Edward-Lucie Smith Söyleşi /Kasım 2007

BU ÇAĞIN İSA’SI CHE GUEVERA’DIR...

Şair, yazar, sanat eleştirmeni, küratör, fotoğraf sanatçısı John Edward McKenzie Lucie-Smith , radikal fotoğraflarıyla Piramit Sanat Merkezi’nde konuk... UB40’nin Jamaika’yı anlatan meşhur şarkısındaki Kingston Town’da doğan ve beyaz görünmesine rağmen siyahi kuzenlere sahip Smith, günümüz sanat dünyasını, 19. yüzyıl modern akım öncesi dünyaya benzetiyor. Öte yandan bugün çağdaş sanatın, resmi, kurumsal bir bir karakteri olduğunu, avangardın bu kurumlarda varolamayacağını, bu kurumların Ortaçağ kiliselerini andırdığını iddia ediyor...

Ayşegül Sönmez


-Fotoğraflarınızdan bir tanesi BBC’nin Taboo dizisi için yayınlandı. Bir popüler kültür formu olan televizyon dizisine işlerinizden bir tanesinin seçilmiş olması nasıl bir deneyim oldu sizin için?

Aslında şöyle oldu. BBC, Taboo dizisi için bir çekim yapmamı istedi. Ben de tamam dedim. İki çok güzel çıplak erkekle, herkesin girip çıktığı bir sette çok mahrem bir çekim yapmayı başardık. BBC’nin bu işi istiyor olması sonra çok işime yaradı. Bu çekim için çektiğim fotoğraflarımla St. Petersburg’da bir sergi açtım. Sergideki fotoğrafların açık saçıklığı galeri sahibini rahatsız edince onların BBC için çekildiğini söylemem galeri sahibinde çok etkili oldu.

-Fotoğrafın kazandığı ve kaybettiği yeni anlamlar üzerine mesela Gursky ve onun da bağlı olduğu Alman okulu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gursky, eğer fotoğraflarını o kadar büyük boyutlarda gerçekleştirmeseydi, o fotoğrafların hiçbir anlamı olmazdı. Bütün bunlar, fotoğrafın bilgisayarla çoğalmış tekniğinin konuştuğu işler... Benim fotoğraflarım öyle değiller. Bienallerde gördüklerinizden değiller. Ben alaylı bir fotoğrafçı olarak tekniğin benim kontrolümün altında olmasını istiyorum, bilgisayarın ya da olağanüstü dijital özelliklere sahip kameramın değil! Şunu unutmayalım: fotoğrafın keşfine kadar insanlar kendi özel hayatlarıyla, kendileriyle ilgili kaydetmek istedikleri ne varsa. sanata başvurmak zorundaydılar. Ama fotoğrafın icadıyla, bu değişti. Her kaydedilenin sanat olması o andan itibaren gerekmiyordu. Sonra fotoğraf, modernizm akımıyla birlikte modernist sanatçının, görüneni sorgulamasında önemli bir araç oldu, görüneni sorgulamasında ve bunu çarpıtmasında... Daha sonra fotoğrafın kendisi ayrı bir sanat dalı oldu. Rengi, formatı ve diğer özellikleriyle. Ama teknolojiye direnemedi. Teknoloji bütün disiplinlerarası sınırları yıktı çünkü. Robert Mapplethorpe yenilikçiydi bu konuda. Ama bugün o da son derece eski moda oldu...

-Bundan on yıl, yirmi sonra bugün 2.5 milyon dolara satılan Gursky fotoğrafı da eski moda mı olacak?

Tabii, büyük ihtimalle. Mesela erken video sanatına bakalım. Nam June Paik. İşleri çok ham gelmiyor mu? Daha yakın dönem Bill Viola’ya bakalım... Bill, her zaman son teknolojiden yararlanmıştır. O henüz kimsenin evinde Flat Screen yokken filmlerini bunlarda gösteriyordu. Ama şimdi herkesin evinde böyle bir televizyon var. Teknolojik gelişmelerin hızı akıl alır gibi değil. Ama film de fotoğraf da çekseniz sonuçta o bir kompozisyon. Ve formların birbirleriyle kurduğu ilişkidir kompozisyon...

-Bu yılki Venedik Bienali’nin küratörü Robert Storr’a sormuştum, bugün avangard kime denir diye. O da, en son teknolojik araçları kullananlar herhalde, demişti... Size de sorsam...

Bana göre avangarde artık yok. Ve bu çok uzun bir konu. Buradaki sunumda da bunu anlatmaya çalışacağım. Manet’nin Olympia’sı bir çağdaş yarı-fahişedir. 19. yüzyıl izleyicisi, hafif kadınların içinde bulunduğu durumdan çok etkileniyordu. Verdi’nin La Traviata’sına tanık olmuşlardı ve mümkünse tercihleri trajik sondan yanaydı. Oysa Manet’nin Olympia’sı kendi durumunun kontrolünü kendi elinde tutuyordu. Bugünün sanat eserleriyle ilgili iki duygu: suç ve kendini sergileme cesaretiyle aynı bu... Sensation sergisini düşünün. Royal Academy’deki yeni bir kuşak İngiliz sanatçının promosyonu bu şekilde yapıldı. Bu sergide sunulan sanatçılardan biri de Marcus Harvey’di. Onun katil Myra Hindley’in portresi çocukların el izleriyle yapılmıştı. İngiliz basını buna bayıldı. Katilin öldürdüğü çocukların akrabaları resimden haberdar ve bu eseri protesto etmek üzere teşvik edildi. Bugün yapılan sanat, görsel dünyayla ilgili radikal bir düşünmeyi bürokrasi ve para desteğiyle temsil ediyor. En demokrat toplumlarda bile sistemle çatışan manifestoların önü kesilebiliyor.Ve bu engellenme Modernist ve Postmodernist sanat söz konusu olunca kamusal sanat enstitüleri tarafından absorbe ediliyor. Dolayısıyla sanat deneysel karakterini kaybediyor. Her türlü deney, eğer belirlenmiş, tanımlanmış mekanlarda gerçekleşirse, gerçekliğini ve gerekliliğini kaybeder. Avangard olduğu varsayılan sanatın temsil ve promosyonu halkın parasını kapsar. Bu sanatın popüler olması gerektiğiyle igili yükselen bir his var. Carsten Hiller’in işleri gibi... Kesinlikle eğlenceli. Bunda bir sorun yok ama nerede sorun, bu işlerin sanat başlığı altında büyük bir müzenin sponsorluğunda gerçekleştirilmesinde. 19. yüzyıl ortasının koleksiyonerleri kendi zamanlarının sanatını alma konusunda heyecanlılardı. Sonra avangard sanat, vahşi finansal spekülasyonlar için bir araç olmaya başladı. Çağdaş sanat koleksiyonerleri aldıklarıyla yaşamayıp aldıklarını sarmalayıp kaldırıp fiyatları yükselince ortaya çıkarıp satmaya başladılar. Sol söylemlerle gerçekleştirilen, kapitalizmi yerden yere vuran sol siyaseti savunan yaratıcı sanatçılar, fuarların bir numaralı spekülasyonlarına neden olan sanatçıları oldular. Bu da tabii büyük bir paradoks. Bugün çağdaş sanatı kim destekliyor? Christie’s ya da Sotheby’sden sanat alan özel mesenlerin dışında, temel yapı, kurumsal ve resmi. Çağdaş sanatçılar kendilerini müzelerde ya da devlet destekli merkezlerde göstererek ün sahibi oluyorlar. Özellikle Avrupa’da. Amerika’da özel vakıflarla çalışan müzeler bu işi götürüyor. Aynı zamanda Venedik Bienali’ne ya da Documenta’ya katılarak... Bu alanların hepsinin resmi, kurumsal bir bir karakteri var. Avangarde böyle olunmaz. Avangard bu kurumlarda varolamaz. 20. yüzyılın ilk yıllarında resmi sanatla resmi olmayan, sistem içiyle sistem dışı olan arasında keskin bir ayrım vardı. Bugün bu ayrım söz konusu değil. Ve içinde yaşadığımız koşullar kesinlikle bir yüzyıl önceki modernizmin ortaya çıkışından önceki koşulları andırıyor. O resmi, kurumsal sergilerin yaygınlığı ve başarısını unutmayalım. Sadece Paris Salon değil, Royal Academy Yaz sergileri Londra, 19. yüzyıl ikinci yarısı Evrensel Sergiler... Bunlara katılım çok fazlaydı. 1878 Paris Evrensel Sergisi’ne örneğin 16 milyon ziyaretçi altı ayda. Bugün 2012 Olimpiyat oyunlarına 8 milyon ziyaretçi bekleniyor. Centre Pompidou Paris, yılda 7 milyon ziyaretçi ağırlıyor. İki Tate birlikte altı milyon. Hayat koşullarımız daha farklılaşmış olsa da, sanat dünyası sandığımız kadar değişmemiş.

-Üslupsal değişiklikler, üslupsal kırılmalar, alıntılar ve en önemlisi ironi... Bunlar postmodernizm denilen tırnak içi modern sonrası fenomenler. Size göre en önemli olan ironiden artık söz edemez miyiz?

Bu sorunuza bir soruyla karşılık verebilir miyim? Kim ironi için 2.5 milyon dolar bir fotoğrafa verir? Gelelim saydığınız fenomenlerden alıntılara... Günün avangard çağdaş sanatının en belalı yönü de bu... Sanatçılar her zaman sanatçılardan ödünç aldılar. Manet’yi söylersek Dejeuner sur l’herbe resmini, Marcantonio Raimondi’nin baskısından ödünç alınmıştır. Ama Manet hep ödünç aldıklarına bir düğüm daha atar.

Ama artık bu da yok. Damien Hirst’ün heykeli Hymn, Norman Emms ve Humbrol’un çocuklar için tasarladıkları bir anatomik oyuncaktan büyütülmüştür. 2000 Turner ödüllerinde sergilenen Glenn Brown’un resmi, 1973 yılında Tony Roberts tarafından yaratılmış bir bilim kurgu romanının kapak ilüstrasyonudur. İki olayda da sanatçılar dava edilmiş ve tanzimat ödemişlerdir. Buradaki entelektüel sorun, bana göre hırsızlığın kendisi değil! Sanat eserine kaynaklık eden materyallerden çok, sanat eserinin kendisini kültürel, estetik olarak ölçülemez şekilde önemli bulmamızdadır. Glenn Brown ve Damien Hirst sihirbaz bireylerdir, üstün varıklardır, onların yaptıkları ilham vericidir. O imgelerin gerçek yaratıcıları bundan uzaktır.

-Bu, neyin artık resimsel, görsel olduğuyla ilişkili, sanat nesnesinin yüzyıl başından itibaren edindiği yeni bir karakteristik olarak okunamaz mı?

Hayır, ben bu içinde yaşadığımız durumun Ortaçağ’ın karakteristik yapısına benzediğini düşünüyorum. O dönem mukaddes eşyalarla ilgili dönen ticareti düşünün. Malzemesi ne kadar değersiz, ucuz olursa olsun, bir nesne, azizlerinden birine aitse ya da İsa peygamberle ilişkisi varsa çok değerliydi. Malzemesinden, görüntüsünden çok taşıdığı manevi anlamdan doğan maddi bir değere sahipti. Çağdaş sanatta bugün, odak, sanat objesinin kendisi üzerinde değil! Bilakis onun belli bir sihirli değer içerdiğinin düşünülmesinde. Bugün Joseph Beuys’tan arta kalan nedir? Onun performanslarında kullandığı tahtalar, onların üzerine yazdığı tebeşirlerin bugün hala nasıl saklandığını düşünün. Bu çağın İsa’sı, Che Guevera’dır, Andy Warhol’un Elizabeth Taylor’ıdır. İmge tanınası bir ikonik forma indirgenmiştir. Karşı –Reformistlerin, İsa’yı Veronica’nın peçesinde belirmiş haliyle görünür kılmalarından farkı yoktur bu indirgemenin. Devlet destekli ya da özel sponsorlu kurumda sergilenen avangard varsayılan sanatın yer aldığı kurum bir çeşit kiliseyi andırmaktadır. İrrasyonal bir inanç sistemi yuvasıdır burası. Bu anlamda 19. yüzyıldan ayrılır. Bugünün çağdaş sanat müzeleri, Venedik Bienali, Documenta sergileri, yakın gözleme gelmeyen kırılgan metafizik kavramların derme çatma sığınakları olmuştur. Tarih göstermiştir ki bize, bir dini sistem ne kadar kurumsallaşırsa o kadar hem entelektüel hem de finansal açıdan yozlaşır.

-Siz 1933 Jamaika doğumlusunuz. Kültür teorisyeni Stuart Hall da 1932 Jamaika doğumlu. Nedense sizin sık sık tartışan iki iyi arkadaş olduğunuzu düşünmüşümdür. Doğru mu?

Elbette birbirimizi tanıyoruz. Yakın arkadaş değiliz. Onu o kadar uzun zamandır görmedim ki... Onun her zaman tam bir ajitatör olduğunu düşünmüşümdür.

-Sahi mi? Ben de onun altını çizdiği bir modernlik fikri üzerine sizin ne düşündüğünüzü soracaktım. Hall, vernaküler-bir çeşit lehçe modernliğine inanıyor. Bunun da tek kaynağının göçler, göç edenler olduğunu onlar sayesinde yaratılan bu farklı modernliklerin, küreselleşmeye, tepeden inme kontrol mekanizmalarına, hanedanlığa karşı koyacak bir kültür bundan kaçmanın yollarını bulan bir direniş mekanizması olduğunu söylüyor.

Ah, ne güzel söylüyor. Keşke inanabilseydim ama inanmıyorum. Bu küreselleşmenin neden bu kadar kirli bir şey olduğunu söylüyor herkes?

-Çünkü sizin de başından beri anlattığınız o kurumları işte kiliseleri inşa ettiği için... Avangardın varolmasını engellediği için...

Batı Hint adalı entelektüellerin ki Stuart da öyledir, en büyük zaafları kendilerini siyah sanmalarıdır. Onlar ne tam siyah ne da Afro-Amerikalılardır. Ben de Jamaika’lıyım. Jamaika, çok farklı bir melezliği içerir. Onun siyahiliği farklıdır, soyut bir siyahiliktir. Benimki gibi... Batı Hint adalılara en iyi örnek Colin Powell’dır. Göçmen gruplar içinde herkesten çok Amerikan kapitalizmi, modernitesiyle onlar uzlaşabilir. Benim kuzenlerim gayet siyah bakın bana... Türkler de DNA testleri yaygınlaşınca ne kadar melez olduklarını görünce şaşıracaklar... Sanatçı arkadaşım Erdağ Aksel mesela... Her özelliğiyle ne kadar Avrupalıdır ama gözleriyle ne kadar Asyalıdır. Bugün benim önem verdiğim şey, bu öteki kültürler meselesinde, göçmenlerde yahut şudur... Amerikalı ve Avrupalı sanatçılar modernizmi, çağdaş sanatı, Avrupalı olmayan kültürlerden alıntıladıklarıyla gerçekleştirmişlerdir. Bakın kavramsal sanatın yapıldığı yer hiçbir zaman Kuzey Amerika olmamıştır. Brezilya’dır. En radikal, politik ve deneysel sanat burada yapılmıştır. Devrim öncesinden beri İran’a gidip geliyorum. Özellikle feminist İranlı kadın entelektüeller tanıyorum. Çin yine öyle uzun yıllardır gidip geldiğim, çok tanındığım ve iyi bildiğim bir ülke. Latin Amerika örneğini boşa vermedim. Latin Amerika’yı özel yapan neydi ? Üç özellik: kendi geleneksel mirasları, kolonyalist mirasları ve modernizm... Bu üç dinamik onları farklı kıldı. Çin’de de bunu görüyorum. Hem islamı savunup hem feminizmi, müslüman ve entelektüel bir kadın kalmak için mücadele eden İranlı arkadaşlarımda da bunu görüyorum.

-Peki ya Türkiye’de bunu görüyor musunuz?

Türkiye çok farklı özelliklere sahip. Her şeyden önce geleneksel Osmanlı mirasının kendisi kozmopolit bir miras. Etnik bir Türk kültüründen bu anlamda söz edilemez. Bu miras içinde çok çok farklı onca kültür barındırıyor. Cumhuriyet modernizmi bunun üzerine geliyor. Bu anlamda buranın özellikleri de çok farklı...

No comments: