BEŞİR AYVAZOĞLU
“BİZİM DEDİĞİMİZ BİZİM OLMAYAN BİR KÜLTÜRDÜR”
“Şimdi tabii Anadolu geleneği diye çok geniş bir gelenek var. Türk-İslam bunun içinde var ama gelenek dediğiniz zaman o kadar geniş bir alandan söz açıyorsunuz ki… Mesela Hitit'i nereye yerleştireceksiniz? Cemal Tollu, Hitit'le çok ilgili bir gelenekçi sanatçıdır doğrusunu isterseniz. Bizans'ı, Roma'yı, eski Anadolu uygarlıklarını nereye yerleştireceksiniz geleneğin içinde o halde? Ben geleneğin şu kısmıyla ilgili olanı bir araya getirdim, demeli. O kadar… Gelenek büyük bir başlık.”
Hüsamettin Koçan
Ayşegül Sönmez- ”Sanat ve kültür adına sözü edilebilecek eserler ortaya koyanlar varsa, onların her şeye rağmen üzerinde oturduğumuz devasa kültürle herhangi bir şekilde ilişki kuranlar olduğunu söylersem, büyük bir iddiada mı bulunmuş olurum? Bu bizim ülkemiz ve bizim hayatımız; onları elbirliğiyle güzelleştirmeye mecburuz!” diyorsunuz bir yazınızda... Üzerinde oturduğumuz bu kültürden neden hep taşınmak istedik?
Beşir Ayvazoğlu: Üzerinde oturduğumuz kültürden niçin taşınmak (kaçmak) veya kurtulmak (yıkım) istedik? Bu önemli biri sorudur. Cevabının basit olduğunu sanmıyorum; fakat kestirme bir cevap aranırsa, kolonyalizmin sağladığı ekonomik büyüme, teknolojik ilerleme ve sanayi devriminin Avrupa’ya sağladığı avantajlar yüzünden yaşadığımız askeri yenilgilerin ve sürekli geri çekilişin yarattığı psikolojik çöküşten, yılgınlıktan söz etmek mümkündür. Yönetici zümre ve entelijansiya, Avrupa’nın bizi geri püskürten ekonomik ve teknolojik üstünlüğüyle sosyal ve kültürel organizasyonu arasında deterministik bir ilişki kurmuş, mesela suçu toplumu uyuşturduğunu düşündükleri eski musikiye yüklemiş, tiyatromuz, operamız, polifonik müziğimiz olursa, yazıyı sağdan sola değil de, soldan sağa doğru yazarsak, eski binaları yıkıp düz caddeler açarak eğri büğrü sokaklardan kurtulursak ilerleyeceğimizi zannetmişlerdir. Bunun tabii sonucu, ilerlememizi engellediği düşünülen bütün değerlerden –çok zaman Vandalizm ölçülerine varan- bir kurtulma gayretidir. Bu gayreti gösterenler ne benimsemek istedikleri medeniyetin iç dinamiklerinin farkındaydılar, ne de kurtulmak istedikleri kültürün değerinin...
- “Yani ‘eve dönüş’... Dönüşte evinizi beğenmeyebilirsiniz, giderken bıraktığınız ev artık ihtiyaçlarınıza cevap vermiyor olabilir. O halde onu ya -yeni ihtiyaçları da göz önüne alarak- restore eder yahut temelleri üzerine yeni bir ev inşa edersiniz! İçinde yaşayabileceğiniz yeni bir ev! Yeni bir estetik!” Bu sözleriniz hemen Baksı Müzesi’ni akla getiriyor. Hüsamettin Koçan'ın kendi doğduğu köye müze yapması bir eve dönüş olarak okumak gerekiyor sanırım... O bölgenin ihtiyaçlarını göz önünde bulunduran bir müze... Ehramlarıyla sergiyi gezen köyün kadınları da bunu doğruluyor. Başka eve dönüş örnekleri var mı?
B.A: Baskı Müzesi’ni ne yazık ki görme imkânı bulamadım. Basından takip edebildiğim kadarıyla, Hüsamettin Bey’in hayata geçirdiği bu projenin bir “eve dönüş” projesi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. “Günümüz sanatı ile geleneksel sanatı ortak bir zeminde buluşturarak sanatı ve kültürü yaygınlaştırmayı” amaçlayan bu projenin bir model oluşturacağını ve zaman içinde yeni projelerin hayata geçirileceğini tahmin ediyorum. Sadece plastik sanatlarda değil, mimari, edebiyat, musiki, tiyatro ve sinema gibi alanlarda da -başarılı olmuş veya olamamış- çok sayıda “eve dönüş” projesinden söz edilebilir. Yıllar önce yazdığım Geleneğin Direnişi adlı kitabımda aslında bu çabaların bir değerlendirmesini yapmak istemiştim.
- Gelenek nasıl kendini yenileyebilir? Bu mümkün müdür?
B.A: Gelenek aslında tarif edilmesi çok zor, herkesin farklı anlamlar yükleyerek kullandığı bir kavramdır. Ben kendi anlayışıma en yakın tarifi T.S. Eliot’ta bulduğumu birçok defa dile getirdim. Bildiğiniz gibi, Eliot, “Şair ve Gelenek” yazısında, bir şairin yahut yazarın geleneğe sahip olabilmesi için önce tarih şuuruna sahip olması gerektiğini söyler. Tarih şuuru, geçmişin aslında geçmemiş olduğunun farkına varmak, daha açık bir ifadeyle, geçmişin hal’de de var olduğunu bilmektir. Böyle bir şuura sahip olan sanatçı, yalnız kendi zamanının şuurunu ifade etmekle kalmaz; eserinde bütün bir geçmiş yeni bir anlam ve yeni bir ifade kazanmış olur. “Geçmişin hal içinde varlığını hissetmek, sınırsızı sınırlı olanda, yani bugünde bulmak bir şairi yahut yazarı gelenekçi yapar” diyor Eliot; böyle bir şair veya yazar hem bu anlamda gelenekçidir, hem de çağının şuurunu ifade etmesi bakımından modern. Elbette tarih şuuru, muhteşem zaferlerden dem vurmak, mefahirden söz etmek, başka bir deyişle, tarihi sırtında ağır bir yük olarak taşımak değil, itici bir güç olarak hissedebilmektir. Geçmişi tekrarlayarak gelenekçi olunmaz. Mesela bir mimar eskiden kullanılmış mimari elemanları tekrarlayarak veya bir şair bugün gazel yazarak gelenekçi olamaz; ama mimar öyle bir eserler yaratır, şair öyle bir şiirler yazar ki, ortaya koydukları eserler hem kendi çağlarının şuurunu ifade eder, hem de bütün bir geçmişin birikimiyle alışveriş halindedir. Ancak böyle bir süreç, ciddi kültürel kırılmalar yaşamayan toplumlarda sağlıklı işleyebilir. Bizim -yaşadığımız ciddi kırılmalar ve travmalar yüzünden- içinden geldiğimiz, üzerinde oturduğumuz kültürle ilişkimiz çok problemlidir. Hatta problemin ötesinde bir durum bu. “Bizim” dediğimiz, aslında artık bizim olmayan, dışına ve uzağına düştüğümüz bir kültürdür. Bu kültüre sahip çıkanların bile onu ne kadar temellük ettikleri tartışılabilir. Kendi kültürümüzü yabancılar gibi öğrenmek zorundayız. Ancak bu öğrenme sürecinde kullandığımız araçlar, kavramlar, terminoloji vb. hep yabancı. Dolayısıyla geride bıraktığımız ve bizim olduğunu varsaydığımız kültürü öğrenirken aslında onu farkında olmadan oryantalistler gibi yeniden şekillendiriyor, çarpıtıyoruz. Elimizde kapıyı açacak anahtarlar yok. Eğer sizin kültür, düşünce ve estetik dünyanızı gelenek belirlememişse, onu sonradan öğreniyorsanız, yaptığınız bir çeşit oryantalizmdir. Bu topraklarda yeşermiş ve asırlarca yaşanmış kültüre özellikle aydınların ne kadar yabancılaştığını anlamak için etrafınıza şöyle bir bakmanız yeter. Peki, bu kültürle ve gelenekle yeniden bağlantı kurmak mümkün mü? Mümkün elbette. Hiçbir kültür büsbütün yok olmaz. Bizim kültürümüz işte burada, kütüphane raflarında, arşiv depolarında, mimari eserlerde, şehir dokularında, hatta mezarlıklarda... Eğer bu kültürün dilini öğrenip şifrelerini çözerek derinliklerine nüfuz edebilirseniz, onu sevebilir, benimseyebilirsiniz. Bizim şansımız elbette yabancılardan daha fazla. İçimizde bir yerlerde inci tellerle bu kültüre bağlıyız. İstesek de, istemesek de… Ben, bu toprağın kültürüne ve değerlerine kendilerini en yabancı hisseden aydınların içinde bile, bu kültürün, bir vicdan azabı gibi konuştuğundan, derinlere yürümüş bir kıymık gibi sürekli rahatsız ettiğinden eminim.
- “Geleneği ve estetiği yeniden üretmekten ne anlamalıyız?
B.A: Bu coğrafyada bin yılda oluşmuş bir kültür var; tuhaftır, bu kültürün bazı tezahürleri insanları korkutuyor. Bir defa, kendi kültürünüzden korkmayacaksınız; bu topraklara ayağınızı sağlam basacak, onu sevecek, anlamaya, dilini sökmeye, sembollerini çözerek arka planına nüfuz etmeye, estetiğini çözümlemeye çalışacaksınız. Dedim ya, Avrupa’da kabul görmek için “gelenekten yararlanma iddiasıyla” alelacele yapılan işlerle pat diye oryantalizmin kucağına düşme tehlikesi vardır. Yani önce keşif süreci, sonra yaratma... Tabii bu da yeterli değil; bir de içinde yaşadığımız çağ var. Dünyada sanat ve kültür adına neler olduğunu öğrenecek, sonra ikisinden hareketle yeni bir şey ortaya koyacaksınız. Yani bugün, modern sanatı yok sayarak gelenekten yeni bir şey üretmek mümkün değil. Soyut sanat akımlarını, kavramsal sanatı, günümüzde sanat adı altında yapılıp edilenleri takip etmeden gelenekten bir şeyler çıkarıp alamazsınız.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment