Bir yıl sonu değerlendirmesi
Yıl sonu değerlendirmesine yılın son aylarında olup bitenler üzerinden başlamakta fayda var...
Ayşegül Sönmez
Geçtiğimiz ay, hepimiz Gitmek filminin başına gelenleri tartışırken bu kez, Index sergisinde olanlar çağdaş sanat sahnesinde sansür meselesini gündeme getirdi... Sanatçı Extramücadale, nam-ı diğer Memed Erdener, sergide Viyana büyükelçiliği tarafından uygun görülmeyen çalışmalarının sergiden çıkartılması üzerine Radikal gazetesine yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “En az sanatçısı kadar sanat dünyasının içinde, hayatın ve eleştirelliğin farkında büyükelçilik kültür ataşeleri istiyoruz.” Sanatçı Extramücadele, Türk Büyükelçiliği tarafından istenmeyen çalışmalarını sergiden çekmiş ama sergiden çekilmemişti... Sanatçı, böylelikle bir yıl devirirken öbür yıla sarkacak en mühim sorunu da ortaya seriyordu: Sanatçılar, yurt dışında sergilere katılma kararını neye göre alıyorlardı? Madem böyle bir sansür ya da engellenmeye maruz kalıyorlar neden sergilerden geri çekilmiyorlardı? Öte yandan sansüre başvurabilen devlet yetkililerine göre sanatçının özerkliği nerede başlıyor ve nerede bitiyordu? 2010’da İstanbul’un kültür başkenti olması nedeniyle daha da çoğalacağa benzeyen devlet destekli yurtdışı sergilerini düzenleyenler, sanatçıların özerkliğine saygı göstermeyi ne zaman öğreneceklerdi? Ve bu özerklik’e duyulan saygı çerçevesinde Türk sanatçısı nasıl yurt dışına açılacaktı? Yurt dışına açılırken nelere dikkat edecekti? Bu yıla kadar olanlar bize göstermiştir ki (birkaç nadide örnek dışında), Türk sanatçısı, kendini bildi bileli, Avrupa’daki bütün sergilere katılma arzusu içinde... Bu da çok normal…. Ne var ki sanatçı, bu arzusuyla, ani kararlar verebiliyor… Yerli ya da yabancı küratör, Avrupa’da bir sergiye katılıp katılmayacağı sorusunu ona sorduğunda hemen “evet” diyebiliyor. Ne serginin kavramsal çerçevesine bakıyor ne de serginin kurumsal destekçilerinin kim olduğuna... Özerkliğinin koşullarının korunup korunmayacağını sorgulamıyor ve bu sorundan hareketle sergiye katılıp katılmayacağını belirtmiyor. Arzuyla ve aniden “evet” diyor... Oysa serginin içine girdiğinde, serginin kurumsal ve kavramsal çerçevesiyle burun buruna geliyor. Ve sonra da sansüre maruz kaldım açıklamaları yapılıyor... Ya da sergiyle ilgili hoşnutsuzluklar sıralanıyor... (Elbette bu Index sergisini düzenleyenlerin yaptığı açıklamaları haklı göstermez. Herhangi bir şekilde sergide yaşanalar sanatçı haklarına saldırıdır… )
Lakin yeni bir yıl itibariyle yerli çağdaş sanatçılar, yabancı her türlü sergiye katılma kararı almadan önce bu sergiyle ilgili iyi bir araştırma yapmalılar... Yurtdışındaki her sergi, onların sanatları temsil etmeleri için hem düşünsel hem de fiziksel olarak uygun bir mekan olmayabilir... Ayrıca böyle bir sansürle karşılaştıklarında sanatçılar, sanatçı duruşlarına göre bir açıklama yaparak bu sergiden çekilmeyi bilmeliler, istenmeyen eserlerini çekmeyi değil...
(Hatırlatmakta fayda görüyorum... Bugün sansüre maruz kaldığını ifade eden sanatçı ve arkadaşlarının düzenlediği Allah Korkusu sergisinde de sergi katılımcılarından Baysan Yüksel’in işleri, bu kez Extramücadele-Memed Erdener’in kendisi tarafından büyük tepki çekeceği sebebiyle sansürlenmiş ve sergiye alınmamıştı... )
Geçtiğimiz yıl, hızla dünyaya açılan Türk sanatçının maruz kaldığı sorunların yanı sıra Türk sanatının bu dünyaya açılma esnasındaki sorunlarının yükselişine de tanık olduk... Londra’da bir sergi için Pera Müzesi’ndan Osman Hamdi Bey’in İki Müzisyen Kız tablosu istendi... Tablo, tam dünyaya açılacakken araya bakanlık ve mevzuatın girmesiyle eser, Londra’ya gidemedi... Çünkü bırakın müze eserlerini, herhangi bir eserin yurt dışına açılması en az sanatçısının açılması kadar sorunlu... O yüzden idari ve bürokratik işlemlerin zorluğu, bu yıl itibariyle çözmemiz gereken konuların başında geliyor... Türk koleksiyonlarındaki eserlerin yurtdışında sergilere gönderilmesi 2863 sayılı Kültür ve Tabiat varlıklarını Koruma kanunu çerçevesinde gerçekleşiyor. Yönetmelik de yurt dışına çıkacak eserler için hangi şartlarda izin verileceğini ve ne gibi prosedürler uygulanacağını belirliyor. Eserler, Kültür Bakanlığı’nın tavsiyesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın onayıyla yurtdışına çıkabiliyor. Bu, tüm koleksiyonlarda yer alan eserler için geçerli. Çünkü her koleksiyonun bağlı olduğu bir müze var. Bu koleksiyonlardaki eserler de Kültür Bakanlığı’nın kayıtlarında bulunuyor. Dolayısıyla eserlerin denetimi ve gözetimi bakanlığa ait. Yurt dışında da sanat komiseri uygulaması var. Ancak, sanat komiserleri, eşlik ettikleri eserlerin tahribata uğrayıp uğramadığının bilgisini sigorta şirketine verdikten sonra ülkesine dönüyor. Sergi bittiğinde ise tekrar denetime geliyorlar. Eserler, yine komiserin gözetimi altında kaldırılıyor. İşte bir an önce değişmesi gereken uygulama da burada başlıyor... Örneğin Dali sergisi için buraya gönderilen eserler, SSM tarafından sigortalandı. Alınan güvenlik önlemleri yetkililer tarafından incelenip denetlendi ve eserler, İstanbul’da bir süreliğine bırakıldı. Ne var ki Türkiye böyle bir ilişkiyi henüz hiçbir ülkeyle kurmuş değil... Öte yandan yurt dışına açılırken yaşanan sorunlar, müzeye bağlı olmayan eserler açısından da yaşanıyor... Bu yıl pek çok sanatçı, her yıl olduğu gibi davetli oldukları sergiler için işlerini gönderirken sorun yaşadı. Özellikle işlerin dönüş yolculuğunda yaşanan zorluklar sanatçıları fena halde yıldırdı. Peki bağımsız, hiçbir koleksiyona dahil olmayan yapıtlar nasıl yurt dışına çıkabiliyor? İş, eğer bir müzenin koleksiyonuna ait değilse, onun eser olduğuna dair belge, Beşiktaş Resim ve Heykel Müzesi’nden alınıyor. Ardından ATA karnesi çıkartılıyor. Ancak bu karneyle işler gidebiliyor. ( ATA, "geçici kabul" anlamına gelen Fransızca "Admission Temporaire" ve İngilizce "Temporary Admission" kelimelerinin kısaltması, ilk harflerinin birleşmesi) Bir sanat yapıtının ATA’sız yurt dışına çıkması söz konusu olamıyor. Buraya kadar her şey normal. AB ülkelerinde de aynı şekilde bir prosedür geçerli... Zaten ATA da, Birleşmiş Milletler Gümrük İşbirliği Konseyi tarafından geçici kabulde karşılaşılan güçlükleri gidermek amacıyla hazırlanan bir anlamda sergi ve fuar eşyasının geçici ithaline dair bir gümrük sözleşmesi. Bu sözleşmeyle yurtdışına yapıtlar kolaylıkla çıkarılıyor. Fakat eserler, orada satılmıyorsa yani ihracat gerçekleşmiyorsa nasıl geri geliyorlar? İşte yurt dışına açılan işlerin, bu geri dönüş yolcuğunda, işe belirlenin bedelinin yüzde 18’i tutarında bir vergi ödenmesi gerekiyor... Bu kimi zaman gümrükteki kuyruklarla yüzde yirmiyi buluyor. Dolayısıyla sanatçının işinin yurtdışı seyahati, sanatçıya pahalıya mal oluyor. Bu işin geri dönüşünde uygulanan yüzde 18’lik bedel, Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde yediyi geçmiyor... Bu yüzden, bu yüzdenin bir an önce “sanat eseri” statüsü başlığı altında değiştirilmesi, azaltılması gerekiyor... Çünkü hızla hiç olmadığı kadar küreselleşen Türk sanatçısı için işlerinin o bienalden diğerine gezmesi evet imkansız değil ama bu yolculuklar, büyük bir maddi külfeti beraberinde getiriyor... 2009 yılında yurt dışına açılan sanatçının sorunlarına, hızla çareler üretmek gerekiyor...
Değerlendirmeye devam edersek…. İki yıl önce gerçekleşen Modern ve Ötesi sergisinin, geçtiğimiz yıl, amacına nasıl ulaştığına tanık olduk. Tartışmalar yaratan sergi, tartışma yaratmakla kalmadığı gibi, yeni sanat tarihi yazımlarının olası olduğunu gösterdi. Bu alternatif tarihlerin, alternatif kahramanlarını hak ettikleri yerlere yerleştirdi. Örneğin Nil Yalter gibi bir sanatçı tekrar keşfedildi… 1960’lı yıllardan beri video gibi bir mediumu kullanarak belgesel ağırlıklı feminist bir sanat pratiği içinde olan sanatçıyı, çağdaş Türk izleyicisi ve Avrupalı küratörler, Modern ve Ötesi sayesinde keşfetti… İstanbul Modern, Alman Verbund koleksiyonu sanatçının işlerini kendi koleksiyona dahil etmesinin hemen ardından Yalter’i kendi koleksiyonuna kazandırmakta gecikmedi. Altan Gürman’ın çağdaş Türk sanatındaki önemi ve farklılığı bir kez daha anlaşılırken Yalter, Türkiye’nin en önemli çağdaş sanat koleksiyonlarından birine, geç de olsa bir feminist sanatçı olarak nihayet girebildi… İşte Modern ve Ötesi sergisi, her ne kadar, küratör Vasıf Kortun tarafından “yerli taşra manzaraları” diyerek küçümsense de, yerli sahne üzerine yapılan kapsamlı bir serginin, uluslararası ve ulusal boyutta, zaman içinde doğru işleyebildiğini göstermesi açısından önemli… Ayrıca Santralİstanbul’un bu cesur denemesi, 2008 yılında hiç de cesur olmayan, risk almayan özel müzelerin, daha atak, sanat tarihinin seyrini değiştirebilecek kararları bir an önce vermeleri gerekliliği çağrısını yapmış oldu. Bir diğer konu, müzelerin, yaşayan yerli sanatçılara olan ilgisizlikleriydi. Bu konu, Mayıs 2008’de Özalp Birol ve Burhan Doğançay’ın açıklamalarıyla gündemdeki yerini bir kez daha aldı. Hatırlamamız gerekirse, Fransız ressam Jacques Villegle’nin duvardan sökerek, olduğu gibi tuvaline yapıştırdığı dekolajları, Philippe Piguet’nin küratörlüğünde, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde bir sergiyle açılmasıyla yerli çağdaş sanat sahnesinde, bir ilk yaşanmıştı: yaşayan bir sanatçı, özel müzelerimizin birinde sergi açıyordu... Fakat Pera Müzesi yöneticisi Özalp Birol, serginin açılış günü, müze olarak, yaşayan bir Türk sanatçısını ancak ve ancak başka bir uluslararası sanatçıyla, sanatın evrensel olduğunu gösteren bir projeyle ağırlayabileceğini belirtince işler değişti… Birol’un bu sözleri üzerine, yerli çağdaş sanatçılar, Doğançay’ın kolajlarıyla, Fransız sanatçı Villegle’nin dekolajlarının uyumundan ve benzerliklerinden hareketle sanat tarihinden kendilerine Batı’lı bir partner düşünmeye başladılar. Nurullah Berk’le Andre Lhote ya da Neşet Günal’la Fernand Leger ya da Nejad Devrim’le Pierre Soulages gibi sanat tarihsel Doğu ve Batı çiftleri listeleri yapıldı. Özel müzelerimizde sergi açmak isteyen yaşayan Türk sanatçıların, kendilerine Batı sanat tarihinden birer baba figürü arayışlarına tanık olduğumuz o günlerde, tartışmalara son noktayı Burhan Doğançay, şu sözleriyle koydu:
“Türkiye’de maalesef otorite yok. Medeni cesaret de yok. Ben Amerika’da ulusal galeriye girdim ki Met’ten daha önemli bir galeridir. Hiçbir Amerikalı’nın aklının ucundan dahi geçmez, niçin bu Türk’ün resimlerini aldınız da benimkini almıyorsunuz diye düşünemez. Chase Manhattan’n koleksiyonunda beş resmim var mesela... Niye benim yok diye sorulmaz. Sorduğu anda da sorana sen kimsin derler. Bir laf vardır. Napolyon dahi imtihandan korkar diye... Niçin Doğançay’a, Ali’ye, Veli’ye diye bir soru karşısında sen kimsin, istediğimi yaparım denir. İkincisi sen evvela onun gibi ol, sana da vereyim, de denir. Herkese şerbet vermeye kalkarsanız işte o zaman olmaz. Türkiye’de sanat ortamındaki uluslararası olamamanın altındaki krizin nedeni de bu... Otorite yok...
SSM, İstanbul Modern, Pera Müzesi gibi özel kurumların yaşayan yerli sanatçılara olan tutumlarının ne olacağını bu yıl 2009 itibariyle hep birlikte göreceğiz… Geçtiğimiz yıl, bu özel sanat kurumları sadece yaşayan Türk sanatçısına olan tavırlarıyla değil, başka yönleriyle de eleştirildi… Galeri Nev’in kurucusu, sanat yazarı Ali Artun’un editörlüğünü yaptığı İletişim Yayınları, ‘Sanat-Hayat’ dizisi aracılığıyla, müze kavramı felsefi açıdan da sorgulandı… Özellikle Slovenyalı estetik profesörü Lev Kreft’in özel olarak sunuş yazısı yazdığı ‘Sanat/Siyaset’ kitabı, 2008 yılında, ‘Kültür Çağında Sanat ve Kültürel Politika’ alt başlığıyla, sanatın sanat, siyasetin de siyaset demek olmadığı, içinde yaşadığımız dünyanın birbiriyle çelişen kültürel ve siyasi dinamiklerini ortaya koyarak berrak Türkçe çevirisiyle, öncelikle çağdaş ve güncel sanat sahnesinin tüm kültür işçilerini, sanatçılarını, sanat eğitmenlerini, sanat öğrencilerini, eleştirmenlerini, küratörlerini, yöneticilerinde hususi bir farkındalık yarattı. Kulisler, Lev Kreft’in Türkiye için yazdığı önsözündeki ‘sanat güzel de değil, özerk de değil’ sözlerini konuştu… Özellikle kitabın editörünün , “küratörlerimiz var, Türkiye’ye ayak bastıktan sonra sanatın tarihini başlatıyor. 90’lardan önce tarih yoktu, diyorlar. Açılan müzeler var, daha da açılacak müzeler var. Ajda Pekkan da müze açıyor, Orhan Pamuk da romanına müze açıyor. Müze kabarması neden acaba? Gerçekten eksik kalan bir tarihin arkeolojisini yapmak için mi? Yoksa tarih inşa etmek için mi? Ya da çok kritik bir çağ dönüşümünde bir şeyi savunmak için mi?..” soruları, özel kurumlardan beklentilerimizi netleştirdi… Ali Artun’un yanı sıra Ahmet Soysal’ın Devrim Düşüncesi kitabıyla ilgili yaptığı açıklamaları bu tartışmaları daha da alevlendirdi… Soysal’ın ‘sanat yapıtının görünür olması güç odaklarıyla ilgili’ sözleri, önümüzdeki günlerde açılması planlanan Sotheby’s Türkiye şubesinin yaratacağı krizleri de öngörmemizi sağladı. Galeri sistemiyle birlikte nasıl işleyeceği merak konusu olan ve spekülatif bir kurum olmasıyla tanınan müzayede evlerinin en uluslararası olanı, Sothebys’in, Türkiye’de açılmasıyla Türk sanatçısını ve izleyicisini ne bekliyor? İşte bu soru önümüzdeki yıl en çok sormamız gereken soruların başında geliyor. Müzayede evlerinin, sanatçıların üretiminin halka ulaşmasında nasıl güçlükler çıkardığını, müzayede evlerinin desteklediği isimlerin dışında kalan sanatçıların üretimlerine devam etmekte nasıl zorlandıkları biliniyor. Devlet ya da yerel yönetim destekli kamusal müzeleri İngiltere ya da Almanya gibi olmayan, bizim gibi ülkeler açısından müzayede evlerinin sanat ortamına etkisi çok sorunlu. Özellikle Çin, Hindistan ve şimdilerde Güney Asya’da Christie’s, Sothebys gibi müzayede evlerinin açılmasıyla yaşanan problemler, Türkiye’ye bu deneyim sırasında rehberlik etmeli, hepimizin, özellikle sanatçıların kulağına küpe olmalı… Galericiler ve sanatçılar daha bilinçlenmeli ve birbirlerini bu anlamda korumaya almalılar.
Öte yandan yılın son çeyreği, Frankfurt Kitap Fuarı nedeniyle Frankfurt’ta açılan, İstanbul ya da Türkiye’yle ilgili sergilerle, kendi kendimize ve Batı’lıların yaptığı oryantalizmin boyutlarının nereye kadar ulaşabildiğini göstermesi açısından eğlenceliydi. Ama oryantalist olmayan bir örnek, oryantalist tüm deneyimlere gününü gösterdi. Frankfurt Mimarlık Müzesi DAM’da, Garanti Bankası’nın desteğiyle açılan sergi, bugüne kadar hep yapıldığı gibi, İstanbul’u, Doğu’yla Batı arasında bir cennet ya da cehennem olarak kurgulamayışıyla, İstanbul’u klişelerinden arındırmanın yollarını aramasıyla, Frankfurt’taki yerli yabancı tüm oryantalist sergilere verilmiş güzel bir yanıttı.
2008 yılı, sanatçıların adalete başvurarak haklarını aradıkları da bir yıl oldu… Özellikle Ayşe Erkmen’in Alman sanatçı Peter Friedl’a açtığı dava, güncel sanat sahnesinde önümüzdeki yıllarda daha da sık yaşayacağımız benzerlikler konusunda yaşanan bir ilkti. Bu konuda hukuk açısından bulunan boşlukları gösterdi. Çağdaş sanat konusunda bilgisiz yerli hukukçulara da iyi bir derstti. Documenta 12’de sergilenen Peter Friedl’a ait bir yapıtın fikrinin kendisine ait olduğunu iddia ederek dava açan Ayşe Erkmen, davayı kazanamadı ama Türk bir sanatçı olarak hakkını aramanın yollarını göstermiş oldu. 2009 bir yandan Zeliha Berksoy ve Kutluğ Ataman arasındaki hukuksal savaşın tüm süratiyle devam edeceği bir yıl olacak… Bakalım Türk hukuku, eserin kime ait olduğuna karar verecek? Semiha Berksoy’un mu? Kutluğ Ataman’ın mı?
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment