ederek o sevinçle yol aldılar. Füreya hanımın ortam yaratması teknik bakımdan seramiği ilerletmesi… Hiçbir zaman etki altında kalmadı. Kendi ne düşündüyse onları yaptı.
A.A: Ama çok etki altında bıraktı. Çok taklitçisi oldu.

-Resim yapmayayım Fahrünissa Zeid ve Aliye Berger yapıyor, ben onların etkisinde kalırım korkusuyla yapmadım, diyor. Etki altında kalmamak istememesi ilginç.

C.F: Kendine sadık, kendi düşüncelerini ortaya koymaya çalışan bir sanatçı…
A.A: Acılarını başka türlü somutlaştıramazdı. Onların aldığı yolu alsaydı bunu yapamazdı… Seramikle kendi küçük şarkısını söyledi.

-Rabia Çapa siz ne diyorsunuz? Aliye Berger’i de iyi tanıyan, ikisine de sergi açmış biri olarak. Hatta üçünü de tanıdınız.

R.Ç:1951’de çok güzel baskılar yaptı Füreya. Ama ısrarla seramiğe devam etti. Füreya’yı ben Aliye’den sonra tanıdım. Ailenin içinde asıl benim dostum Aliye’ydi. Aliye’yle beraberken Füreya’dan ödümüz patlardı. Yaramazlık yapardık ikimiz… Füreya geldi mi hoca geldi gibi dururduk. 1974’te kardeşimle birlikte galeriyi açmaya karar verdik. Ben Çiğdem’i (Simavi) aldım yanıma. Füreya’ya öyle gittik. Çiğdem’in annesi yani halamın çok iyi dostuydu. Ben de öyle tanımıştım Aliye’yi. 1976’da gittim Füreya’ya… Galeri açıyorum dedim ve ilk Aliye Berger sergisi yapmak istiyorum. Tamam, çok iyi, dedi Çıkarttı güzel bir portfolyo. Epey bir gravür çıkarttı. Tamam, dedim. İnşaat biter bitmez tarihleri söylerim. Ayrıldık. Galeri bitmek üzere. Sergi açılacak. Ercan Arıklı beş gerçekçi kitabını çıkarttı. Aliye’ye kitap yapamayacaksın gel sen 5 gerçekçi Türk resmi sergisiyle aç, kitabı da var serginin, dedi…
Onun üzerine 5 gerçekçi’yle açtık. Sonra gittim Füreya Hanım’a… Bir dakika kızım dedi. Portfolyoyu çıkarttı. Bunlar dedi o gün gördüklerin, şu iki resmi ben sattım ama sergi için tutuyorum. Bu da parası, dedi, önüme koydu. Bir buçuk sene evvel kaç gravür var diye saymamıştım. Ayıp bir şey zaten. Bir buçuk sene sonra karşısına gidiyorum, bunu yapıyor. Böyle bir kişilikti. Ondan sonra çok dost olduk. Beraber çok seyahatler yaptık. Ürdün’dü… Bozburun’du… Paris’ti… Hele Paris’te Alev Ebuzziya’nın evinde kaldık liseli genç kızlar gibi…

-Füreya Koral’ın kamusal alanda ciddi bir üretimi var. İMÇ, Ulus iş hanı, Divan Oteli… Benim şu anda Teşvikiye’de oturduğum apartmanın girişinde de var hatta… Bugün bu işlerin değişen şehirle nasıl bir uyum içinde olduğunu düşünüyorsunuz? Değişime direnebildiler mi?

A. A: Bence yenik düştüler. Şehrin değişmesiyle yayanın perspektifi değişti. Yaya sayısı azaldı Kaldırımda yürüme ve etrafına bakma fiili sıfıra müncer oldu. Dolayısıyla bakma seviyesinde, yayanın panoramasını oluşturacak olan görüntüler artık yok.
İstiklal caddesinde geçti çocukluğum. Okula gidip gelirken binalara bakıyordum. Aşağıda gördüğüm şey beni yukarıya bakmaya itiyordu. Altı o kadar heterojen ve bozuk oldu ki yukarıya bakmıyorsunuz bugün. İnsanın bakışı zemin katla ve cephelerle ilişkisi çok değişti ve Füreya hanım yenik düştü…

R.Ç: Sheraton otelinin müdürünün aklına gelmiyor, sarmaşığı keseyim de Füreya hanımın panosu görünsün demiyor. Bu sergi bitene kadar uğraşacağım ama. Manifaturacılar çarşısıyla da Sheraton’la da, işlerinin etrafını temizlemeliler…

Can Altay'la konuşma (2006 yılında )

BAR YOK, SADECE ŞİŞELER: CAN ALTAY BİLBAO’DA

Önce şu daha önceki projelerden bahsedelim... İstanbul’daki bienalde yanlış hatırlamıyorsam Dan Cameronlu olandaydı... Ve diğerlerini aşağı yukarı anlatalım...
Aslında minibar’la ilgili çalışmalar 2001 yılında Proje4L’nin açılış sergisi Yer-leşmek beraberinde yayınlanan kitapta yer alan söyleşi metniyle su yüzüne çıkmaya başladı. Sonra 2003’te Walker Art Center, Minneapolis’te gerçekleşen “How Latitudes Become Forms” sergisinde ilk yerleştirme halini aldı. Yine 2003’te Temmuz ayında Platform Garanti’deki “Mekan Yaratmak” sergisinde tamamen farklı bir yerleştirmeyle konu üzerine çalışmalar devam etti. Bu iki yerleştirme de güncellenerek “Bar Yok, Sadece Şişeler”de yer alıyorlar.
8.Bienalde yer alan çalışmam ise, <<“Kağıtçıyız” dedi>> isimli yerleştirme. O aslında minibar’dan sonra gelen bir çalışma. Gerek kavramsal yapılanması gerekse mekanda yapıtın son şeklini alması açısından benzer kurgulara sahipler, ama ele almaya çalıştığım konuların belli verileri sunarak yapıtı şekillendirmesine çalışıyorum, böylece ister istemez farklılaşıyorlar.
<<”Kağıtçıyız”, dedi>>’deki mesele, şehrin artıklarından geçinen bir kayıtdışı meslek kolunun mensupları olan kağıtçıların, şehirle, artıklarla (yani çöple) ve mevcut sistemle girdikleri ilişkilerdi. Bir de tabii böyle bir konuyu ele alıp üzerinde düşünmeye düşündürmeye çalışan sanatçının kendini konumlandırmasının sorunlarıydı. Sonuçta atık kağıda ve yeniden kullanmaya atıflarla oluşturulmuş bir oda içerisinde, bir video, bir slayt gösterisi, bir animasyon ve muhtelif metinler üzerinden kağıtçılara dair kişisel gözlem ve bulgularımı sunuyordum. İzleyici ise, özellikle metin kısmında uzunca bir masa üstünde deste deste atık kağıda basılmış gündelik kayıtlar silsilesinden kendi anlatısını ayıklayıp zımbalayıp almak suretiyle, yarı rastlantısal bir okumaya sahip oluyordu (ya da benim hedefim buydu diyeyim).
Sonra söz Bar Yok Sadece Şişeler’e gelsin...
Evet, Bilbao’daki sergi ise az önce söylediğim gibi daha önceden sergilenmiş iki yerleştirmeyi elden geçirerek, zaman içinde yaşanan değişimlere işaret eden ve Bilbao’daki “Botellon” denen minibar benzeri oluşuma dair iki ek çalışma ve bir de yeni projeyle oluşturuldu. Bu sergi, ilk kişisel sergim olması, minibarı yeniden elden geçirmemi sağlaması ve oradaki yerel durumla ilişkiye geçen bir sergi olması açısından önem taşıyor diyebilirim.
Ankara’daki minibar fenomeni nedir? Böyle bir fenomen bir tek Ankara’da mı var? Hiç anlamadım... Oteldeki minibar olayı mı kastedilen?
Ankara’daki minibar fenomeni aslında sokakta içki içmekten ibaret, fakat bunu yaparken zaman içinde oluşan bir alt-kültür boyutu var. Yani bu yapılana bir isim koymak, gayri-resmi bir tanım getirmek, benimsemek. Dünyanın pekçok yerinde sokakta içiliyor, ama minibar hem olagelişi hem de benimsenişi açısından farklı birşey.
İspanya ve bar ilişkisi de gayiba söz konusu yani onların bara gitme alışkanlıkları...
Aslında İspanya ilişkisi bardan çok onların “botellon” yani “büyük şişe” olarak adlandırdıkları bir olay üzerinden gerçekleşiyor. Botellon’da da bir bar sözkonusu değil, sadece şişeler. Herkes kendi içkisini kendi alıyor getiriyor. En temel fark mekansal, Botellon meydanlar, büyük avlular gibi mekanları benimseyebilirken, minibar çok daha sıkışmış alanlarda, sokakla apartmanlar arasında yer buluyor. Tabii Botellon’un da çeşitleri var, yaşı tutmayan gençleri şehir merkezine bağlanan bir ara sokakta sıkışmış doluşmuş olarak buluveriyorsun. Hele biz oradayken yağmur yağıyordu ve inanılmaz bir durum oluştu, bütün bu gençler bahsettiğim ara sokaktaki binaların cephelerine yapıştı, ama kalabalık bir topluluktan bahsediyorum, bir yandan yağmur, biz de oradayız tabii, binalara teğet, ama kimse terketmedi, bütün çocukların ellerinde koca pet şişelerde yaptıkları kokteyller.
Bir de serginin açıldığı gün Bilbao’da Botellon resmi olarak yasaklandı, bu da ilginç, “Botellon’u yasaklıyoruz” dedikleri anda tanımış oluyorlar, ve tehlikeli / sakıncalı bir olgu olarak sınıflandırmış oluyorlar. Yani resmi olarak var edilip, yok edilmeye çalışılıyor. Bu tip eylemlerin resmi kurumlarla olan ilişkileri çok ilgimi çekiyor. “Kağıtçılar”daki sistem ilişkisi de bana bu açıdan önemli geliyor.
Öte yandan gazetelerin ön sayfalarında Botellon yasaklanıyor haberleri varken kültür sayfalarında da Minibar haberlerinin yayınlanmış olması da serginin zamanlaması açısından ilginç oldu, sergiye farklı bir aciliyet kazandırdı bu ilişki.
“Şehir mekanına kullanımla atfedilen anlamlandırma üzerinde duruluyor” tam olarak bu ne demek? Bunu güzel güzel açalım...Açarken de sizin genel olarak sergilere olan yaklaşımınızı devreye sokalım ki bu yaklaşımınız hayli eleştirel... Bun şunu da eklemek istiyorum İstanbul’daki sergilerle ilgili de benim birincil şikayetim mekan ilişkisini es geçmesi, mekanın kendisinin de serginin fikriyle birlikte tekrar gözden geçirilmesi gerekliliği... Ki bu konuda bence bunu çözmeyi ve artı mekanla birlikte ona katkıda bulunacak elemanları kurgulamayı sarkis yapıyor...
Minibar’ın bence en çarpıcı yanlarından biri hiçbir şekilde böyle bir umumiliği, biraraya gelmeyi öngörmeden inşa edilmiş bir alanda, yani sıradan bir sokakta, binaların, kaldırımların, kullanılabilecek ne varsa bu elemanların bambaşka bir işlev ve anlam yüklenerek başka bir sosyal mekana dönüşmesi. Bu sadece ve sadece kullanımla oluyor, yani mevcut çevreyi öyle bir kullanıyorsun ki, o kaldırım o duvar bambaşka bir anlam kazanıyor.
Bir sergi kurgularken de benzer fikirlerle hareket ediyorum. Hele ki minibar üzerine bir şey yapmaya çalışıyorsam, öyle bir ortam yaratmalıyım ki izleyici bu mevcut elemanlarla ilişkiye girerek yapıtı şekillendirebilmeli, veya bir müdahale, bir ifade, bir anlamlandırma alanı oluşturabilmeli. Ama bu tamamen izleyiciye dayanan bir iş yapmak değil, kimse dokunmasa bile yapıt kendini var edebiliyor. Başka bir deney de geçen sene Platform’daki Makulleştirme sergisi bünyesinde gerçekleştirdim. Bu sefer benim ortaya koyduğum yapıt, aslında bir önceki sergideki sanatçıların yapıtlarını tekrar biraraya getirmekten ibaretti. Her sergide bir önceki serginin hem özeti, hem belgesi, hem artığı, hem de hayaleti olan bir yerleştirme yapıyordum, ve bu yerleştirmeler üstüste binerek büyüyordu. Hem sergilemeye, hem anlamlandırmaya ilişkin bir denemeydi bu, üçüncü sergide sonlanıp kalktı galeriden.
Mekan sadece fiziksel değil sosyal, ekonomik ve siyasi bir üretim alanı olarak ele alıyorsanız Ankara’yı Bilbao’ya nasıl taşıdınız?
Mekan aslında sürekli üretilen birşey, kentsel çevrenin inşa edilmesi aslında bu üretimlerin sadece ilki, esas bunun üzerine gelen yaşantıyla, sosyal, ekonomik ve siyasi uğraşlarla, çatışmalarla veya birlikteliklerle mekan oluşuyor. Sonra tekrar fiziksel müdahaleler, inşaatlar gelebiliyor, bir kere olup biten birşeyden değil, sürekli tekrar tekrar üretilen bir alandan bahsediyorum. Ankara’yı Bilbao’ya taşımak gibi bir hedefim hiç olmadı, ama minibar’ı bana önemli gelen bu uğraş ve çatışmalarıyla bir örnek olarak alıp, Bilbao’yla (veya sergilendiği herhangi bir yerle) iletişime girebileceği bir düzenleme hedefledim. Her sergide izleyici/katılımcıyla anlamlı bir ilişkiye girebilmenin yollarını arıyorum, bu yüzden yapıt aynı olsa bile hiçbiryerde aynı olmuyor.
Tabii bir de Ankara da çok ilginç... Kentsel alan olduğu gibi modern devlet öznesi tarafından şekillendirilimiş olması açısından her şeyden önce... Bir Saraçoğlu mahalessi o Adliya Sarayı o da galiba Paul Bonatz ya da tüm Kemalettin Bey mimarileri... Biraz bunu da açalım... Ankara, bize modernleşme buyuran öznenin sesiydi ve şimdilerde sizce...
Şimdi şöyle birşey var, yani genel kanı sanki ‘proje-kent’lerin hayat kazanamayacağı yönünde veya Ankara’ya yüklenmekten pek hoşlanılan o bürokratik kimlik, halbuki şehirler yaşayan organizmalar, kurgulandıkları yerde kalamazlar. Modern Ulusun şehrin inşasındaki etkisine değinmeyeceğim, bu bir gerçek tabii. Ve tabii ki fiziksel ve mimari çevre kalıcı ve etkin bir sahadır, ama minibar’da olduğu gibi yüklenen-kaydırılan-yüklenen anlamlar kullanım üzerinden bir dönüşüme sebep olabilir. Devinimi yoksaymak sadece körlük olacaktır, öte yandan her şehre giydirilen kılıflar var, bu kılıfların benimsenme dereceleri ise başlıbaşına bir araştırma konusu bence.
Ankara için ilginç bir örnek var, o da SSK İşhanı, Kızılay’da tek bir bina. Kabuğu yani dışa bakan kısmı devlet, bürokrasi, SSK, nüfus idaresi gibi kurumlara evsahipliği yaparken iç avluya bakan mekanlar tam bir hengame, her türlü gece kulubü, pavyon, türkü bar, rock bar hepsi bir arada, ışık, renk, gürültü, kalabalık. Bu baya etkileyici bir örnek, dıştan kurumsal, bürokratik; içten durumsal, patlamalı...
Ankara minibar ilişkisinin başka bir boyutunu bazı minibar sakinlerinin ağzından aktarayım, bu biraz daha sınıfsal/mekansal boyutu, bunlar Deniz Altay’ın araştırmasından, yerleştirmelerden birinde duvara asılan alıntılardan direk aktarıyorum:
“Evet ama şey de var, Ankara’da hakim olan orta sınıf aile anlayışının getirdiği kısırlık sonucu gençlerin bir arayış içinde olup da bu mekanı türetmesi bence en büyük sebep yani. Bence tanımı bu yani.”
Bir diğer görüş de şöyle:
“Ee, tabii ama nitelik olarak burası herhangi bir Ayrancı mahallesinden farklı değil. Ama burası bir dönüşüm yaşamış. Apartmandan ofise dönüşmüş. Ama baktığın zaman ev planında ofisler; o yüzden enteresan bir morfolojisi var apartman formatında işyeri, öyle olduğu için hayaletleşmiyor. İşyeri gibi değil, böyle domestik bir ortamı var yani. İnsanların kafasındaki fiziksel repertuardan da kaynaklanıyor bu; evimden bir farkı yok şu apartmanın. Nasıl biz eskiden sokağa çıkardık, otururduk top oynardık filan; öyle bir havası var.”
Kentsel alanın kullanımı üzerine gerçekleştirdiği gözlemler sonucu oluşturduğu çalışmalarını izleyici ile etkileşime geçerek anlam ve biçim değiştiren mekansal yerleştirmeler olarak ortaya koyuyor..... İzleyici sergiye nasıl dahil oluyor?
Önden tasarlanmış olsa da izleyiciye bir yetki veriliyor. Yani sanat yapıtının varolmasını sağlayanın izleyici/katılımcı olduğu fikrini de biraz zorlayarak, ayrıca minibar’ın şehir mekanına yaptığı uçucu müdahaleye de atıfta bulunmak üzere, yapıta son biçimini vermek izleyiciye düşüyor. Bunu uzun bir masanın üstündeki alıntıları duvara kendilerince yapıştırmak suretiyle, veya bir çalışma masasındaki kitaplara ekleyecekleri post-it’lerle yapıyorlar. Dediğim gibi kısıtlı ve tanımlanmış, ama her sergide bunu zorlayan ve değiştiren birileri çıkıyor, ve onun açtığı yola devam eden birileri de çıkınca yapıt sapıtabiliyor. Bu bir jest tabii, bir jest olarak da kalıyor, ama yine de yapmaya değer bir jest bence. Bir yol ya da bir alan açılabilirse, bu alanı dolduran genişleten birileri mutlaka oluyor. Bunu da ben “durum üzerinde birileri düşündü” diye algılıyorum, zaten bütün amaç bu.
Sokakta içki içerek sosyalleşmek üzerinden tanımsız mekanlara farklı anlamlar kazandıran “minibar”ı, İspanya’da yaygınlaşan “botellon” (büyük şişe) olarak adlandırılan sokak buluşmalarıyla bağdaştırarak çalışmalarını Bilbao’ya özel olarak yeniden kurgulayan Altay, ayrıca güvenlik aparatları ve alarm cihazlarının sokağa yansıyan ışıkları üzerinde durduğu “güvenlik” isimli film... Bütün bu elemanları teker teker açalım... Lütfen son kez ...
“Güvenlik” yeni bir proje. İlk adımını bu sergiye dahil ettim, sonra büyütmeyi planlıyorum. Bu video yerleştirmesi, çoklu televizyon ekranları üzerinden mekana yayılıyor, hem sergilenen yapıtlara bir bağlaç, hem farklı bir bağlam, hem de biraz daha belirsiz bir eleman eklemek için. Aslında tüm gördüğümüz yanıp sönen ışıklar, alarmlar. Bunlar apartmanların sokağa bakan duvarlarına monte edilmiş aygıtlar, işlevleri hırsızları uzak tutmak. Fakat bir yandan da yarattıkları bir görsellik var ve sokakta çok belirgin bir yer edindiler. Bir yandan şehir, sokak, korku, ışıklar derken umumi mekan ile mahremiyet/mülkiyeti ayırmaları üzerinden, bir yandan da gece, ışıklar (ve bu alarmlar sürekli yanıp sönüyor kırmızı, mavi, yeşil, üçlü, tekli lambalar) derken “barsız minibar” ve “eğlencesiz disko ışıkları” bir araya geldiler. Sonuçta birbirinden bağımsız kurgulanmış iki iş arasında böyle bir bağ oluştu.
Minibar, 2003’te yaptığım dia projeksyonları ve bir okuma masasından oluşan yerleştirme ile hem görsel belge hem kuramsal altyapısını açığa çıkartan çalışmam ve yine Platform’da sergilenmiş olan Deniz Altay ile beraber gerçekleştirdiğimiz saman kağıdına basılı alıntılardan ve fotoğraflardan oluşan bir diğer yerleştirme ile sergileniyor. Deniz’in minibar katılımcılarıyla yaptığı söyleşilerden ayıkladığımız bu alıntılar minibara teklifsiz bir tarih ve tanımlama getiren kısa cümleler ve paragraflardan oluşuyor, izleyici ise bu kağıtları sergi alanına yaymakta, yapıştırmakta serbest bırakılıyor.
Botellon, devreye ses kayıtları ile giriyor, mekanda Bilbao’daki Botellon’larda yaptığımız ses kayıtları sürekli yayınlanıyor. Minibar’a dair görseller ve metinler üzerinde Botellon sesleri hem bir ilişki hem de bir kayma yaratmaya çalışıyor. Yani aslında yapıtın belgesel niteliğini zorlayan; tek bir olgu resmetmektense çok katmanlı bir durum ortaya koymaya çalışan bir sergi kurgulama çabaları bunlar.
Bir de tarihsel süreç var. Minibar başladığında sıradan sokaklar olan yerlerin ticaret/eğlence mahallerine dönüşmesine değindiğim bir ek çalışma daha var. Duvara asılı bir seri fotoğraf ile ticari elkoymayı belgeliyorum. Bunlar en popüler minibar buluşma noktalarını kiralayıp veya satın alıp oralara kafeler barlar açan girişimcilerin mekanlarının fotoğrafları. Yani hizmet sektörünü aradan çıkartan bir durum olarak minibar, yine hizmet sektörünün dikkatini çekerek yeni işletmeler açılmasına sebep oldu. Bu tabii minibar’ın taşıdığı potansiyellerin ters yöne kaydığı bir durum, minibar hala devam ediyor, ama sokak artık barlar sokağı oldu. Hatta bu barlardan birinin adı minibar! Bu da alıştığımız ticari olanın sosyal mekana elkoyma sürecinin bir tekrarı. Ne şekil alacağını ben de merak ediyorum.

Arzu Başaran'la söyleşi (Maduniyet Halleri sergisi üzerine)

Sanat, bir kutunun içinde onu bekledi



Arzu Başaran, uzun bir aradan sonra Maduniyet Halleri sergisiyle geri döndü. Mac Art galerisindeki sergi, özel istek üzerine Mayıs sonuna kadar uzatıldı. Başaran’ın son sergisinde temsili olan figürden vazgeçtiği gibi onun fiziksel olarak da yokluğuna işaret etmesi dikkat çekici. Sanatçının, figüre yüklediği anlamı, bireye olana inancıyla birlikte düşünmek gerekiyor. Kağıttan parça parça çözülen bu figürler, bireyin koşullar karşısında parçalanmasını, bir türlü temsili olana gelene kadar fiziksel olarak var olamadığını ifade ediyor…


Maduniyet eşik hallerine kadar uzun bir ara… Neticesi ne oldu dersiniz ara vermenin?
Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor. Son sergim ile bu sergi arasındaki beş yıllık süre, benim isteğimin dışında oluşan özel nedenlerden dolayı oldu. Geçen bu süre içinde atölyede bir sürü farklı çalışma denedim. 2008 için başlamış olduğum sergiyi iptal ettim özellikle… 2007 Ocak ayı benim için bir dönüm noktası oldu. Çok sevdiğim bir dostumuzun, Hrant Dink’in trajik bir biçimde yok olması beni ister istemez sanatın dışındaki fazlasıyla gerçek bir alana itti. Bu zorunlu ara zaman geçtikçe beni hayatla, hakikatle ilgili başka farkındalıklara sürükledi. Bütün bunlar, tanıklıklarım bu sergimin gövdelerini oluşturdu diyebilirim.
Üretmediğiniz süreçlerde suçluluk duydunuz mu?
Hayır, duymadım. Çünkü, hayatımdaki önem sırası bir süre için yer değiştirmek zorundaydı, aksi takdirde bana ihtiyacı olanların yanında güçlü duramazdım. O zamana dek hayatımın büyük bir bölümü kaplayan sanat faaliyeti bir süre için ayrı bir kutunun içinde beni beklemeliydi. Bu dönemde yoğun ve farklı yaşadım sanat hayat ilişkisini. Zaten etrafta olup bitenlerden yansıyanlar, algılarımız da, sanatın ve oluşacak sanat dilinin içini doldurmuyor mu? Günümüz sanatında, bütün bunlardan bağımsız, sadece plastik sanatların meseleleri ile var olan bir sanat anlayışı ile üretmek pek mümkün değil. Hayatla, yaşadığımız koşullarla iç içe, yan yana var olabilen ve kendi dilini farklı disiplinlerle dinamik hale getiren bir ortamdayız.
Üretmeye karar verdiğinizde mesela bu sergiyi çıkarırken duygu durumunuz nasıldı? Korku mesela…
Üretmek mesele değil, ürettiklerinizi belli bir mantık içinde seçtiğiniz teknik ile de anlamlandırıp bir sergi düzeninde ortaya çıkarabilmek önemli. Duygularıma gelince… Korku değil ama bir gerilim hattında iniş çıkışları şiddetli bir biçimde yaşadım diyebilirim. Sonrasını tam kestiremediğim bir süreç ile başladı bu sergi, çünkü bir çeşit mekan düzenlemesi planlamıştım. Boşluğu da işaret eden çerçeveden sıyrılan, koparılan formlar, gövdelere dönüşmeliydi. Benim için yeni bir sergi anlayışı vardı ortada, bu sebeple de oldukça gergin bir 2 yıl geçirdim. Figürle aranız sanki açılmış gibi geldi bana bu sergide… Artık böyle varlığına değil de yokluğuna inanıyorsunuz gibi… Figür olamıyor diye düşünmüşsünüz. Bireyin olamaması… Buna uygun bir zemin yok gibi… Siyasi ve toplumsal koşullar, yaşadıklarımız sizin bireye olan inancınızı mı zedeledi?
Evet, belki de bir anlamda doğru bir tespit bu. Bedenleri oluşturmaya çalıştıkça onlar beden olmak istemiyorlardı. Bir yandan ben kağıtları kopararak onlara form vererek var etmek istiyordum. Öte yandan onlar tam bir beden olmamak için kopuyorlardı. Bireyin olamaması, benim vurgulamak istediğim insanın hallerine dönük bir seçim aslında. Yaşadığımız toplumda tam da böyle bir zemin oluşmuş tarih boyunca… Yakın tarihimizde de bu hala böyle. Özne olarak görülmeyenler, kimlik parçalanmaları, arada kalma hali, bundan ötürü yırtılmalar, fark etmediklerimiz. Sosyal bilimlerin alanından ödünç aldığım maduniyetin anlamlarından biri olan, bölük pörçüklüğü uygun buluyorum bu hali ifade etmek için. Tam tersi bireye inancımın azalmasını değil, hakim bakışın yıllardır birey olarak görmediklerini göstermek istedim ben... Bu sebeple kağıtları kopararak oluşturduğum gövdeleri giderek daha da eksilterek, hafifleterek incelttim onları, uzuvlarını tamamlamadan düzenledim.
Bu sürecin İhlal sergisiyle başladığını söyleyebilir miyiz? İhlal, politik bir sergiydi. Sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Evet, İhlal sergisi daha çok sosyal bir projenin sanat yoluyla etkili hale gelmesi içindi. Orada kullandığım yöntem daha çok bilinen, yapılan bir teknikle oluştu. Bir de medya eleştirisi vardı tabii. O sergi bittikten bir süre sonra yüzü olmayan sadece çizgi ile yaptığım bedenlerin bir kısmının içlerini keserek boşaltım, bu sergiyi hazırlarken onlarla bir ilişki kurduğumu düşünüyordum aslında…
Bu sizin deyişinizle “bölük pörçük figür kalıntıları”nın kırmızılıkları gerçekten kandan yapılmış gibi bir his yaratıyor. Gerçek kan kullanmayı düşündünüz mü?
Aslında kan öncelikle şiddeti, acıyı ve ölümü çağrıştırıyor, ancak bir de kanı taşıyan damarlar var, yaşamak için gerekli olan damarlar. Ben kırmızıyla hem gövdelerin özne olarak görülmesini vurgulamak istiyorum hem de sesi olmayanın yaşadığı parçalanmışlığı ve şiddetini işaret etmek istiyorum. Gerçek kan kullanmak çok birebir anlam taşırdı benim için.
Genç kadın sanatçıların çok üretken olduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu sizi nasıl etkiliyor?
Beni etkileyen sanatçıların cinsiyetini pek düşünmedim bu güne kadar. Ama böyle sorunca ilk aklıma gelen çok güçlü bulduğum Leyla Gediz, Neriman Polat, Canan Şenol gibi sanatçıların işlerini takip ediyorum.
Kadın sanatçı erkek sanatçı ayrımına inanmaz mısınız?
Hayır, hiç böyle bir ayrımım olmadı. Sanatın içinde böyle bir ayrımı anlamlı bulmam. Ama ayrımcılık yapanlar yüzünden tarih boyunca kendini ifade edememiş kadın sanatçılar olduğunu tabi unutmuyorum.
Kendinizi feminist olarak tanımlar mısınız?
Hayır, kendimi feminist olarak tanımlamam. Ancak bu kadınlara yapılan haksızlıklara, baskılara ve şiddete sessiz kaldığım anlamına gelmez, tam tersi en çok hassas olduğum meselelerden biri de budur.
1980’li yılları nasıl hatırlıyorsunuz? 1980’li yıllarda toplumsal eleştirinin karşısına, siyaset dışında kalan, bireysel serüveni ortaya çıkaran, tabuları konu edinen bir üretim çıktı mı? Eğer çıktıysa bu üretimin ne kadar parçası olduğunuzu düşünüyorsunuz bugün?
Tabii bir miktar oldum. Bundan kaçmak, bundan bağımsız olmak mümkün mü? 1980’ler darbe sonrası yasaklarla dolu içe kapanan bir ülkede, uzun zaman normal bir siyasetin olmadığı yıllar… Benim öğrenciliğim de bu bir döneme denk geldi. Demokrasinin olmadığı, düşüncenin hapsolduğu yıllarda sanat da, olmayan siyasetin ve askeri yönetimin gölgesinde nasıl olabilirdi ki? Ancak, özellikle Almanya’da başlamış olan yeni dışavurumculuk o zamanın gençlerini gecikmeli de olsa etkiledi diye düşünüyorum. Evet, ben de böyle yasaklı geçen yıllar içinde bireysel olarak kendimi ifade etmeyi, dışavurumcu bir üsluba yakın durarak oluşturdum. Özgürlüğün olmaması, etrafta yaşananlar, beni gençliğin de etkisiyle biraz öfkeli, hırçın biraz da sert yaptı. Yaptığım sanat da bundan payını aldı sanırım.
Geçmişle bir hesaplaşmanız olduğunu mesela? Resminizde neyi yapmak istemiyordunuz? Neyin peşindeydiniz en çok?
Sözünü ettiğim baskıcı ortam ve sonrası beni daha bireysel bir bakış açısına yöneltti. 1990’lar ve yeni oluşan galeriler, bienaller, kurumsal mekanlar genç sanatçıların da cesaretle ortaya çıkmasını sağladı. Ben de o rüzgarın içinde kimi zaman girdaplara, kimi zaman büyük tuvallerle ifade ettiğim vajina, var olmak gibi anlamlandırdığım soyutlanmış formlara, kimi zamanda boşlukta asılı duran hayvan figürlerine doğru yol aldım. Resimlerimde birebir, dolaysız bir anlatım, hiç istemediğim bana çok uzak bir bakış oldu. Gerektiği yerlerde resmin sınırlarının dışına da çıktım. Hep aynı malzemeye bağlı kalmak çok sevdiğim bir şey değil. Malzeme değişse de alttan ilerleyen bir sanat dili oluşturmak önemli. Teknik değişir, bazen fotoğrafa bazen filme bazen de çizgiye ihtiyaç duyarsınız, seçtiğiniz kavram hissettiklerinizi ve vurgulamak istediklerinizi malzemenin farklılığı ile derinleştirir, ben de bunların peşindeyim işte…
Hale Arpacıoğlu, Fuat Acaroğlu, Murat Sinkil gibi sanatçılar, bu yıllarda aktiftiler. Şimdi yoklar… Bu kesintinin nedeni neydi sizce? Siz de uzun bir ara verdiniz ama hiçbir zaman bırakmadınız. Bırakmayı düşündünüz mü?
Herkesin farklı tercihleri oluyor. Ama ortada gözükmemeleri onların üretmedikleri anlamına gelmeyebilir, bazen sadece sergi yapmaya ara vermiş olabilir sanatçılar, dolayısıyla üretmeyi bırakmamış da olabilirler. Bana gelince başta da söylediğim gibi benim ara vermem tamamen özel sebeplerden dolayı. Kaldı ki zorunlu da olsa sergilerin arasını bazen böyle açmak, hayattan, yaşananlardan bir çok şey biriktirmenizi sağlıyor, geriye çekilip uzak açıdan olan bitene bakmak farklı bir derinlik ve perspektif getiriyor sanatla olan ilişkiye. Bırakmak ise hiçbir zaman söz konusu olmadı benim için.
Bugün çağdaş sanat hiç olmadığı kadar popüler, pazarlanır, iyi kötü bir pazara sahip, uluslararası dolaşımda… Bu olumlu koşullar size nasıl görünüyor?
Çağdaş sanata olan talep, tuval resminin dışındaki alternatiflerin de kabul görmesi önemli gelişmeler. Geç de olsa böyle bir dinamiğin fark edilmesi, genç sanatçıların kendilerini sürekli kılmaları açısından da önem taşıyor sanırım. Ancak uluslararası dolaşımdan söz ederken yapılan sergileri kast ediyorsanız evet, eskiye oranla daha umut verici bir hareketlilik var, ancak çağdaş sanat müzayedeleri için aynı şeyi söylemek zor. Aniden yükselen fiyatların gerçekliği, uzun vadede nereye doğru yol alacağı biraz karanlık geliyor bana. Bekleyip görmek lazım. Bir de müzayedelerdeki satış fiyatları, galerileri nasıl etkiliyor, ona da bakmak gerekir. Ben ise halimden memnunum. Alternatif sergi mekanlarının varlığı, genç sanatçıların enerjileri, onların giderek uluslararası alanda daha çok fark edilmeleri gelecek için umut verici geliyor bana.
Nişantaşı galeri mekanları tam olarak kamusallaşamayan mekanlar. Apartman içinde çoğu. Özel bir yere gider gibi gidilen… Özel dairelerden devşirme. Eşikte mekanlar yani…. Serginin ismi maduniyet halleriyle bu kamusallaşma sancısı çeken galeri mekanının nasıl bir etkileşime girdiğini düşünüyorsunuz?
Sadece Nişantaşı değil Beyoğlu da çok farklı değil bu mekanlar açısından. Daha önce dükkan, banka olan ve sonra galeriye dönüştürülen giriş katlarını da saymak lazım. Belki zamanla sadece sergi mekanları olarak daha fazla yer açılacak ve kendi özel alanlarını sadece galeri olarak oluşturacaklar diye düşünüyorum.

Evde Konuşmalar kitabından Beşir Ayvazoğlu söyleşisi

BEŞİR AYVAZOĞLU

“BİZİM DEDİĞİMİZ BİZİM OLMAYAN BİR KÜLTÜRDÜR”




“Şimdi tabii Anadolu geleneği diye çok geniş bir gelenek var. Türk-İslam bunun içinde var ama gelenek dediğiniz zaman o kadar geniş bir alandan söz açıyorsunuz ki… Mesela Hitit'i nereye yerleştireceksiniz? Cemal Tollu, Hitit'le çok ilgili bir gelenekçi sanatçıdır doğrusunu isterseniz. Bizans'ı, Roma'yı, eski Anadolu uygarlıklarını nereye yerleştireceksiniz geleneğin içinde o halde? Ben geleneğin şu kısmıyla ilgili olanı bir araya getirdim, demeli. O kadar… Gelenek büyük bir başlık.”
Hüsamettin Koçan

Ayşegül Sönmez- ”Sanat ve kültür adına sözü edilebilecek eserler ortaya koyanlar varsa, onların her şeye rağmen üzerinde oturduğumuz devasa kültürle herhangi bir şekilde ilişki kuranlar olduğunu söylersem, büyük bir iddiada mı bulunmuş olurum? Bu bizim ülkemiz ve bizim hayatımız; onları elbirliğiyle güzelleştirmeye mecburuz!” diyorsunuz bir yazınızda... Üzerinde oturduğumuz bu kültürden neden hep taşınmak istedik?

Beşir Ayvazoğlu: Üzerinde oturduğumuz kültürden niçin taşınmak (kaçmak) veya kurtulmak (yıkım) istedik? Bu önemli biri sorudur. Cevabının basit olduğunu sanmıyorum; fakat kestirme bir cevap aranırsa, kolonyalizmin sağladığı ekonomik büyüme, teknolojik ilerleme ve sanayi devriminin Avrupa’ya sağladığı avantajlar yüzünden yaşadığımız askeri yenilgilerin ve sürekli geri çekilişin yarattığı psikolojik çöküşten, yılgınlıktan söz etmek mümkündür. Yönetici zümre ve entelijansiya, Avrupa’nın bizi geri püskürten ekonomik ve teknolojik üstünlüğüyle sosyal ve kültürel organizasyonu arasında deterministik bir ilişki kurmuş, mesela suçu toplumu uyuşturduğunu düşündükleri eski musikiye yüklemiş, tiyatromuz, operamız, polifonik müziğimiz olursa, yazıyı sağdan sola değil de, soldan sağa doğru yazarsak, eski binaları yıkıp düz caddeler açarak eğri büğrü sokaklardan kurtulursak ilerleyeceğimizi zannetmişlerdir. Bunun tabii sonucu, ilerlememizi engellediği düşünülen bütün değerlerden –çok zaman Vandalizm ölçülerine varan- bir kurtulma gayretidir. Bu gayreti gösterenler ne benimsemek istedikleri medeniyetin iç dinamiklerinin farkındaydılar, ne de kurtulmak istedikleri kültürün değerinin...

- “Yani ‘eve dönüş’... Dönüşte evinizi beğenmeyebilirsiniz, giderken bıraktığınız ev artık ihtiyaçlarınıza cevap vermiyor olabilir. O halde onu ya -yeni ihtiyaçları da göz önüne alarak- restore eder yahut temelleri üzerine yeni bir ev inşa edersiniz! İçinde yaşayabileceğiniz yeni bir ev! Yeni bir estetik!” Bu sözleriniz hemen Baksı Müzesi’ni akla getiriyor. Hüsamettin Koçan'ın kendi doğduğu köye müze yapması bir eve dönüş olarak okumak gerekiyor sanırım... O bölgenin ihtiyaçlarını göz önünde bulunduran bir müze... Ehramlarıyla sergiyi gezen köyün kadınları da bunu doğruluyor. Başka eve dönüş örnekleri var mı?

B.A: Baskı Müzesi’ni ne yazık ki görme imkânı bulamadım. Basından takip edebildiğim kadarıyla, Hüsamettin Bey’in hayata geçirdiği bu projenin bir “eve dönüş” projesi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. “Günümüz sanatı ile geleneksel sanatı ortak bir zeminde buluşturarak sanatı ve kültürü yaygınlaştırmayı” amaçlayan bu projenin bir model oluşturacağını ve zaman içinde yeni projelerin hayata geçirileceğini tahmin ediyorum. Sadece plastik sanatlarda değil, mimari, edebiyat, musiki, tiyatro ve sinema gibi alanlarda da -başarılı olmuş veya olamamış- çok sayıda “eve dönüş” projesinden söz edilebilir. Yıllar önce yazdığım Geleneğin Direnişi adlı kitabımda aslında bu çabaların bir değerlendirmesini yapmak istemiştim.

- Gelenek nasıl kendini yenileyebilir? Bu mümkün müdür?
B.A: Gelenek aslında tarif edilmesi çok zor, herkesin farklı anlamlar yükleyerek kullandığı bir kavramdır. Ben kendi anlayışıma en yakın tarifi T.S. Eliot’ta bulduğumu birçok defa dile getirdim. Bildiğiniz gibi, Eliot, “Şair ve Gelenek” yazısında, bir şairin yahut yaza­rın geleneğe sahip olabilmesi için önce tarih şuuruna sahip olması gerektiğini söyler. Tarih şuuru, geçmişin aslında geçmemiş olduğunun farkına varmak, daha açık bir ifadeyle, geçmişin hal’de de var olduğunu bilmektir. Böyle bir şuura sahip olan sanatçı, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz; eserinde bütün bir geçmiş yeni bir anlam ve yeni bir ifade kazanmış olur. “Geçmişin hal içinde varlığını hissetmek, sınırsızı sınırlı olanda, yani bugünde bulmak bir şairi yahut yazarı gelenekçi yapar” diyor Eliot; böyle bir şair veya yazar hem bu anlamda gelenekçidir, hem de çağının şuurunu ifade etmesi bakımından modern. Elbette tarih şuuru, muhte­şem zaferlerden dem vurmak, mefahirden söz etmek, başka bir deyişle, tarihi sırtında ağır bir yük olarak taşımak değil, itici bir güç olarak hissedebilmektir. Geçmişi tekrarlayarak gelenekçi olunmaz. Mesela bir mimar eskiden kullanılmış mimari elemanları tekrarlayarak veya bir şair bugün gazel yazarak gelenekçi olamaz; ama mimar öyle bir eserler yaratır, şair öyle bir şiirler yazar ki, ortaya koydukları eserler hem kendi çağlarının şuurunu ifade eder, hem de bütün bir geçmişin birikimiyle alışveriş halindedir. Ancak böyle bir süreç, ciddi kültürel kırılmalar yaşamayan toplumlarda sağlıklı işleyebilir. Bizim -yaşadığımız ciddi kırılmalar ve travmalar yüzünden- içinden geldiğimiz, üzerinde oturduğumuz kültürle ilişkimiz çok problemlidir. Hatta problemin ötesinde bir durum bu. “Bizim” dediğimiz, aslında artık bizim olmayan, dışına ve uzağına düştüğümüz bir kültürdür. Bu kültüre sahip çıkanların bile onu ne kadar temellük ettikleri tartışılabilir. Kendi kültürümüzü yabancılar gibi öğrenmek zorundayız. Ancak bu öğrenme sürecinde kullandığımız araçlar, kavramlar, terminoloji vb. hep yabancı. Dolayısıyla geride bıraktığımız ve bizim olduğunu varsaydığımız kültürü öğrenirken aslında onu farkında olmadan oryantalistler gibi yeniden şekillendiriyor, çarpıtıyoruz. Elimizde kapıyı açacak anahtarlar yok. Eğer sizin kültür, düşünce ve estetik dünyanızı gelenek belirlememişse, onu sonradan öğreniyorsanız, yaptığınız bir çeşit oryantalizmdir. Bu topraklarda yeşermiş ve asırlarca yaşanmış kültüre özellikle aydınların ne kadar yabancılaştığını anlamak için etrafınıza şöyle bir bakmanız yeter. Peki, bu kültürle ve gelenekle yeniden bağlantı kurmak mümkün mü? Mümkün elbette. Hiçbir kültür büsbütün yok olmaz. Bizim kültürümüz işte burada, kütüphane raflarında, arşiv depolarında, mimari eserlerde, şehir dokularında, hatta mezarlıklarda... Eğer bu kültürün dilini öğrenip şifrelerini çözerek derinliklerine nüfuz edebilirseniz, onu sevebilir, benimseyebilirsiniz. Bizim şansımız elbette yabancılardan daha fazla. İçimizde bir yerlerde inci tellerle bu kültüre bağlıyız. İstesek de, istemesek de… Ben, bu toprağın kültürüne ve değerlerine kendilerini en yabancı hisseden aydınların içinde bile, bu kültürün, bir vicdan azabı gibi konuştuğundan, derinlere yürümüş bir kıymık gibi sürekli rahatsız ettiğinden eminim.

- “Geleneği ve estetiği yeniden üretmekten ne anlamalıyız?

B.A: Bu coğrafyada bin yılda oluşmuş bir kültür var; tuhaftır, bu kültürün bazı tezahürleri insanları korkutuyor. Bir defa, kendi kültürünüzden korkmayacaksınız; bu topraklara ayağınızı sağlam basacak, onu sevecek, anlamaya, dilini sökmeye, sembollerini çözerek arka planına nüfuz etmeye, estetiğini çözümlemeye çalışacaksınız. Dedim ya, Avrupa’da kabul görmek için “gelenekten yararlanma iddiasıyla” alelacele yapılan işlerle pat diye oryantalizmin kucağına düşme tehlikesi vardır. Yani önce keşif süreci, sonra yaratma... Tabii bu da yeterli değil; bir de içinde yaşadığımız çağ var. Dünyada sanat ve kültür adına neler olduğunu öğrenecek, sonra ikisinden hareketle yeni bir şey ortaya koyacaksınız. Yani bugün, modern sanatı yok sayarak gelenekten yeni bir şey üretmek mümkün değil. Soyut sanat akımlarını, kavramsal sanatı, günümüzde sanat adı altında yapılıp edilenleri takip etmeden gelenekten bir şeyler çıkarıp alamazsınız.