Aristoteteles, gerçek hayatta görmeye dayanamadıklarımızı tragedyada izlemeyi severiz, der... Ömer Ali Kazma’nın filmlerinde tam da böyle bir durum var. Sanatçı, bu haftadan itibaren Francesca Minini Gallery’de, küratörlüğünü Maurizo Bortolotti’nin yaptığı, son dönem filmlerini içeren ‘Obstructions” isimli solo sergisiyle Milano’da.
Ayşegül Sönmez
-Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak kitabında bir görüntüye irkilmeden bakabilmenin yatıştırıcı bir tarafı vardır. Ama irkilmenin de ayrı bir hazzı vardır, der. Senin filmlerinin karşısında da bu hazzı tattığımızı düşünüyorum, irkilmenin hazzını...
Benim tüm filmlerim, insanın kendisiyle kurduğu ilişki üzerine... Bu ilişkinin de en temeline inmeye çalışıyorum. En temel olarak bizi insan olarak tarif eden şey nedir bunu araştırıyorum.
Kendi irademizi dış dünyaya aktarış yöntemlerimizle ilgileniyorum. İnsan, bu iradeyi dünyada gerçekleştirirken, eşyalar ya da şeyler diyelim, buna karşı koyuyor. Acı da bunun bir parçası... Hiçbir iradeyi gerçek hayata döndürmek kolay değil. Demirse kıvılcımlar çıkarıyor. Mermerse senin tam kesmek istediğin gibi kırılmayabiliyor. Sesler çıkıyor. Suysa buharlaşıyor. Bunu seyrederken niye haz alıyorsun? Çünkü bir şekilde hayat, bir yüzünü daha gösteriyor. Bunu gördüğün zaman beyninde, kendinde başka açılımlar görüyorsun. Sanatta bu açılımlar yaratıldığı sürece doyum dediğimiz hissi duyuyoruz. Mezbaha gibi her gün hayatında görmediği şeyler, hayatla ilgili yeni bir açılım, yeni bir görüş geldiği zaman, insanlar doyumu hissediyor.
-Evet, 10. İstanbul Bienali’nde de gösterilen filmlerden bir tanesi mezbahada geçiyor. Hayvanların nasıl kesildiğine kadar görüyoruz.Tıpkı beyin cerrahının ameliyatını kesintisiz izleyebildiğimiz gibi... Acı, şiddet içeren bu tip görüntüleri bir filmci olarak çerçeve içine alırken kriterin nedir?
Sentimentaliteyi bir kenara bırakıp işin temelinde insanın çevresiyle kurduğu ilişkiye bakmak benim kriterim... Bu ilişki, değiştirme ve hükmetme üzerine bir ilişki. Hem güzel dediğimiz tırnak içinde insani aktiviteler böyle, hem de mezbaha gibi savaş gibi aktivitelerde de temeldeki şeyler pek değişmiyor. Hükmederken, kendi iradeni dış dünyaya yansıtırken, kullandığımız bazı şeyler var. Ellerimiz, cetvellerimiz, sayılar ve mesela bıçak bunlar hükmetmenin aletleri... Bıçak havyanı da kesiyor, ameliyat da yapıyor. Mezbaha bu anlamda benim için bu süreci çok çıplak bir şekilde gördüğümüz için en ilginçlerinden bir tanesiydi. Her şey bir tarafa, hayvanı alıyorsun, kuşbaşı hale getiriyorsun ve satıyorsun. Çok net, insanın doğayla, başka bir vücutla kurduğu ilişkiyi görüyorsun. Bu belki 200 sene evvel köle ticaretinde de böyleymiş. O zaman insanlar üzerinde bu tür bir hakimiyet kuruyormuşuz. Şimdi hayvanlara kuruyoruz. Çok çıplak. Bu acıyı görüyorsun tabii. Acı da o sürecin bir parçası. Ama çıkış noktam bu acıyı göstermek değil...
-Senin çıkış noktan acıyı göstermek olmayabilir. O filmde kanın süpürüldüğü bir sahne var. Bir sanatçı arkadaşım sadece o kan süpürülüş sahnesiyle her şeyi anlatamaz mıydı? diye sordu. Niye hayvanın boğazının kesilişinden itibaren bütün süreci bize gösteriyorsun?
Her şeyi göstermediğimden emin olabilirsin... Çok ciddi bir soru bu. Benim montajı en uzun süren işlerimden biri bu. Çünkü hangi noktada pornografi oluyor hangi noktada olmuyor, bu benim için çok değerli. Dolayısıyla ben bunu montajlarken çok zorlandım. Bu tartıştığınız konuyu çok düşündüm. Emin olabilirsin ki, elimdeki malzemenin çok minimalini seyrediyorsunuz. Mesela bıçağın boynu tam kesişini görmüyoruz. Bir canlının ürün haline geçişinin sürecini anlatıyorum ben. Bu süreci anlatırken hayvanın ölüşünü göstermemek, karşı duruşunu vermemek, hikayeyi tam anlatmamak demek olurdu. Benim için o hayvanın kesilişi, o sürecin çok temel bir noktası, onu koymak zorundayım. Ama pornografiye döndüremem.Ve bence döndürmedim.
-Peki sence pornografik ne demek? Bakışı doyuran imge pornografik değil midir?
Benim için pornografik demek, imgeyi, olayın bütünlüğündün ayırarak fetiş haline getirmek demek. Eğer sen, benim filmimde sırf hayvanların boğazlandıkları anı, atan damarlarını seyretseydin, işte o zaman pornografik olurdu. Çünkü bütünün içinde kendine ayrılması gerekenden daha fazla bir ağırlık orada olurdu. Ama bir bütün ve denge içinde, diğer işlerle de baktığın zaman, o süreci doğru bir yere koyduğun zaman, şiddet anını bu şekilde düşündüğün zaman pornografik olandan artık söz edemeyiz.
-Bu seride 9 film var. Hepsinin birbiriyle ilişkisini nasıl programladın? Ritimleri açısından mı ortaklık taşıyorlar?
Kesinlikle, evet. Bu 9 film, benim için tek bir proje zaten. Her iş, kendi içinde kendi ritmine sahip. Ama filmlerin ritimleri birbirine benzer. Benim kendi ritim ve estetik duygum içinde kendi dilimi kullanarak oluşturduğum videolar bunlar...
-Filmlerini tek başına mı çekiyorsun? Dan Graham mesela bir performansçı olarak kendini tanımlıyor. Sen kendini öyle görüyor musun?
Evet, çünkü ben de bir sürecin parçasıyım. Bir saat tamircisi nasıl saati tamir ediyorsa ben de o sırada filmimi yapıyorum. Başkasının çektiği şeyi, kullananam. Çekim süreci, genelde uzun sürüyor.
-Mesela günlerini mezbahada mı geçirdin?
Sadece mezbaha değil mesela hayvan çiftlikleri, kasaplar, hayvan pazarları da çektim. On günden fazla bir sürede çekim yaptım. Üretim yerlerinde olmak beni çok heyecanlandırıyor...
-Karşında filme çektiğin bir üretim var o sırada sen de bir üretim yapıyorsun. Denk görüyor musun nesnenle kendini?
Benim kafamdaki bir sürü şeyin fiziksel karşılığını buluyorum. Onları da aynı zamanda benim yapıyorum. Sahip oluyorum da... İnsanlık, insan adına ne varsa onu yakalıyorum gibi geliyor. Üretim mekanları bana dünya gibi geliyor. En son bir bulucin fabrikasına gittim. Çorlu’da fabrikada kaldım, çekim yaptım. 800 kişinin çalıştığı müthiş bir yer.
-Fabrikadaki işçiler onları gözetliyor olmana ne diyorlar?
Benim bir prensibim vardır. Bir kez benimle ilişki kurduğu anda filme girmez kişiler... Göz kontağı kurarsa da giremez... İşçi, benim çektiğim bir sahneden rahatsız olduysa koymuyorum ama çok önemli bir sahneyse koyarım o da ayrı...
-Sen bu fabrika olsun, beyin ameliyatı olsun bizim nasıl bakmamızı istiyorsun? Ya da bunu düşünüyor musun?
Hiç düşünmüyorum...
-O zaman kendi bakmak istediğin gibi çekiyorsun...
Kesinlikle... Ben kendim bir şey üretiyorum. Bunu sunduğum zaman, izleyici gelip işe, benim yaşadığım tecrübenin bir parçasından girebilir. Ben izleyici nasıl bakar diye düşünemem. Ben bir şey yaparım, izleyici bakar.
-Bu serinin çıkış kaynağının Marksist öğreti olduğunu söyleyebilir misin?
Emeğe yabancılaşma meselesi... Üretim ilişkileri üzerinden dünyayı okuma...
Bütün okumalar olabilir. Benim üretimim, bir matematikte, bütün kümeleri içeren bir küme olarak düşünülebilir. Marks da sonuçta insanın kökeni üzerine okumalar, yorumlamalar ve değerler yaratmış bir insandır. Aynısını Nietzsche de yaratmıştır, Camus da yaratmıştır. Dostoyevski de yaratmıştır. Sen Marksistsen, benim filmlerimi Marksist okursun. Sen başka bir dile hakimsen oradan okursun. Tabii ki birileri gelip işlerim hakkımda Marks üzerinden konuşursa dinlerim. Ama ben işlerimi bunun üzerine temellendirmedim. Çok temel bir noktadan, insanın tanımından yola çıkıyorum.
-Peki hepimiz birer dikizciyiz. Modernlik de böyle bir şey; dikizlemek ve dikizlenmekten ibaret. Sen de bunu yapıyorsun desem?
Dikizlemede bir vücut sorunu var. Oradaki varlığını gizleme gibi... Fiziksel varlığın görünür olmaması başka bir boyut. Mesela anahtar deliği, Biri Bizi Gözetliyor bu işin son hali... Bu konu uçmuş durumda. Ben hiç kimseden saklayarak yapmıyorum. Varlığımı gizlemiyorum.
Ben bir araştırmacı olarak görüyorum kendimi... Hiç dikizci olarak görmüyorum.
-Araştırmacı? İnsanlık adına mı?
Beyin cerrahı olmak ne demek? Bir hayvanı öldürmek ne demek? Bir insanın beynini açıp onu tamir etmek ne demek? İnsan olmak ne demek? Kontrol etmek demek. Bunu araştırıyorum. Dünyayla kurduğum ilişkimdeki, perdeleri çekmeye çalışıyorum. Kendim için bunu yapıyorum. Nesnelerle, şeylerle, insanlarla olan ilişkilerim arasına giren bütün saçmalıkları atmak istiyorum. Benim nesnelerler ve insanlarla kuracağım ilişkiyi dejenere eden şeylerden kurtulmak istiyorum.
-Bana göre bizim modernlik sürecinde yabancılaştığımız süreçleri görünür kılıyorsun...
Moderniteyi eleştirmiyorum da övmüyorum da... Varolanın şeklini gösteriyorum sana...
O kadar da görünmez değilim elbette. Ben yaratanım, form verenim... Zaten belgesel yaptığımı iddia etmiyorum.Bunun gerçeği budur diyorum ve kendi önüme koyuyorum.
Siz de görmek isterseniz bakın diyorum.
-‘İzleyiciyi düşünmüyorum kendimim izleyici’ dedin biraz önce... O halde izleyici olarak filmini, kendi bakışına göre örgütlüyorsün. Gördüklerin karşısında doyuyor musun?
Doyuyorum. Tabii ki doyuyorum. Bütünleşme hissediyorum. Haz alıyorum. Tabii ki haz alıyorum.
1 comment:
cok begeniyorum tum soylesilerinizi.donanımınız ve bakıs acınız cok iyi ve benim icin cok ogretici cok tesekkurler
Post a Comment