Can Altay'la konuşma (2006 yılında )

BAR YOK, SADECE ŞİŞELER: CAN ALTAY BİLBAO’DA

Önce şu daha önceki projelerden bahsedelim... İstanbul’daki bienalde yanlış hatırlamıyorsam Dan Cameronlu olandaydı... Ve diğerlerini aşağı yukarı anlatalım...
Aslında minibar’la ilgili çalışmalar 2001 yılında Proje4L’nin açılış sergisi Yer-leşmek beraberinde yayınlanan kitapta yer alan söyleşi metniyle su yüzüne çıkmaya başladı. Sonra 2003’te Walker Art Center, Minneapolis’te gerçekleşen “How Latitudes Become Forms” sergisinde ilk yerleştirme halini aldı. Yine 2003’te Temmuz ayında Platform Garanti’deki “Mekan Yaratmak” sergisinde tamamen farklı bir yerleştirmeyle konu üzerine çalışmalar devam etti. Bu iki yerleştirme de güncellenerek “Bar Yok, Sadece Şişeler”de yer alıyorlar.
8.Bienalde yer alan çalışmam ise, <<“Kağıtçıyız” dedi>> isimli yerleştirme. O aslında minibar’dan sonra gelen bir çalışma. Gerek kavramsal yapılanması gerekse mekanda yapıtın son şeklini alması açısından benzer kurgulara sahipler, ama ele almaya çalıştığım konuların belli verileri sunarak yapıtı şekillendirmesine çalışıyorum, böylece ister istemez farklılaşıyorlar.
<<”Kağıtçıyız”, dedi>>’deki mesele, şehrin artıklarından geçinen bir kayıtdışı meslek kolunun mensupları olan kağıtçıların, şehirle, artıklarla (yani çöple) ve mevcut sistemle girdikleri ilişkilerdi. Bir de tabii böyle bir konuyu ele alıp üzerinde düşünmeye düşündürmeye çalışan sanatçının kendini konumlandırmasının sorunlarıydı. Sonuçta atık kağıda ve yeniden kullanmaya atıflarla oluşturulmuş bir oda içerisinde, bir video, bir slayt gösterisi, bir animasyon ve muhtelif metinler üzerinden kağıtçılara dair kişisel gözlem ve bulgularımı sunuyordum. İzleyici ise, özellikle metin kısmında uzunca bir masa üstünde deste deste atık kağıda basılmış gündelik kayıtlar silsilesinden kendi anlatısını ayıklayıp zımbalayıp almak suretiyle, yarı rastlantısal bir okumaya sahip oluyordu (ya da benim hedefim buydu diyeyim).
Sonra söz Bar Yok Sadece Şişeler’e gelsin...
Evet, Bilbao’daki sergi ise az önce söylediğim gibi daha önceden sergilenmiş iki yerleştirmeyi elden geçirerek, zaman içinde yaşanan değişimlere işaret eden ve Bilbao’daki “Botellon” denen minibar benzeri oluşuma dair iki ek çalışma ve bir de yeni projeyle oluşturuldu. Bu sergi, ilk kişisel sergim olması, minibarı yeniden elden geçirmemi sağlaması ve oradaki yerel durumla ilişkiye geçen bir sergi olması açısından önem taşıyor diyebilirim.
Ankara’daki minibar fenomeni nedir? Böyle bir fenomen bir tek Ankara’da mı var? Hiç anlamadım... Oteldeki minibar olayı mı kastedilen?
Ankara’daki minibar fenomeni aslında sokakta içki içmekten ibaret, fakat bunu yaparken zaman içinde oluşan bir alt-kültür boyutu var. Yani bu yapılana bir isim koymak, gayri-resmi bir tanım getirmek, benimsemek. Dünyanın pekçok yerinde sokakta içiliyor, ama minibar hem olagelişi hem de benimsenişi açısından farklı birşey.
İspanya ve bar ilişkisi de gayiba söz konusu yani onların bara gitme alışkanlıkları...
Aslında İspanya ilişkisi bardan çok onların “botellon” yani “büyük şişe” olarak adlandırdıkları bir olay üzerinden gerçekleşiyor. Botellon’da da bir bar sözkonusu değil, sadece şişeler. Herkes kendi içkisini kendi alıyor getiriyor. En temel fark mekansal, Botellon meydanlar, büyük avlular gibi mekanları benimseyebilirken, minibar çok daha sıkışmış alanlarda, sokakla apartmanlar arasında yer buluyor. Tabii Botellon’un da çeşitleri var, yaşı tutmayan gençleri şehir merkezine bağlanan bir ara sokakta sıkışmış doluşmuş olarak buluveriyorsun. Hele biz oradayken yağmur yağıyordu ve inanılmaz bir durum oluştu, bütün bu gençler bahsettiğim ara sokaktaki binaların cephelerine yapıştı, ama kalabalık bir topluluktan bahsediyorum, bir yandan yağmur, biz de oradayız tabii, binalara teğet, ama kimse terketmedi, bütün çocukların ellerinde koca pet şişelerde yaptıkları kokteyller.
Bir de serginin açıldığı gün Bilbao’da Botellon resmi olarak yasaklandı, bu da ilginç, “Botellon’u yasaklıyoruz” dedikleri anda tanımış oluyorlar, ve tehlikeli / sakıncalı bir olgu olarak sınıflandırmış oluyorlar. Yani resmi olarak var edilip, yok edilmeye çalışılıyor. Bu tip eylemlerin resmi kurumlarla olan ilişkileri çok ilgimi çekiyor. “Kağıtçılar”daki sistem ilişkisi de bana bu açıdan önemli geliyor.
Öte yandan gazetelerin ön sayfalarında Botellon yasaklanıyor haberleri varken kültür sayfalarında da Minibar haberlerinin yayınlanmış olması da serginin zamanlaması açısından ilginç oldu, sergiye farklı bir aciliyet kazandırdı bu ilişki.
“Şehir mekanına kullanımla atfedilen anlamlandırma üzerinde duruluyor” tam olarak bu ne demek? Bunu güzel güzel açalım...Açarken de sizin genel olarak sergilere olan yaklaşımınızı devreye sokalım ki bu yaklaşımınız hayli eleştirel... Bun şunu da eklemek istiyorum İstanbul’daki sergilerle ilgili de benim birincil şikayetim mekan ilişkisini es geçmesi, mekanın kendisinin de serginin fikriyle birlikte tekrar gözden geçirilmesi gerekliliği... Ki bu konuda bence bunu çözmeyi ve artı mekanla birlikte ona katkıda bulunacak elemanları kurgulamayı sarkis yapıyor...
Minibar’ın bence en çarpıcı yanlarından biri hiçbir şekilde böyle bir umumiliği, biraraya gelmeyi öngörmeden inşa edilmiş bir alanda, yani sıradan bir sokakta, binaların, kaldırımların, kullanılabilecek ne varsa bu elemanların bambaşka bir işlev ve anlam yüklenerek başka bir sosyal mekana dönüşmesi. Bu sadece ve sadece kullanımla oluyor, yani mevcut çevreyi öyle bir kullanıyorsun ki, o kaldırım o duvar bambaşka bir anlam kazanıyor.
Bir sergi kurgularken de benzer fikirlerle hareket ediyorum. Hele ki minibar üzerine bir şey yapmaya çalışıyorsam, öyle bir ortam yaratmalıyım ki izleyici bu mevcut elemanlarla ilişkiye girerek yapıtı şekillendirebilmeli, veya bir müdahale, bir ifade, bir anlamlandırma alanı oluşturabilmeli. Ama bu tamamen izleyiciye dayanan bir iş yapmak değil, kimse dokunmasa bile yapıt kendini var edebiliyor. Başka bir deney de geçen sene Platform’daki Makulleştirme sergisi bünyesinde gerçekleştirdim. Bu sefer benim ortaya koyduğum yapıt, aslında bir önceki sergideki sanatçıların yapıtlarını tekrar biraraya getirmekten ibaretti. Her sergide bir önceki serginin hem özeti, hem belgesi, hem artığı, hem de hayaleti olan bir yerleştirme yapıyordum, ve bu yerleştirmeler üstüste binerek büyüyordu. Hem sergilemeye, hem anlamlandırmaya ilişkin bir denemeydi bu, üçüncü sergide sonlanıp kalktı galeriden.
Mekan sadece fiziksel değil sosyal, ekonomik ve siyasi bir üretim alanı olarak ele alıyorsanız Ankara’yı Bilbao’ya nasıl taşıdınız?
Mekan aslında sürekli üretilen birşey, kentsel çevrenin inşa edilmesi aslında bu üretimlerin sadece ilki, esas bunun üzerine gelen yaşantıyla, sosyal, ekonomik ve siyasi uğraşlarla, çatışmalarla veya birlikteliklerle mekan oluşuyor. Sonra tekrar fiziksel müdahaleler, inşaatlar gelebiliyor, bir kere olup biten birşeyden değil, sürekli tekrar tekrar üretilen bir alandan bahsediyorum. Ankara’yı Bilbao’ya taşımak gibi bir hedefim hiç olmadı, ama minibar’ı bana önemli gelen bu uğraş ve çatışmalarıyla bir örnek olarak alıp, Bilbao’yla (veya sergilendiği herhangi bir yerle) iletişime girebileceği bir düzenleme hedefledim. Her sergide izleyici/katılımcıyla anlamlı bir ilişkiye girebilmenin yollarını arıyorum, bu yüzden yapıt aynı olsa bile hiçbiryerde aynı olmuyor.
Tabii bir de Ankara da çok ilginç... Kentsel alan olduğu gibi modern devlet öznesi tarafından şekillendirilimiş olması açısından her şeyden önce... Bir Saraçoğlu mahalessi o Adliya Sarayı o da galiba Paul Bonatz ya da tüm Kemalettin Bey mimarileri... Biraz bunu da açalım... Ankara, bize modernleşme buyuran öznenin sesiydi ve şimdilerde sizce...
Şimdi şöyle birşey var, yani genel kanı sanki ‘proje-kent’lerin hayat kazanamayacağı yönünde veya Ankara’ya yüklenmekten pek hoşlanılan o bürokratik kimlik, halbuki şehirler yaşayan organizmalar, kurgulandıkları yerde kalamazlar. Modern Ulusun şehrin inşasındaki etkisine değinmeyeceğim, bu bir gerçek tabii. Ve tabii ki fiziksel ve mimari çevre kalıcı ve etkin bir sahadır, ama minibar’da olduğu gibi yüklenen-kaydırılan-yüklenen anlamlar kullanım üzerinden bir dönüşüme sebep olabilir. Devinimi yoksaymak sadece körlük olacaktır, öte yandan her şehre giydirilen kılıflar var, bu kılıfların benimsenme dereceleri ise başlıbaşına bir araştırma konusu bence.
Ankara için ilginç bir örnek var, o da SSK İşhanı, Kızılay’da tek bir bina. Kabuğu yani dışa bakan kısmı devlet, bürokrasi, SSK, nüfus idaresi gibi kurumlara evsahipliği yaparken iç avluya bakan mekanlar tam bir hengame, her türlü gece kulubü, pavyon, türkü bar, rock bar hepsi bir arada, ışık, renk, gürültü, kalabalık. Bu baya etkileyici bir örnek, dıştan kurumsal, bürokratik; içten durumsal, patlamalı...
Ankara minibar ilişkisinin başka bir boyutunu bazı minibar sakinlerinin ağzından aktarayım, bu biraz daha sınıfsal/mekansal boyutu, bunlar Deniz Altay’ın araştırmasından, yerleştirmelerden birinde duvara asılan alıntılardan direk aktarıyorum:
“Evet ama şey de var, Ankara’da hakim olan orta sınıf aile anlayışının getirdiği kısırlık sonucu gençlerin bir arayış içinde olup da bu mekanı türetmesi bence en büyük sebep yani. Bence tanımı bu yani.”
Bir diğer görüş de şöyle:
“Ee, tabii ama nitelik olarak burası herhangi bir Ayrancı mahallesinden farklı değil. Ama burası bir dönüşüm yaşamış. Apartmandan ofise dönüşmüş. Ama baktığın zaman ev planında ofisler; o yüzden enteresan bir morfolojisi var apartman formatında işyeri, öyle olduğu için hayaletleşmiyor. İşyeri gibi değil, böyle domestik bir ortamı var yani. İnsanların kafasındaki fiziksel repertuardan da kaynaklanıyor bu; evimden bir farkı yok şu apartmanın. Nasıl biz eskiden sokağa çıkardık, otururduk top oynardık filan; öyle bir havası var.”
Kentsel alanın kullanımı üzerine gerçekleştirdiği gözlemler sonucu oluşturduğu çalışmalarını izleyici ile etkileşime geçerek anlam ve biçim değiştiren mekansal yerleştirmeler olarak ortaya koyuyor..... İzleyici sergiye nasıl dahil oluyor?
Önden tasarlanmış olsa da izleyiciye bir yetki veriliyor. Yani sanat yapıtının varolmasını sağlayanın izleyici/katılımcı olduğu fikrini de biraz zorlayarak, ayrıca minibar’ın şehir mekanına yaptığı uçucu müdahaleye de atıfta bulunmak üzere, yapıta son biçimini vermek izleyiciye düşüyor. Bunu uzun bir masanın üstündeki alıntıları duvara kendilerince yapıştırmak suretiyle, veya bir çalışma masasındaki kitaplara ekleyecekleri post-it’lerle yapıyorlar. Dediğim gibi kısıtlı ve tanımlanmış, ama her sergide bunu zorlayan ve değiştiren birileri çıkıyor, ve onun açtığı yola devam eden birileri de çıkınca yapıt sapıtabiliyor. Bu bir jest tabii, bir jest olarak da kalıyor, ama yine de yapmaya değer bir jest bence. Bir yol ya da bir alan açılabilirse, bu alanı dolduran genişleten birileri mutlaka oluyor. Bunu da ben “durum üzerinde birileri düşündü” diye algılıyorum, zaten bütün amaç bu.
Sokakta içki içerek sosyalleşmek üzerinden tanımsız mekanlara farklı anlamlar kazandıran “minibar”ı, İspanya’da yaygınlaşan “botellon” (büyük şişe) olarak adlandırılan sokak buluşmalarıyla bağdaştırarak çalışmalarını Bilbao’ya özel olarak yeniden kurgulayan Altay, ayrıca güvenlik aparatları ve alarm cihazlarının sokağa yansıyan ışıkları üzerinde durduğu “güvenlik” isimli film... Bütün bu elemanları teker teker açalım... Lütfen son kez ...
“Güvenlik” yeni bir proje. İlk adımını bu sergiye dahil ettim, sonra büyütmeyi planlıyorum. Bu video yerleştirmesi, çoklu televizyon ekranları üzerinden mekana yayılıyor, hem sergilenen yapıtlara bir bağlaç, hem farklı bir bağlam, hem de biraz daha belirsiz bir eleman eklemek için. Aslında tüm gördüğümüz yanıp sönen ışıklar, alarmlar. Bunlar apartmanların sokağa bakan duvarlarına monte edilmiş aygıtlar, işlevleri hırsızları uzak tutmak. Fakat bir yandan da yarattıkları bir görsellik var ve sokakta çok belirgin bir yer edindiler. Bir yandan şehir, sokak, korku, ışıklar derken umumi mekan ile mahremiyet/mülkiyeti ayırmaları üzerinden, bir yandan da gece, ışıklar (ve bu alarmlar sürekli yanıp sönüyor kırmızı, mavi, yeşil, üçlü, tekli lambalar) derken “barsız minibar” ve “eğlencesiz disko ışıkları” bir araya geldiler. Sonuçta birbirinden bağımsız kurgulanmış iki iş arasında böyle bir bağ oluştu.
Minibar, 2003’te yaptığım dia projeksyonları ve bir okuma masasından oluşan yerleştirme ile hem görsel belge hem kuramsal altyapısını açığa çıkartan çalışmam ve yine Platform’da sergilenmiş olan Deniz Altay ile beraber gerçekleştirdiğimiz saman kağıdına basılı alıntılardan ve fotoğraflardan oluşan bir diğer yerleştirme ile sergileniyor. Deniz’in minibar katılımcılarıyla yaptığı söyleşilerden ayıkladığımız bu alıntılar minibara teklifsiz bir tarih ve tanımlama getiren kısa cümleler ve paragraflardan oluşuyor, izleyici ise bu kağıtları sergi alanına yaymakta, yapıştırmakta serbest bırakılıyor.
Botellon, devreye ses kayıtları ile giriyor, mekanda Bilbao’daki Botellon’larda yaptığımız ses kayıtları sürekli yayınlanıyor. Minibar’a dair görseller ve metinler üzerinde Botellon sesleri hem bir ilişki hem de bir kayma yaratmaya çalışıyor. Yani aslında yapıtın belgesel niteliğini zorlayan; tek bir olgu resmetmektense çok katmanlı bir durum ortaya koymaya çalışan bir sergi kurgulama çabaları bunlar.
Bir de tarihsel süreç var. Minibar başladığında sıradan sokaklar olan yerlerin ticaret/eğlence mahallerine dönüşmesine değindiğim bir ek çalışma daha var. Duvara asılı bir seri fotoğraf ile ticari elkoymayı belgeliyorum. Bunlar en popüler minibar buluşma noktalarını kiralayıp veya satın alıp oralara kafeler barlar açan girişimcilerin mekanlarının fotoğrafları. Yani hizmet sektörünü aradan çıkartan bir durum olarak minibar, yine hizmet sektörünün dikkatini çekerek yeni işletmeler açılmasına sebep oldu. Bu tabii minibar’ın taşıdığı potansiyellerin ters yöne kaydığı bir durum, minibar hala devam ediyor, ama sokak artık barlar sokağı oldu. Hatta bu barlardan birinin adı minibar! Bu da alıştığımız ticari olanın sosyal mekana elkoyma sürecinin bir tekrarı. Ne şekil alacağını ben de merak ediyorum.

No comments: