haluk akakçe söyleşi ve yazı

Tanımlarla Tanım’ı anlatmak

Haluk Akakçe’yi tanımlayamamak

Ayşegül Sönmez – 17 Ekim 2007

Mevlana, içinde semazenlerin de yer aldığı Mevlevi tarikatını kuran, dönerek yaptıkları “Sema” dansını biçimlendiren bir şair ve sufiydi. Mevlevi geleneklerine göre “Sema”, zihinsel ve sevgisel yollardan geçerek, ruhani bir yükselişle “Mükemmel”e doğru yapılan mistik bir yolculuğu temsil eder. Bu yolculukta, arayışta olan kişi, sembolik olarak gerçeğe doğru döner, aşkla gelişir, egosunu geride bırakır ve “Mükemmel”e varır. Yolculuktan olgun bir biçimde geri döner. Böylece bütün yaratım sürecine aynı şekilde sevgisini sunabilir.” Haluk Akakçe

“Güzellik varlığın yasalarına uyum ile dolayısıyla yapılanın iyi yapılması ile oluşur. Varlığı, tabiat yasalarını ve bütünün yüceliğini kavramak için bilgi ve seziş gereklidir. İnsanın seziş ve bilgisinin sınırlılığı eserine yansır. İnsan eliyle yaratılan güzellik sınırlılığın güzelliğidir. İnsan ürününün sınırlılığı ve suniliği onun tabiiliğidir. Bu sunilik varlığın yasalarının reddi olmayıp bu yasalara saygı ile uyumun tabii sonucudur. İslam kültüründeki biçimin berraklığı, sezişin ve bilginin sınırlılığı konusundaki bilincin sonucudur. Bu berrak ve ışıklı dünya, mimari, tezyinat, minyatür ve bütün diğer alanlarda görülür.” Turgut Cansever

“Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Sahavet ve cömertlikte akarsu gibi dol,
Tevazu ve maluliyette toprak gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol...”
Mevlana Celaleddini Rumi

1970 doğumlu Haluk Akakçe, Ankara Bilkent Üniversitesi İç mimarlık bölümünü bitirdikten sonra Chicago’da sanat okudu. Türk izleyicisi onu Paolo Colombo küratörlüğündeki 6. Uluslararası İstanbul Bienali'nde keşfetti. Bu tanışma, Platform Güncel Sanat Merkezi'nde açtığı 'Hiç' başlıklı ilk sergisi ve Galerist’de açtığı ikinci sergisi 'Blood Pressure/ Kan Basıncı’ ile pekişti. Akakçe, 2002 yılı geldiğinde çoktan Amerika ve Türkiye'de toplam 15 sergiye imzasını atmıştı. 2004 yılında Milano’da Galleria Massimo De Carlo’da ‘Come To Me / Bana Gel Ve Gece Bizim Olacak’ başlıklı sergisini, 2005 yılında Berlin’deki Galerie Max Heltzer’de açtığı ‘Tomorrow Is Another Day / Yarın Başka Bir Gün’ başlıklı sergisi takip etti. Sanatçı Las Vegas valisinin davetiyle 2006 yılına damgasını vuran projesi Sky is the Limit’i Fremont Caddesi’ndeki Viva Vision ekranında gösterilmek üzere yaptı. Bu, Las Vegas'ta şehir merkezinde başınızın üzerinde yer alan, dört blok boyunca devam eden, dev ekranlardan oluşmuş bir kubbeydi adeta. Bu yıl ise mimarisini çağdaş sanatla bütünleştirmek isteyen Maison Louis Vuitton Champs-Elysées, onun eserlerini sergilemeye karar verdi. Haluk Akakçe, ‘Definition /Tanım’ adlı sergisiyle her zamanki gibi geçici olanın içindeki sonsuzu arıyor. Onu göze hitap eden, gözü okşayan, gözü doyuran imgelerle yapmaktan kaçınmıyor. Gözü tasarlamaktan çok gözü okşamak isteyen imgeler, ister hareketli ister sabit olsunlar, tinsellik peşindeki anı kovalayan imgeler. Bir imge hem gündelik hem de gün dışı, güneş dışı, doğa dışı olabilir mi? Londra’ya taşınıp hayatı moda ikonu Isabella Blow’u tanımasıyla değişen Haluk Akakçe, rock starlardan tutun, Naomi Campbell, Simon Le Bon’a kadar kendini ünlülerin dünyası içinde bulmuş. “Çok sürreal, hiç bir araya gelmeyecek insanlar bir araya geldiğinde çok iyi şeyler çıkıyor. Ben popüler kültürle ilgileniyorum. Ben zamanımın sanatçısıyım” diyen Haluk Akakçe, sadık bir Grace Jones ve Bryan Ferry tutkunu. Roxy Music’in Love is the drug parçası da sanatın hayatı nasıl uzatabildiğini anlatan en güzel parça. O şarkıda eğer uyuşturucu aşksa, Akakçe için sanat öyle... Sanat, zamanı uzaltan, kısan, çoğaltan, anın içindeki diğer tüm göremediğimiz anlara işaret eden, dokunmak istediklerimize bizi dokunduracak kudrette bir uyuşturucu. O anlamda sanat hem bir uyarıcı hem de bir uyuşturucu. Akakçe, uyarmayı değil çoğu kez uyuşturmayı deniyor. Tanım sergisindeki yapıtları tıpkı Las Vegas kentinin üzerine örttüğü imgeler örtüsü gibi en çok bunu yapıyorlar. Uyuşturuyorlar. Akakçe, bir sanatçının hissederek ve kendi içinden geldiği için bir işi üretmesi gerektiğine inanıyor. Ona göre sanatçının üretim nedeni, topluma bir şey göstermek, ispat etmekse bunu kendi varlığını içine atarak yapması gerekiyor:

“Bence politik sanat adı altında fotoğraf makinesi alıp çarpık kentleşmeyi, başörtülü kadınları çekip duvara koyan kişiler, sanatçı değiller. Bunun çok daha iyi örneklerini televizyonda, gazetelerde görüyoruz zaten. Sanatçı sadece ürettiği işte, kendi tarihini, bilgisini, tecrübesini, ümitlerini, mutluluğunu, sevgisini içine kattığı zaman ve kendine ait bir dili ile bunu anlattığı zaman özgün bir iş yapmış olur. Son on yılda ortadoğu ülkelerine ilgi artmaya başladı. Documenta’lar olsun, bienaller aracılığıyla, küratörler, egoları yüzünden, daha aykırı olabilmek için politik sanatı ortaya koydular. Bu genç nesil için hiç iyi olmadı.”

Tanım sergisindeki rölyefler, tanımsızlığın her bir izleyicinin görüntüsünün işlerdeki aynalara yansımasıyla değiştiği, mobil görüntülerin artarak, ona bakanları çoğalttığı yüzeylerden oluşuyor. Bu yüzeylere giren herkes, kendi kendinin parçalanışına, bütüncüllüğünün yerle bir edildiğine tanık oluyor. Böylelikle Akakçe’nin ilham aldığı Mevlana’nın birlik duygusunun çözülüşünün de öznesi olunuyor. Bu, tanımı paralayan, aynalarla bunu yapan yüzeyler, birlik yerine bütün kimliklerin çözülüşüne, büyük bir parçalanmaya, parçaların kendi başlarına birer kimlik adaları olmalarına işaret ediyor. Rölyeflerin karşısına geçen herkes, yeniden ve yeniden baktıkça, görüldükçe tekrar tekrar tanımlanırken, yeni imgelere hem vesile hem de imgenin kendisi olma serüveninden geçiyor.

Serginin en büyük özelliği, Haluk Akakçe’nin hemen hemen bütün sergilerindeki maharetini yinelemesine izin vermesi... Akakçe’nin mahareti her seferinde o sonsuz mekan duygusunu vermedeki kusursuzluğu. Akakçe, bu duyguyu sağlamak amacıyla tüm hacimleri işletebiliyor. Gerek video filmlerini, gerek rölyeflerini, farklı yönlere doğru bir bina gibi kurguluyor, bir lego gibi yerleştirdiği açıklıklar ve kapalılıklarla, mimari bilgisini izleyicinin algısıyla tamamlanacak bir biçimde kullanıyor. Değişenlerle değişmeyenlerin büyüleyici ilişkisindeki kontrolü elinde bırakmazken bu hakimiyetinin izleyiciye yansımasının özgürlük duygusu olmasını nasıl sağlıyor? İşte bu da onun sırrı ve başarısı olmalı.

Serginin başyapıtı, hüzünlü bir senfoni tadındaki, şiirsel ve kötümser, lirik ve net, içimizdeki arka kara bahçeye işaret eden Bahçe videosu. Bahçe, belki de her zaman ölümsüzlüğü arayan ve uyuşturma ustası olan Akakçe’nin kendi ölümlülüğüyle ilk kez yüzleştiği bir içerik-biçim anlayışına sahip. Trajik yazgımızı ertelemiyor, unutturmuyor ama belgelemiyor da...Ölümlülüğümüz içindeki o bahçeyi tasarlama cesaretini ve o bahçenin kazanabileceği sonsuz olasılıklara sahip veçheyi bize gösteriyor. Bizi gördürüyor. Görmek istemek istediklerimizle de görmek için ayrı ya da uzak düştüklerimizle de...

“Balet çocuğu sen, 365 Haluk...”

Ayşegül Sönmez

Seyrantepe mahallesi Gül sokaktaki marangozhanede geçen geceli gündüzlü dördüncü günün sonunda işçiler, Haluk Akakçe’nin bir sürpriziyle karşılacaklardı. Akakçe, arkadaşı Hüsnü Şenlendirici’yi sergiyi yetiştirmek için çalıştıkları mekana çağırmıştı. Akakçe’nin tasarladığı panoları marifetli elleriyle doğrayıp şekillendiren, hayatında ilk kez işe yarayan bir eşya yerine sanat eseri tasarlayan Cemal Usta, Şenlendirici’den Barış Manço’dan Gülpembe’yi çalmasını istedi. Şenlendirci parçayı sanat eseri üreten işçilere çalarken işçiler de ellerinde cep telefonları bu anı görüntülemeyi ihmal etmedi. 1970 doğumlu Haluk Akakçe, Ankara Bilkent Üniversitesi İçmimarlık bölümünü bitirdikten sonra Chicago’da sanat okudu. Türk izleyicisi onu Paolo Colombo küratörlüğündeki 6. Uluslararası İstanbul Bienali'nde keşfetti. Bu tanışma, ilk sergisi 'Hiç', başlığındaki Platform Güncel Sanat Merkezi'nde açtığı sergisi ve Galerist’de açtığı ikinci sergisi 'Blood Pressure' (Kan Basıncı) ile pekişti. Akakçe, 2002 yılı geldiğinde çoktan Amerika ve Türkiye'de toplam 15 sergiye birden imzasını atmıştı. 2004 yılında Milano’da Galleria Massimo De Carlo’da ‘Bana gel ve gece bizim olacak’ başlıklı sergisini, 2005 yılında Berlin’deki Galerie Max Heltzer’de açtığı sergi takip etti. Sanatçı Las Vegas valisinin davetiyle 2006 yılına damgasını vuran projesi Sky is the Limit’i Fremont caddesindeki Viva Vision ekranda gösterilmek üzere yaptı. Bu, Las Vegas'ta şehir merkezinde başınızın üzerinde yer alan, dört blok boyunca devam eden, dev ekranlardan oluşmuş bir adeta bir kubbeydi. Bu yıl ise mimarisini çağdaş sanatla bütünleştirmek isteyen Maison Louis Vuitton Champs-Elysées, onun eserlerini sergilemeye karar verdi. Haluk Akakçe, Definition-Tanım adlı sergisiyle bugünden itibaren Galerist’te... Akakçe, Londra’ya yerleşmesiyle tanıştığı moda dünyasının avant-garde ismi moda editörü Isabella Blow sayesinde Simon Le Bon’la da Bryan Ferry’le dost olmuş. Haluk Akakçe, sanatın ve tasarım dünyasının tam göbeğinde hiç de “Türk’lük” yapmadan varolmanın inceliklerini anlatıyor...

-5 sene önce böyle değildin. Birdenbire mi sosyalleştin? Mesela Hüsnü Şenlendirici’yle ne zamandan beri arkadaşsın?

Londra’ya taşınmamla ve Isabella’yı(Blow*) tanımamla hayatım değişti. Bir sürü insanla tanışmaya başladım. Rock starlar, Naomi Cambell, Simon Le Bon... Deniz Seki de arkadaşım benim... Ona bir müzik videosu yapmamı istemişti. Londra’dan beni arayıp bulmuştu.

Mesela en son kışın, İsviçre’deki agentim Brigitte ki çok önemli bir galerinin müdürü ve aynı zamanda yazar, ben, Küçük Emrah birlikte olduk. Çok sürreal, hiç biraraya gelmeyecek insanlar biraraya geldiğinde çok iyi şeyler çıkıyor. Ben popüler kültürle ilgileniyorum. Ben zamanımın sanatçısıyım. Bu benim ülkem, şanslı bir insanım Hüsnü gibi, İsmail Tunçbilek gibi, Deniz Seki gibi sanatçıları tanıma fırsatı buldum. Eskiden çalışırken Bach, Blondie dinlerken şimdi İsmail Tunçbilek dinler oldum. Onlar çalışırken stüdyoya gidiyorum bazen. Deniz de çok yaratıcı... Kafasına koyduğunu yapıyor...

-Deniz Seki’nin müzik videosu çekme fikrini nasıl karşılamıştın?

Müzik videosu çekmeyi düşünmüyordum o zaman... Hala da düşünmüyorum. Böyle sipariş işler insanın sanatçı olarak özgürlüğünü kısıtlayabiliyor.

-Kim olsa reddedemezdin?

Grace Jones’la belki öyle bir çalışma yapmak isterdim ama... Çünkü çok hayran olduğum ve sonra da tanıştığım biri... Çok özel biri...

-Sanat nasıl bir uyuşturucu?

Sanat, Roxy Music’de bir şarkısı vardır Bryan Ferry’nin, Love is the drug, Aşk bir uyuşturucudur, bence o tarz bir uyuşturucu çünkü sanat, normal gözle gördüğümüz dünyaya farklı bir bakış açısıyla bakma olasılığı verdiği için, hayatımızı zenginleştirdiği için, bulunduğumuz gerçekten başka bir gerçeğe taşıdığı için öyle... İddia ediyorum: rahatlıkla alışkanlık yapabilir!


-Bir dakika... çağdaş sanat mı güncel sanat mı?

Türkiye’deki bu ayrım çok yanlış bence. Çağdaşı çağdaş yapan zaten güncel oluşu.

Tabii ki ben çağdaş sanatçıyım. Güncel sanatçı diye bir şey olamaz.

-Sence sanatçılar ikiye mi ayrılıyor politika yapanlar sanat yapanlar?

Bir sanatçının hissederek ve kendi içinden geldiği için bir işi üretmesi gerekiyor. Üretim nedeni topluma bir şey göstermek, ispat etmekse bunu kendi varlığını içine atarak yapması gerekiyor. Bence politik sanat adı altında fotoğraf makinesi alıp gidip çarpık kentleşmeyi, başörtülü kadınları çekip duvara koyan kişiler, sanatçı değiller. Bunun çok daha iyi örneklerini televizyonda, gazetelerde görüyoruz zaten. Sanatçı sadece ürettiği işte, kendi tarihini, bilgisini, tecrübesini, ümitlerini, mutluluğunu, sevgisini içine kattığı zaman ve kendine ait bir dili ile bunu anlattığı zaman özgün bir iş yapmış olur. Son on yılda ortadoğu ülkelerine ilgi artmaya başladı. Documenta’lar olsun, bienaller aracılığıyla, küratörler, egoları yüzünden, daha aykırı olabilmek için politik sanatı ortaya koydular. Bu genç nesil için hiç iyi olmadı.

-Hal Foster’ın sanatta keyfilik krizi yaşamaktayız, resim ve heykel hiçbir kritik kabul etmeyen keyfi bir alan artık, sözlerine ne kadar katılıyorsun?

Şimdi şöyle... Benim dışında, sanatçıların büyük çoğunluğunun Ortadoğulu olup Batı’da olma nedenleri kadın hakları, islam baskısı, insan hakları ihlalleri, düşünce suçu gibi konuları ele almaları... Ama Batı’dakiler özgürler. Evindeki tuvaletten bahsederek bir hayal dünyası yaratacak kadar özgürler... Batı’dan olmayan herkes, yaşadığı coğrafyaya ilişkin bir çarpıklık bulup bunu Batı’ya deşifre etme yoluna gidiyor. Bu da bir projeye dönüşüyor artık. Sanat, duygusal bir şiir yazmak gibi bir şeyken tüm kişiselliğini, büyüsünü yitirip toplumsal bir projeye dönüşmeye başlıyor. Esasında çok yaratıcı bir ülkenin çocuklarını bu da kötü etkiliyor. İnsanın içinden çiçek resmi yapmak geliyor ama yapamıyor.

-Peki sen “çiçek resmi yapmayı” nasıl başardın?

Çok çalıştım. İkincisi hayalperestim ben herhalde ve inanıyorum bu hayallere... Deitch Projects’i gördüm, burada niye olmayayım dedim. Millet senin ne işin olabilir orada, dedi. Ama oranın sanatçısı oldum.

-Tam olarak neyi başardığını düşünüyorsun?

Hemen hemen Türkiye’de yaşarken tanışmak istediğim, hayranlık duyduğum insanlarla tanıştım. Lebbeus Woods diye yaşlı bir Avusturyalı mimar mesela ona Ankara’dayken hayrandım. Onunla tanıştım. Yemek yedim. Ne bileyim? 80’lerde Grace Jones’u beğenirdim. Onunla da tanıştım.

-Başarıya giden bu yolda Jeff Koons’u mu Andy Warhol’u mü taklit ediyorsun?

Jeff Koons’un işleri benim işlerimden çok farklı... Jeff Koons’dan ziyade Andy Warhol

hayranlıkla baktığım bir kişi. Sanatçılığından çok kişiliği beni etkiliyor. Filmlerini hep seyrederim. Isabella da bir factory girl’dü. Londra’daki çevrem hep onlardandır.

-Lou Reed’le de mi tanıştın yoksa?

Hayır... Isabella benim onun Türk versiyonu olduğumu söylerdi. Tabii o zaman daha zayıftım. Saçlarım daha uzundu...

-Resimlerinde ideal olanı, sistemli bir şekilde yaratmak yerine beklenmedik fırsatlar, rastlantılar yaratma yolunu tercih ediyorsun. Hataları bile fırsatçı bir şekilde kullanmaya çalışıyorsun gibi geliyor bana. Ne diyorsun?

Böyle bir durum hakikaten var benim işlerimin hepsinde... Tabii fırsatçılıktan ne anlıyoruz?

Mimari eğitimi aldığım için formal bir kendini tanımlama şekli biçimsel bir yaklaşım bende zaten hep vardı. Ama şimdi işte giderek bu biçimsel yaklaşım yerine benim teknik bilgime rağmen yerleştiriyor. Artık tekniğim iyi ve onu kontrol edebiliyorum. İşte bu yüzden dilim hiç olmadığı kadar özgürleşebiliyor...

-Definition / Tanım sergisini konuşalım... Neyi tanımlamak istiyor ya da istemiyor?

Artık eskisi gibi değil tanımlar... Uzun vadede tutarlılıkları yok...

Bu sergide mesela Mevlana’dan yola çıktım. Onun birlik felsefesinden, inandığı o değişmeyen öze ilişkin bilgisinden... Bu öze ilişkin tavrın zıttı bir dünyada yaşamamız asıl konu. Bugün artık hiçbirimizin özümüz hakkında konuşması o kadar da kolay değil. Kendi zamanının yarattığı kişi oluyoruz. Değişmeyen öz, bu bitti. Öz derken insanın kültürel,toplumsal ya da dinsel yapısını kastediyorum. Bunlar artık eskisi kadar değişmez kavramlar değiller... Bugün Hakkari’de doğan köylü kızı İstanbul’un en ünlü modeli olabiliyor.

-Bu anlamda senin özüne dönersek... Tanımlarsak...

Tabii bakalım... Baba tarafım Selanik göçmeni, anne tarafım Rusya’dan göçmüş. Babam klasik bale dansçısı. Benim özüm ne? Bohem bir ortamda büyüdüm. Nasıl gidip kilim desenli resimler boyayabilirim ki? Ya da kaligrafik videolar çekebilirim? Türkiye’de kimse balet denilen şeyin ne olduğun bilmezken benim babam baletti ve ben bunu arkadaşlarımdan saklıyordum. Bir gün sekiz yaşında filandım. Sınıf öğretmeni bağırdı: baletin oğlu sen, 365..

Nasıl utandım anlatamam. Yani şunu demek istiyorum. Hepimiz bir filan değiliz. Ortalama bir Türk yok. Hepimizin gerçeği birbirinden ışık hızı farklı. Ben Türk’üm, sen Türk’sün, Abdullah Gül Türk, Hüseyin Çağlayan Türk, Ajda Pekkan Türk... Kelimeler, eskisi kadar önemli sorumluluklara sahip değiller. Tanım çok değişken bir şey. Bir şeyi tanımlamak için yola çıktığın zaman başladığın noktadaki ruh halin vardığın noktadakinden çok farklı. Siyah olmak 100 yıl önceden çok farklı. İleride de çok daha farklı olacak. Tutunabileceğimiz tek şey kendi bireysel tarihimiz. Kendimizi tanımak.

(*İki ay önce zehir içerek intihar eden Alexander Mcqueen, Philip Treacy, Hüseyin Çağlayan gibi isimleri moda dünyasına kazandırmış yetenek avcısı ünlü moda editörü, stil ikonu, tasarımcı..)