Mimar Sir Peter Cook'la söyleşi

“Işıklar yanınca her şey değişir”



Ünlü mimar Sir Peter Cook. 1960’ların ünlü Archigram grubunun kurucusu bugün kraliyet sanat akademisinde mimarlık profesörü. Kraliyet altın madalyası sahibi.
2012 Londra Olimpik stadyumu ve Graz’daki sanat merkezi son efsanevi işleri…
Şahane bir İngiliz. Konuşmayı seviyor. Konuşurken edindiği fikirleri sıcağı sıcağına paylaşmayı da… O sadece mimar değil. Aynı zamanda mimarlık üzerine düşünen ve yazan biri… Tüm binaları ele avuca sığmaz nesneler olarak görüyor adeta. Kendisi gibi ele avuca sığmaz projeler üreten genç mimarları yakından takip ediyor. Onları bienallerde gösteriyor. Onlarla ilgili sergiler yapıyor. Peter Cook, geçtiğimiz günlerde bir konferans için İstanbul’daydı. Onunla hayattan ve mimariden konuşmak kaçınılmazdı. Büyük bir zevkti…



Küratörlüğünü yaptığınız Milli Reasürans sanat galerisinde Arkitera işbirliğiyle izleme şansı bulduğumuz sergi “Avrupa ve Asya-Pasifik’te mimarlıkta son trendler” başlığını taşıyordu. Trend her zaman estetik bir derdi içinde barındırmayabiliyor. Siz de bunu belirtiyorsunuz... Mimarlıkta bu trendleri kim belirliyor dersiniz?

Herkes bir sonraki mimarlığın nasıl bir şey olacağını merak ediyor. Modada olduğu gibi... Bir sonraki saç rengi ne olacak? Herkes bu yıl saçlarımızı ne yapacağız diye tartışıyor. Mimarlık bundan daha ciddi bir şey gibi ama aynı zamanda da bütün bu merak dolu konuşmaları içeriyor. Bence Japonlar bu yeni trendleri belirliyor... Orada ve burada olmak istiyorlar. Son fikirlerden bağımsız yeni bir şeyler yapmak istiyorlar. Yeni trendlere bakarken benim tercihim, yenilik ve en önemlisi çoğulluktan yana oldu. Neyin trend olduğu konusuna çoklu bir yaklaşım var bu sergide… Bu sergideki çoğu mimar, belli değerleri paylaşıyor; teknolojiye yaklaşımları, toplumla kurdukları bağ açısından… Ama farklılılar... Ben bir politikacı gibi davrandım itiraf etmem gerekirse… Ve kadın mimarlar var bu sergide... Son dönemde olağanüstü akıllı kadın mimarlar var. Çok iyi işler yapıyorlar ve bu noktaya gelmeleri bir kadın mimar olarak görünmeleri epey vakit aldı bunu özellikle vurgulamak isterim. Koyu bir feminist değilim ama gerçek bu... Sergideki İspanyol mimar örneğin. Izaskun Chinchilla, çok özel ve orijinal bir insan. Sergiden öncesinde işlerini biliyordum ama kendisini tanımıyordum.
Sıradışı biri...

-Bir binayı analiz etmenin en iyi yolu nedir onun hakkında yazabilmek için?

Korkarım fiziksel olarak deneyimlemek... Siz iyi bilirsiniz. Günlük, haftalık yayınlar için çalışıyorsunuz, ben çeşitli kitaplar yazıyorum. Mimari mevzu olunca durum berbat. Oraya gidip görmeniz gerekli. Bunu başka türlü yazmanıza imkan yok. Berbat bir durum.

-Şu ürkütücü geliyor bana… Kalıcılık hissiyle baş etmek… Saç renginizi değiştirebilirsiniz on dakika sürer ama bir binayı yok edemezsiniz. Kurokowa'nın binasını bugün Japonya yıkmak istiyor. Bunu tartışıyor. Artık trendy olmayan binalara ne olacak bu anlamda dersiniz?

İngiltere'de de aynı sorunlar yaşanıyor ama İngiltere yıkmıyor. Onu başka türlü kullanıyor. İster istemez ama… Kiliselerden sergi mekanları, müzelerden ofisler ürüyor, üreyecek de. Bu hoşuma gidiyor da... Bu ham madde duygusunu seviyorum. Zamanla birlikte şekilleniyor. Bence şeyleri, olduğu gibi koruma konusunda gereğinden çok düşünüyoruz. Bu iyi değil.


-Çağdaş sanat alanında da kentsel dönüşümü çok tartışıyoruz. Kentsel dönüşüm, büyük bienallerin konusu, sanatçıların sanat nesnesi oluyor. Bununla ilgili bir endişeyi yansıtıyor bu işler ve sergiler. Siz endişeli misiniz kentin büyük ve karanlık maddi güçler tarafından tasarlanıp dönüştürülmesiyle ilgili?

Kesinlikle, hiç endişelenmiyorum. Ben bir kırsal kesimci değilim. Her zaman kentten yana oldum. Küçük şehirde doğdum. Büyüdükçe büyük şehirde yaşamaya başladım. Londra, doğuya doğru gitti mesela zaman içinde. Daha kozmopolit oldu. Gastronomik açıdan da zenginleşti. Ben ilk Londra'ya yerleştiğimde Londra'da çoğunluklu olarak İngilizler yaşardı. Ve yiyecek çok iyi yemek yoktu. Batı Londra merkezdi. Bir liman kentiydi. Şimdi liman kenti filan değil artık Londra... Çok kozmopolit. Belki de İngilizlerden daha çok başkaları yaşıyor Londra'da. Benim yaşadığım bölgede yaşayanların yüzde yetmişi İngiliz değil. Yemek kültürü radikal olarak değişti ve doğuya kaydı. On dokuz yaşındaki oğlum benim gençliğimde gitmemeye çalıştığım bölgelerde takılıyor. O zamanlar çok tehlikeliydi. Ama şimdi bütün gençlik oralarda takılıyor. Bunun gibi şeyler... Bir şehir bunu yapabiliyorsa bir bina da bunu yapabilir.

Bu sergiyi yaparken onsuz olmaz dediğiniz biri var mıydı?

Eski öğrencim CJ Lim. İşte o da Çin'li ama neredeyse Londralı olmuş, bütün dünyada işler yapan bir isim. Çok yenilikçi. Onun dışında Helen & Hard As mesela... Onlarsız da bu sergi olmazdı. Çok küçük bir kasabadan geliyorlar, Norveç'ten... Avrupa'nın kenarından ama yaptıkları işler çok sofistike. Yerel çevreleri önemsiyorlar, ekolojik dengeyi... İkiliden biri aslında Avusturyalı.
Ben Avusturyalı çok mimar tanıyorum. Orada binalar da yaptım ve çok iyi mimarlar var. Üstelik her kuşaktan. Benim kuşağımdan da yeni kuşaklardan da var.

Neden sizce Avusturya'dan iyi mimar çıkıyor?

Sapkın, sapkın… Almanya'dan çok daha iyi... Bence Avusturya’nın en büyük özelliği Nazi partisinin hala kalbi ama aynı zamanda da çok yaratıcı sanatçılara sahip. Vadi kültürü; bu dağların altındaki vadilerde yaşayan insanlar kesinlikle yaratıcı, paranoyak ve nevrotikler...

-Galiba paranoya önemli mimaride... Giderek daha önem kazanacağını, mimariyi belirleyeceğini düşünüyorum. Ne dersiniz?

Yaratıcı paranoya çok ilginç... Bugünkü konuşmamda sözünü ettim sabah... Mimaride tiyatrosallık kavramından bahsettim. Ben gerçekten mimaride tiyatrosallık kavramına inanıyorum. Bence iki zorunluluğu var bir mimarın... Biri binayı inşa etmek, binanın işlemesi diğeri ise binanın keyif verici olması... Hayat çok kısa... Hayatı olabildiğince ve alabildiğince kucaklamalı. Keyif vermeli. Bir kokteyle gelinen bir oda burası mesela konuştuğumuz oda... Ama çok daha rahat olabilirdi. Akustiği, orijinalliği, formları olabilirdi... Bu kadar patetik olmayabilirdi. Bir kutlama odasıysa burası, buradaki tek kutlamayı çağrıştıran nesne, merdivenler oysa. Çin otelleri gibi düğünlerin yapıldığı... Çin'de büyük merdivenler var çünkü fotoğraflanmak önemli oradaki düğünlerde. Birazcık tiyatrosal elemanlar bulunmalı bir binada. Ben buna inanıyorum. Belli tiyatrosal öğeler...

Kunsthaus Graz'da yaptığınız gibi mi?

Sabahki konuşmamda ondan da bahsettim. O mavi balon örneği. Sanki havaalanında bir seyahat acentası... Dışarıya çıkıyorsunuz bilinmeye doğru ilerliyorsunuz sonra sanat karşınıza çıkıyor. Hemen değil... Bence sıradan bir mekanı andırma fikrini çok sevdim. Mimarlık biraz da sizi heyecanlandıracak her türlü fikre açık olmaktır. Geçen gün Aya Sofya'ya gittim ve rampayı fark ettim. Duvarların içinde ve çıkıyorsunuz... Hayatımda gördüğüm en iyi mimari şeydi bence... Çok uzun zaman önce mimarlık birinci sınıfta öğrenciyken Aya Sofya'yı çizmek zorunda kalmıştım. Bir kabustu birinci sınıf öğrencisi için. Hala hatırlıyorum o çizimi yaparken ne kadar korktuğumu... Geçen sene, buraya geldiğimde içine girmemiştim. İşte orada Aya Sofya demiş, fotoğrafını çekmekle yetinmiştim. Dün içine girdim. Bizim aksonometrik çizim binanın nasıl aranje edildiğiyle ilgili bilgi veriyordu. Nedense o rampayla ilgili en ufak bir şey söylemiyordu. O yüzden benim için o rampa büyük bir sürpriz oldu.

Mimarlık ancak büyük şehirde mi yapılır?

Size bir şey söyleyeyim mi? Birkaç zamandır bunu düşünüyorum. Mesela
Fransa’dan sergiye katılan Herault Arnod… Onlar Grenoble’dan.
Sonra o Portekizli mimar Bernardo Rodrigues… Sıradışı. Bu taşranın gücü. Evet, büyük şehirde yaşamanın belli avantajları var. Evet, kültüre anahtar rolü oynarlar… Ticari hayat buradadır… Ama Grenoble’dan, Budapeşte’den birileri çok yüksek seviyede, sofistike fikirler üretebiliyorlar. Biz büyük şehirde oturanlar, trendleri bizler belirliyoruz sanıyoruz. Doğru değil. Isabel Herault, Paris’te hocalık yapıyor. Çok iyi bir hoca ve sonra Grenoble’a dönüyor. Paris’e kendini kapatmıyor. Paris çok politik bir yer. Paris ve New York belli bir pozisyonu ve tavrı paylaşıyorlar.
Londra ve Los Angeles onlardan farklı olarak birbirine daha yakın .
Yine bir pozisyonları var ama bir barda entelektüel olarak nefret ettiğin biriyle oturup içebilirsin bu iki şehirde de… New York ya da Paris’te bunu yapamazsın. Böyle biriyle gülerek görünmek sonun olur. Ya da bir öğlen yemeğinde bir kadınla görülürsen bu New York’ta onu beceriyorsun demektir. Doğru olmayabilir ama tamamen öyle anlaşılır. Londra’da ise neden olmasın, kimse takmaz. Los Angeles de öyle.

Peki ya İstanbul? Sofistike fikirleri olan mimarları var mı?

Açıkçası çok araştırdım. Özellikle sergi için… İtiraf etmem gerekirse beni heyecanlandıran hiçbir şey göremedim. Çok baktım. Kokladım. Mimarlık dergilerine bile baktım. Zorladım ama…

Burası taşra mı?

Sanmıyorum. Öyle mi? Benim şaşırdığım şu… Birçok Amerikan firması ya da İngiliz firması Kazakistan, Özbekistan, işte o tanlı ülkelerle İstanbul üzerinden çalışıyor. Mühendisler, işçiler bu projelerde hep İstanbul’dan, Türkiye’den. Çok ilginç bir pozisyonu var İstanbul’un, bağlıyor. Londra finansın merkeziyse, İstanbul’da da çok iyi servis var. Mühendisleri çok iyi. Çirkin ama iyi bir havaalanı var. Buradan her yere uçabilirsiniz. Herkes İngilizce konuşuyor. İstanbul bağlıyor birbirine şehirleri. Biz bunu ticari hayatta böyle konuşuyoruz ama kültürel hayatta böyle konuşmuyoruz. Oysa ikisi hep birlikte gider.


21. yüzyılın kenti neresi peki? Shanghai?

Çin gibi görünüyor öyle değil mi? Çin'e gittim. Olduğundan daha farklı olacağını düşünmüştüm. Tanıdıktı tuhaf bir şekilde... Tipik, büyük uluslararası bir şehir gibi. 21. yüzyıl kenti? En çok 21. yüzyıl kenti sanki deniz kıyısında bir kent olmalı… Sanki…

Dubai?

Hayır, Dubai'ye gittim ve Dubai'yi sevmedim. Bence korkunçtu. Trajikti. Galiba en keyif verici hayat, hedonizm Santa Monica’da galiba... Harika bir iklim. Çok ilginç insanlar. Los Angeles’ı çok kabul edilebilir buluyorum. Daha iyi bir iklime sahip Londra gibi.

İkiz kuleler yeniden inşa edilmeli mi?

Hayır, kesinlikle hayır. (Hiçbir zaman onları beğenmedim itiraf etmeliyim.)

-Yapan mimarın yükseklik korkusu olduğunu yeni öğrendim...

Yamasaki'nin evet... Size söylemeliyim o halde, benim de var. Ve ben de kuleler tasarladım.

-Binayı yapmak mı binayı yapmayı tasarlamak mı?

Ah, evet. Mimara sorulacak güzel soru. İnşa edilmiş bir bina kadar size bugüne kadar hiç düşünmediğiniz bilgiyi veren bir nesne daha yoktur.
Ve aslında mesele onun aldığı ve alacağı pozisyonu değildir. Onun, o nesnenin fiziksel varlığıdır asıl söz konusu olan. Bir şey; daha beyaz, daha ağır, daha gölgeli, daha her ne olduysa sizin tasarladığınızdan, işte sadece bu yüzden onu inşa etmelisiniz. Bunu görmek için o binayı inşa etmelisiniz. Modeller yaparsınız, çizimler çizersiniz elbette. Ama bütünü ancak o gölgeyi gördüğünüzde duvara yansıyan radyatörle birlikte, işte onu görmeniz gerekir. Işıklar yanınca her şey değişir. Sönünce de...

-Çağdaş sanatla ilgileniyor musunuz hala?

Uzun yıllar bir ressamla evliydim. Şimdi bir mimarla evliyim. Çok ilgiliyim…(Gülüyor)

-Sanat eserinde de tiyatrosallık arar mısınız?

Şimdi bize bir uzun gün daha gerekir bu sorunuzla... Sanat imgelemi tetiklemeye kadir. Çok hızlı bir şekilde. Film bile daha yavaş tetikler bunu sanata kıyasla... Bir sanat yapıtı hemen sizi etkiler. İşte budur. Tam olarak yeninin şokunu kastetmiyorum. Bakar sizin yüzünüze yüzünüze... Sanat eseri çok yoğun bir deneyim mücadelesi verdirir. Onun gücü ve zayıflığı budur. Film, kitap yavaş yavaş gelişir. Bina da öyle… İçine girdikçe değişir. Müzik de öyle… Sanat aralarında mimarlık da dahil en az çizgisel tecrübeyi gerektirendir. Dolayısıyla sanat eserinde tiyatrosallık aramam, gerekli değildir çünkü…

No comments: