OPTİMİST OLMAK BİR SORUMLULUKTUR
-‘Az bulunur yaratık güzelliği’ diye bir deyiminiz var. ‘Güzelliğin varsayılan modeli olmazsa onu varsayımdan uzak tasarlarsınız’ diyorsunuz... Bu tam da sanki Kant’ın güzellik kavramının tersi bir görüş...
Aslında tersi değil... Aslında güzelliğin geçtiği süreçlerden bahsediyorum ben de... Güzellik, nesneldir. Anlam, subjektiftir. İkisi de ilişkiseldir. Temsili olan bir modeli olan bir güzelliğe ya da güzel bir nesneye baktığınız zaman ona neye göre güzel dersiniz? Kant’ın da sorduğu soru buydu...
Güzel olanın eleştirisi, görünenin ardındakine olan inançla başlar.
Beynin en yüzeydeki tarafı en derin tarafıdır oysa. Tıpkı ağacın kabuğu gibi... Beyindeki en büyük farkındalık yüzeye yakın bölümdedir. Ben bir modele dayanmayan güzellikten bahsediyorum... Eğer model aldığınız bir manken yoksa, güzellik kavramını özgürleştirmiş olursunuz...
-Bu anlamda bu aralar Mondrian üzerine tekrar düşünmemiz gerekiyormuş gibi geliyor. Kandinsky’yi de mesela... Ne kadar vizyonermişler... Bugün onların yüzeylerini, her şeyin mümkün olduğu bilgisayar ekranları gibi görmemiz mümkün değil mi?
Şüphesiz, benim, soyut ressamlar, nesnesiz resim yapanlarla çok ciddi bir bağım var. Mondrian ve daha dışavurumcu olmasına rağmen Kandinsky de çok ilginçtir. Ama beni en çok Malevich ve konstruktivist sanatçıların hepsi etkilemiştir.
Bence bu anlamda Raymond Lulle de öyle... Ama sadece modern değil, bu tür bir sonsuz olasılıklar içeren güzellik algısını, 13., 14., 15. ve 16. yüzyılda da görüyoruz. Ama elbette bunu söylerken bir tuzak beni bekliyor ona düşmek istemiyorum.
-Nedir o tuzak?
Platonik olmak elbete... Fontana’yı bilir misiniz? Bir yıkıcılık değildir onun yaptığı... Resmin, tuvalin maddeselliğini de yok etmek değildir. Tuvali yırtarak ne yapmıştır? Tuvalde gösterdiğin ne olursa olsun, ona dikey bir başka gerçeklik boyutu vardır, onu dikey kesen... Ve Fontana tuvali yırtarak bu dikeylikle baş etmeye kalkışmıştır. Dolayısıyla resmi, gerçeklik boyutuyla ilişkiye sokmuştur. İki boyutlu bir hayattayken bir üçüncü boyuttan haber vermek gibi... Fontana dolayısıyla bir derinlik durumuna işaret eder. Malevich de öyle.... Mondrian’ın resimlerine bakarsanız, nefis renkleri vardır. Harika alışveriş çantası olurlar ama aslında yüzeyle ilgili değillerdir. Onlar derinlikle ilişkili rengin yüzeyleridir. Ama burada Platonik bir derinlikten asla söz etmiyorum. Metafiziksel bir derinlikten... Hepsi metafiziği dışlarlarlar. Orada, dışarıda ne var bilemeyiz ama, orada ne olursa olsun, o fizik’e aittir, doğanındır...
-Siz kendinizi bir fütürist mi yoksa ampirist olarak mı tanımlarsınız?
En garip yaratığı düşünün, bir rinozoru mesela... Doğa, rinozoru fütürist bir proje olarak yaratmamıştır. Doğa bir rinozoru, sizin deyişinizle ampirik bir proje olarak yaratmıştır. Ben gelecekle oraya sanki hiç ulaşılmayacakmış gibi ilgilenmiyorum. Eğer oraya gidilen bir yol yoksa o zaman bir gelecekten de bahsedemeyiz. O bir fantazidir...
-Ama bence fütüristler tam tersine geleceğin geldiğinden emin, anı kutlamakla, taçlandırmakla meşguldüler...
Eğer bana fütürist diyorsanız, ben geleceğe karşı çıkmıyorum. Gelecek, inşa edilebilir bir şeydir. Geleceği yaparız.
-20. yüzyıl başı fütüristleri de buna inanmadılar mı?
Onlarla içinde yaşadıkları zamana ilişkin aynı refleksi paylaştığınızı söyleyemez misiniz?
Tabii ki söylerim... Ruhsal anlamda onların yatırımlarıyla, kendi gelecek üzerine düşündüklerimin çok ortak noktası var elbette...
Ben de tıpkı onlar gibi çağdaş olandan nasıl bir gelecek çıkarırım diye bakıyorum... Bilgisayarların üretildiği silikon vadisinde bir söz vardır: geleceği tahmin etmenin en iyi yolu, geleceği var etmektir.
-Bu bahsettiğiniz bana çok sorunlu geliyor. Dünyayı böyle algılamak, silikon vadisi sözleri üzerinden... Koudelka sergisinden geliyorum. Bosna, Beyrut, bütün o bombalanan şehirler... Sanki hep aynı geçmiş. Hiç gelecek olmamış gibi...
Bombalanmış bir şehirde onu bombalayanlar, geleceği yapmıştır. Birisi onu bombalayarak ona bir gelecek vermiştir. Gelecek dediğin temiz, güvenli olmak zorunda değil. Berbat bir gelecek de yapabilirsin ama sonuçta geleceği yapan sensin... Kararı verer sensin... Paul Virillo’yu iyi tanırım.. Birlikte çalıştık. Geçtiğimiz günlerde Paris’te bir kafedeydik. O, İngilizce anlıyor ama konuşmuyor, ben Fransızca anlıyorum ama konuşmuyorum. Ama nefis konuşuyoruz. Bana önce dedi ki, ‘sen beni Fransızlardan daha iyi anlıyorsun, sen bir optimistsin’ dedi. Ben de yanıtladım. O yanıt hala benimledir. Dedim ki; ‘Lübnan’ın çöküşünü, Bosna’daki trajedeyi gözleyebilirsin, işkence, felaket, vahşet, korku, hastalık, üzüntü dünyanın dört bir yanında ama olumlu şeyleri de ifade edebilirsin. Her şeyin ne kadar kötü olduğuna tanık olsan da, etik olarak optimist olmak bir sorumluluktur.
Çünkü birileri daha iyi bir dünyayı düşlemeli... Berbat bir gelecek yapabilirsin derken gerçekten doğrudur. Ama bu harika bir geleceği mükemmel düşlemeyi de önlememeli. Dünya ne kadar kötü olursa, dünyanın daha iyi olması ihtimalini düşlemen o kadar kolaylaşır... İyi kötü o kadar birbirine yakındır ki...
-Buradan o zaman Spinoza’ya geçelim. Konferansta bahsettiğiniz bu oyun ve olasılık meselesi, hayatın bir geometrisi olduğu fikriyle onu akla getiriyor... Kuramlarınızı oluştururken hangi filozoflardan neler ödünç aldınız?
Bu anlamda Spinoza çok önemli ve çok iyi algılamışsınız... Çünkü o da etik ve geometridir. Siz bir balonsunuz, ben bir balonum. Bu benim hücrem, o senin... Eğer ben benim hücremin bir kopyasını yaparsam, sen de senin hücrenin kopyasını yaparsan... Benim dünyam bence böyle bir şey, sen de içine girip ne bulduğuna bakabilirsin dersem... Buna bakarak bazı şeyleri benim bile görmediğim şeyleri görebilirsin.
Çok küçükken çizdiğim bir grafikten bahsetmeliyim. Bir insanın olması gereken şeyin grafiğiydi bu.. İnsanın neden oluştuğunu bulursam, onu dengede tutmayı beceririm diyordum. Akıl, irade, his, duyular ve imgelemden, bir daire gibi oluşuyoruz. Ve bunların hepsi, başa dönersek, güzelliği oluşturur dolayısıyla dengeyi... İmgelem bunların içinde en önemlisidir. İraden yoksa bile iradenin olduğunu düşleyebilirsin... Bu durumda akıllı olduğunu da düşünebilirsin. İmgelem çok önemli. Bu bir dairedir. Bir noktada ortada bilgeliğin olur. Yine ortalarda bir yerde güzellik olur, her şey varsa denge varsa....
-Japon mimar Kisho Kurokawa’dan etkilendiniz mi peki? TransRNA kavramınız onun mimaride symbiosis kavramını hatırlatıyor. Onun da DNA formunda organik binaları var...
O eski bir adamdır. Symbiosis kavramı, metabolist akımındandır o, Japonya’dan... Ben bütün bunlarla çok ama çok erken karşılaştım.
Kendi kuramımı hazırlayana kadar bir sürü bilgiyi adeta emdim. Çok uzun bir dönem sadece bilgi içiyordum bu anlamda... O zaman Kurakawa kim bilmiyordum. Ama Japon mimarisiyle genel ilgileniyordum. Bir dönem dine şans verdim. Ve hiçbir anlamı olmadı. Hiç etkilenmedim. Karşılaştırmalı din dersi aldım. Tüm dünya dinlerini öğrenerek etkilenebileceğim bir din bulurum belki diyerek... Hepsini okudum. Bir etkisi olmadı. Ama dünyaya Zen
aracılığıyla bakmak bana uydu. Mesela Japonya’ya gittim. Hiç de yabancı bir yer değildi benim için... Sanki her şey tanıdıktı... O kadar güzelliğe sarmalanmış, gömülmüş bir yer ama asla güzelliğin varsayılan bir özelliği yok.
-Teknolojinin orada bu kadar hızla gelişmiş olması bir tesadüf mü?
Bunun nedeni korkusuzluk. Orada hiç Frankenstein, canavar yok...
-Frankenstein ya da canavar korkusu Batılı ve hristiyan bir şey mi?
Hristiyanlık, yahudilik ve islam bence kavga ediyorlar ama aslında aynı şeyi söylüyorlar. Dünyanı monistik ve ahlaki değerler üzerinden kategorize ediyorlar. Hepsinde de bir düşman fikri var... Ama Zen’de bu yok. Ben Yunan asıllı olduğum için felsefeye yatkınım. Yunan filozofisi üzerine de çok okudum. Mesela Epikür ve Demokritos... Epikür’de aynı Zen gibi ataraxia kavramı vardır. Bütün amaç korkusuz bir durumda varolmaktır. Yani ama şöyle... Ölümden de korkmuyorsun ama cesaretli olduğun için değil! Umudun da yok aynı zamanda... Korkuların tarafından yönlendirilmiyorsun, yönetilmiyorsun. Bu önemli bu Zen’de var, Epikür’de de var...
-Biz kendimize Yunanzede deyip Doğu’yu bir kez daha algılamaya çabalıyoruz. Belki de Doğu ve Batı diye bir şey yok...
Size bir hikaye anlatmalıyım bunun üzerine...
Amerika’da küreselleşmeyle birlikte bütün mimari okulların başına Japon ya da Çin, Asyalı bir yönetici getirildi. Ekonomik nedenlerle elbette... UCLA’deki mimarlık bölümünün başına da Hitoshi Abe, getirildi. Kendisiyle bir yemekteydim. İçiyorduk ve sohbet ediyorduk. Zen ve Ataraxia’dan bahsettim. O da bana şunu dedi:
Japon mimarisinin çoğu Yunan mimarisidir. Çok şaşırmıştım. Bunu bir Yunan mimar dese, inanmam ama Japon bir mimar deyince kesinlikle doğru olduğunu düşündüm. Sonuçta fikirler, Mondrian ve Kandinsky konuştuk, daha da eskiye gidebiliriz dedik, suda sektirdiğimiz taşlar gibi... Sufizm de Zen...
No comments:
Post a Comment