Sarkis'le söyleşi (Mayıs 2005)
Bir zaman bağışlamak
Ayşegül Sönmez
Sarkis’e teşekkürler... Bir kilometre taşıyla, Türkiye’deki çağdaş sanat merkezlerinin “gitmeyen yönleri”nin en azından sergisi süresi olan 2 ay boyunca gitmesini sağladığı için... İzleyiciyle birlikte varolan bir süvari olduğu için. İnsanın trajik yazgısını sanat sayesinde erteleme ilüzyonunu yarattığı için. İçerisini dışarısı olarak önerdiği ve dışarıdakine içeriden biri olma fırsatını tanıdığı için...
Bir kilometre taşı adlı sergiyle Sarkis, Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin 7 katında birden farklı disiplinleri çağırıyor. Galerinin girişindeki güvenliği gelin gibi süsleyerek, daha serginin girişinde karşıtlığa işaret ediyor. O karşıtlıktan daha çok olacak ileride... Aslında ilerisinin ve gerisinin olmadığı, an’a davetli olduğunuz bir sergi bu. Bütün katların birbirleriyle ilişkide olduğu, birbirlerini tamamladığı, birbirlerine açıldığı. Tuhaf enerjilerin yayıldığı. Sarkis tarafından ısıtılan bir sergi. Yavaş yavaş pişirilen bir Türk kahvesi gibi.
Sizi örten, ısıtan bir battaniye, el emeği bir yorgan olmak isteyen bir sergi.
Üşütmek istemeyen. Sizi ayazda bırakmamayı hedefleyen bir sergi... Serginin girişinde gül kokusuyla karşılanıyor. Kendinizi Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin galerisinde, uzun zamandır olduğu gibi size tanınmış belirli bir alanda sıkışmış hissetmiyorsunuz. Bir kilometre taşı sayesinde, İstanbullu izleyicinin kendine güveni geri geliyor. O güne kadar dışlanmışlığının acısını çıkarıyor. Ona tanınan kısıtlı alanlarla, uzun alıntılardan oluşan çeviri cümlelerle dolu duvarlarla kuşatılmamış bu kez. Bu kez izleyici, bir film yönetmeni gibi.
Kendi filmini çekecek bir Tanrı. Serginin zamanı, onunla başlayacak. Sergi, belleğin kendisi.
İzleyici o yüzden onunla başlayan bir sergi biçimi ve felsefesiyle, evdeki gibi güvende, Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin galeri mekanında dolanabiliyor. Mesela 2. kattan birinci kata inen merdiven boşluğunda “karşısında kör bir duvar” yazısına rastladığında dışarıyı gören pencereye bakıyormuş gibi hissediyor. Bütün galerilerin, Sarkis’in deyişiyle “kör noktaların”, “içeri”lerin, dışarı olmasının nasıl mümkün olabildiğine tanık olabiliyor.
İzleyici, bu sergide, 3. katta film izleyebilir. 4. katta çağdaş Türk bestekarlarının eserlerini dinleyebilir, kitaplıktan aldığı Lukacs’ın Estetik’ini karıştırabilir. Bütün bunları ona sağlayan, izleyiciye özgürlüğünü, ona bağışlar gibi de bahşetmeyen, yola zaten onun varlığıyla birlikte çıkan ve onunla birlikte yerde yürüyen Sarkis’e teşekkürler... Bir kilometre taşıyla, Türkiye’deki çağdaş sanat merkezlerinin “gitmeyen yönleri”nin en azından sergisi süresi olan 2 ay boyunca gitmesini sağladığı için... İzleyiciyle birlikte varolan bir süvari olduğu için. İnsanın trajik yazgısını sanat sayesinde erteleme ilüzyonunu yarattığı için. İçerisini dışarısı olarak önerdiği ve dışarıdakine içeriden biri olma fırsatını tanıdığı için...
Sinema salonu, kitaplığı, müzik dinleme odası, suda suluboya atölyesiyle bu sergi alternatif bir müze modeli iddiası mı taşıyor?
Ali Akay, Paris’e gelip Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde, galeride bir sergi yapmamı istediklerini söyledi. Galeriyi gelip gördüm. İlgimi çekmedi. Burayı bir galeriye indirmek istemedim. Galeri başka bir olaydır. Sonra diğer katları gezdim. Bütün katları verirseniz, ben bir concept oluştururum, dedim. Bu conceptte alternatif müze kelimesi pek yerinde değil... Çünkü müzenin çağdaş sanat merkezinden bir farkı var. Çağdaş sanat merkezi, koleksiyon sergilemez.
Müze derken çok dikey bir tavra kapılıyorsun. Müze... Halbuki benim bütün yaptıklarım dikey değil, yatay. Bu sergide, ben burada, çağdaş sanat müzesi değil, çağdaş sanat merkezi nasıldır,onun pratiğini yapıyorum. Akbank Kültür Sanat Merkezi ekibine “çok angaje olmanız lazım” dedim. Ve çok angaje oldular. Bütün fotoğraflar, taze taze yapıldı. Başka yerde yaşamış fotoğraflar getirmek istemedim. Burada gıcır gıcır olmasını istedim. Her şeyin burada yapılmasını istedim. Kendi yağımızla nasıl pişirilebileceğimizi göstermek istedim.
Pişebiliyor muymuşuz?
Kendi yağımızla pişemezsek kişiliğimiz olur mu olmaz mı başka tabii. Bana kişiliğimiz olamaz gibi geliyor. Kendi yağımızla pişeceğiz. Kendi sözümüzü söyleyeceğiz.
Şu anda İstanbul, çoklu bir müze dönemine girdi. Bu dikkatinizi çekti mi?
Başka müzeleri bilmiyorum ama İstanbul Modern’i gezdim.
Nasıl buldunuz?
Ben bu müzeden bir şey öğrenmiş değilim. Bu cins müzelerden çok gördüm. Bu anlamda klasik bir müzecilik bu. Modern müzecilikten önceki bir dönem örneği. Burada Türkiye’de müze nasıl olur, onun cevabını vermiyor. Şu anda birkaç kişinin koleksiyonun gösterildiği bir salon gibi. Etkinliğinin ne olduğunu bilmiyorum. Kütüphanesinde ne oluyor, çağdaş sanat programları nedir, haberim yok. Klasik tipte eserler toplayalım, onları gösterelim, denmiş. Bu yeni bir şey değil. Ben İstanbul’dan başka bir şey bekliyorum.
Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde tüm katları birbirine bağlıyor. Girişte geleni gül kurularıyla karşılıyor, bir anlamda mekanın kendisini askıya alıyor, oranın “ev” gibi algılanmasını sağlıyorsunuz... Bu, bu mekan için yeni bir şey...
Klasik anlamda, monografik bir sergi yapma kavramı beni ilgilendirmiyor.
Hep gitmeyenin üzerine giden bir iş yapmak istiyorum. Çalışması gereken bir şekilde çalışmayanın üstüne gitmek, o nasıl iyi çalışırın cevabını işime sokuyorum. Beni ilgilendiren bütünlük fikri. Bir yapıtta bütünlük fikri olmazsa olmaz. Benim için bir sergi düşündüğüm zaman bu bütünlük fikri beni ilgilendiriyor. Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde benim yapmak istediğim de bu. Bir platform kuruyorum ve farklı disiplinleri bu sergiye çağırıyorum. Sinema sanatını çağırıyorum. Bir kütüphane fikrini çağırıyorum. Bir dans fikrini çağırıyorum. Bir okul fikrini çağırıyorum. İki hafta 8 genç sanatçıyla gerçekleşecek okulla birlikte eğitimi de çağırıyorum. O da serginin bir parçası, çocuklar da... Bir antrenör gibi. 7 takımın antrenörü gibi.
1984 yılında Art Press dergisine şöyle demişsiniz: “Benim parçalarım bir arada bütün oluştururlar. Her bir serginin kapsamı içinde ve her serginin diğer sergilerimle kurduğu bütünlük içinde...”
Aynı çizgide gidiyorum...
Evet, inanılmaz. Hiç zaman geçmemiş gibi... İşleriniz gibi.... “Çağların sonu, çağlar başı”, 1983 yılında yaptığınız işinizin adı. O zamanın tersine şimdi çağın sonu değil, yeni bir çağın başındayız ve sonuna ilişkin bir sürü efsanenin, teorinin de içindeyiz.
Bütün dünyanın en çok konuşulan kelimesi teröristler... En baş teröristler bile bu kelimeyi kullanıyorlar...Ben tabii sergimde bu dünyamızın bu sert tarafını unutturmak katiyen istemiyorum. Bu her katta sürekli var. Su içinde suluboya atölyesinde çocuklar suluboya öğretirken öteki tarafta çok ciddi bir okul var. Çok amaçlı salonda film programları koydum. Bazen büyük bir aşk filmi seçtim. Bazen çok şiddetli filmler seçtim. Çünkü sadece komik değiliz. Sadece dramatik de değiliz. Sadece trajedi içinde yaşamıyoruz da. Bunların hepsi var. Aslında benim işimde bu var. Benim işimde belirli bir yaştan sonra ölüm de girmeye başladı. Bizim ayaklarımız yere dayanıyor. Yerde yürüyoruz. İlişkilerimiz hep bu yerle oluyor. Dolayısıyla şimdiyle oluyor. Ve şimdiki yerde oluyor. Bugünün analizinin yaptığında sen ileriye açık kalamıyorsun.
O zaman bugünün analizini yaparak çağdaş bir yapıt yaratmak imkansız mı?
Benim arzum, hiçbir şeyi dondurmamak. Bir işimde, bir çerçevenin üstünde, neonlarla kuzey, batı, doğu, güney yazılı. Bakıyorsun doğu yerinde değil, batı batı yerinde değil. Onlar yer değiştirmişler. Ve aslında kültürler arasında kavganın olamayacağını nefretin ve harbin olamayacağını düşünüyorum. Bunu AICA’nın ödül töreninde de söylemiştim. Bu konunun üzerine çok işler üretmeye başlamışım. Son işlerim, on yıldır bir takım objeler var. Değişik kültürlerden objeler birbirleriyle yaklaşıp birleşip bir vücut oluşturmaya başladılar. Son yaptığım üç boyutlu obje, Hindistan’ın Guijarat yöresinden 18. yüzyıldan kalma bir mabet tahtadan, onun üzerinde bir 40 milyondan beri oluşmuş bir timsah fosili, çok kırılgan bir obje neondan, bu fosillere yaslanmış duruyor. Şakak sinirimin büyütülmüş ve neondan heykeli bu üçü beraber yaşıyor. Burada bir zaman aşınması var ve bu zaman aşınması içinde sınır yoktur. Bunu sanat yenebilir.
Size yine 1983’te sormuşlar “bir hudut adamı mısınız” diye, siz “karşıtlıklar ve belirsizlikler arasında gidip gelen bir süvari sanatçıyım” demişsiniz.
John Cage’i tanır mısın? Onun Roaratorio diye bir operası vardır bir saatlik. Joyce’un Dublin hikayelerinden yola çıkar. Ve oradan bütün dünyaya yayılır. İki saniye sonra Dublin sokaklarından Hindistan’daki bir yöredeki çocuğun bağırışına gidersin. Oradan gelirsin, oradan gidersin... Bence sanat bu... Sanatın platformu bütün dünyadır. Tabii bunu gençken anlatmak zor.
Gerçekten neyi anlatmak istediğine bir türlü karar veremediğin için mi?
Aslında karar vermiyorsun bile.. Doğaçlama geliyor... Zaman. Akademi iç mimari bölümünü bitirdiğim zaman guvaj kağıt işler yapıyordum. Yaptıklarımın mimariyle ilişkisi hiç yoktu. Sadece para kazanmak için yaptığım işlerde mimariden yararlanıyordum. Sonra günlük olayların görüntüleri işlerime girdi. Anlamın üzerine gidiyordum ve sükse yapan işlerimi sanat sistemlerinin meta olarak düşünmesi, yaptıklarımın karşına geçenlerin bu kolajın mavisi ya da pembesi yok mu demeleri beni depresyona soktu. Depresyondan çıktığımda daha önce yaptığımın tam tersini yapmaya başladım. Gördüğünüz zaman onunla konuşabildiğiniz işlere. Sonra çok sert işler yaptığım bir dönem geldi. Renksiz ve sert. Şimdi Wagner’le ilgili Cenevre’de bir iş yapıyorum. Eski şeytanlarım uyandığını hissediyorum. Sert bir iş olacak.
İzleyicisiz sergi olamaz di’ mi?
Ben buna inanmıyorum. 28 Mayıs’a kadar bu sergi bir yere kadar oluşacak. Tam oluşacak demiyorum. Ondan sonra bu bizi nereye götürür onu yaşamaya başlayacağız. Şunu yapsaydık keşke diyeceğiz. Bütün parametlerine hakim olmak imkansızdır. Sergi çok zenginleşebilir. Ne kadar zenginleştiğini o zaman göreceğimiz. Zengin bir sergi oldum bunu serginin kendisinin söylemesini bekliyorum. Çok merak ediyorum nasıl yaşayacak. Sanat bir paratoneldir.
Bir resmi tek başına yaptığın zaman konuşursun bir ara bitti dersin, oldu dersin olmadı, dersin. Burada olan bir hodri meydan, olmazsa o olmamışlığını yaşayacak, olmuşsa olmuşluğunu yaşacak. Bir yemiş gibi... Bir belleği oluşmaya başlayacak. Ben şimdi bunların bütün parametrelerini ekiyorum. Konuşuyorum. Bekliyorum. O, geliyor, Onu koyuyorum. Bir sergiyi kurarken başından hiç ayrılmam. Evvelden bir hocalığım vardı. Belirli bir zamandan sonra okullara gitmemeye başladım. Sergi mekanlarımın içinde okulumu kuruyorum. Bir an oluyor, bir an yok oluyor. Mayıs’ın 15’ine kadar geliyorum. Baskı atölyesinde iki hafta okulumu kuracağım.8 lisansüstü öğrenciyle kapanıyorum.
Ayşegül Sönmez
Sarkis’e teşekkürler... Bir kilometre taşıyla, Türkiye’deki çağdaş sanat merkezlerinin “gitmeyen yönleri”nin en azından sergisi süresi olan 2 ay boyunca gitmesini sağladığı için... İzleyiciyle birlikte varolan bir süvari olduğu için. İnsanın trajik yazgısını sanat sayesinde erteleme ilüzyonunu yarattığı için. İçerisini dışarısı olarak önerdiği ve dışarıdakine içeriden biri olma fırsatını tanıdığı için...
Bir kilometre taşı adlı sergiyle Sarkis, Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin 7 katında birden farklı disiplinleri çağırıyor. Galerinin girişindeki güvenliği gelin gibi süsleyerek, daha serginin girişinde karşıtlığa işaret ediyor. O karşıtlıktan daha çok olacak ileride... Aslında ilerisinin ve gerisinin olmadığı, an’a davetli olduğunuz bir sergi bu. Bütün katların birbirleriyle ilişkide olduğu, birbirlerini tamamladığı, birbirlerine açıldığı. Tuhaf enerjilerin yayıldığı. Sarkis tarafından ısıtılan bir sergi. Yavaş yavaş pişirilen bir Türk kahvesi gibi.
Sizi örten, ısıtan bir battaniye, el emeği bir yorgan olmak isteyen bir sergi.
Üşütmek istemeyen. Sizi ayazda bırakmamayı hedefleyen bir sergi... Serginin girişinde gül kokusuyla karşılanıyor. Kendinizi Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin galerisinde, uzun zamandır olduğu gibi size tanınmış belirli bir alanda sıkışmış hissetmiyorsunuz. Bir kilometre taşı sayesinde, İstanbullu izleyicinin kendine güveni geri geliyor. O güne kadar dışlanmışlığının acısını çıkarıyor. Ona tanınan kısıtlı alanlarla, uzun alıntılardan oluşan çeviri cümlelerle dolu duvarlarla kuşatılmamış bu kez. Bu kez izleyici, bir film yönetmeni gibi.
Kendi filmini çekecek bir Tanrı. Serginin zamanı, onunla başlayacak. Sergi, belleğin kendisi.
İzleyici o yüzden onunla başlayan bir sergi biçimi ve felsefesiyle, evdeki gibi güvende, Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin galeri mekanında dolanabiliyor. Mesela 2. kattan birinci kata inen merdiven boşluğunda “karşısında kör bir duvar” yazısına rastladığında dışarıyı gören pencereye bakıyormuş gibi hissediyor. Bütün galerilerin, Sarkis’in deyişiyle “kör noktaların”, “içeri”lerin, dışarı olmasının nasıl mümkün olabildiğine tanık olabiliyor.
İzleyici, bu sergide, 3. katta film izleyebilir. 4. katta çağdaş Türk bestekarlarının eserlerini dinleyebilir, kitaplıktan aldığı Lukacs’ın Estetik’ini karıştırabilir. Bütün bunları ona sağlayan, izleyiciye özgürlüğünü, ona bağışlar gibi de bahşetmeyen, yola zaten onun varlığıyla birlikte çıkan ve onunla birlikte yerde yürüyen Sarkis’e teşekkürler... Bir kilometre taşıyla, Türkiye’deki çağdaş sanat merkezlerinin “gitmeyen yönleri”nin en azından sergisi süresi olan 2 ay boyunca gitmesini sağladığı için... İzleyiciyle birlikte varolan bir süvari olduğu için. İnsanın trajik yazgısını sanat sayesinde erteleme ilüzyonunu yarattığı için. İçerisini dışarısı olarak önerdiği ve dışarıdakine içeriden biri olma fırsatını tanıdığı için...
Sinema salonu, kitaplığı, müzik dinleme odası, suda suluboya atölyesiyle bu sergi alternatif bir müze modeli iddiası mı taşıyor?
Ali Akay, Paris’e gelip Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde, galeride bir sergi yapmamı istediklerini söyledi. Galeriyi gelip gördüm. İlgimi çekmedi. Burayı bir galeriye indirmek istemedim. Galeri başka bir olaydır. Sonra diğer katları gezdim. Bütün katları verirseniz, ben bir concept oluştururum, dedim. Bu conceptte alternatif müze kelimesi pek yerinde değil... Çünkü müzenin çağdaş sanat merkezinden bir farkı var. Çağdaş sanat merkezi, koleksiyon sergilemez.
Müze derken çok dikey bir tavra kapılıyorsun. Müze... Halbuki benim bütün yaptıklarım dikey değil, yatay. Bu sergide, ben burada, çağdaş sanat müzesi değil, çağdaş sanat merkezi nasıldır,onun pratiğini yapıyorum. Akbank Kültür Sanat Merkezi ekibine “çok angaje olmanız lazım” dedim. Ve çok angaje oldular. Bütün fotoğraflar, taze taze yapıldı. Başka yerde yaşamış fotoğraflar getirmek istemedim. Burada gıcır gıcır olmasını istedim. Her şeyin burada yapılmasını istedim. Kendi yağımızla nasıl pişirilebileceğimizi göstermek istedim.
Pişebiliyor muymuşuz?
Kendi yağımızla pişemezsek kişiliğimiz olur mu olmaz mı başka tabii. Bana kişiliğimiz olamaz gibi geliyor. Kendi yağımızla pişeceğiz. Kendi sözümüzü söyleyeceğiz.
Şu anda İstanbul, çoklu bir müze dönemine girdi. Bu dikkatinizi çekti mi?
Başka müzeleri bilmiyorum ama İstanbul Modern’i gezdim.
Nasıl buldunuz?
Ben bu müzeden bir şey öğrenmiş değilim. Bu cins müzelerden çok gördüm. Bu anlamda klasik bir müzecilik bu. Modern müzecilikten önceki bir dönem örneği. Burada Türkiye’de müze nasıl olur, onun cevabını vermiyor. Şu anda birkaç kişinin koleksiyonun gösterildiği bir salon gibi. Etkinliğinin ne olduğunu bilmiyorum. Kütüphanesinde ne oluyor, çağdaş sanat programları nedir, haberim yok. Klasik tipte eserler toplayalım, onları gösterelim, denmiş. Bu yeni bir şey değil. Ben İstanbul’dan başka bir şey bekliyorum.
Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde tüm katları birbirine bağlıyor. Girişte geleni gül kurularıyla karşılıyor, bir anlamda mekanın kendisini askıya alıyor, oranın “ev” gibi algılanmasını sağlıyorsunuz... Bu, bu mekan için yeni bir şey...
Klasik anlamda, monografik bir sergi yapma kavramı beni ilgilendirmiyor.
Hep gitmeyenin üzerine giden bir iş yapmak istiyorum. Çalışması gereken bir şekilde çalışmayanın üstüne gitmek, o nasıl iyi çalışırın cevabını işime sokuyorum. Beni ilgilendiren bütünlük fikri. Bir yapıtta bütünlük fikri olmazsa olmaz. Benim için bir sergi düşündüğüm zaman bu bütünlük fikri beni ilgilendiriyor. Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde benim yapmak istediğim de bu. Bir platform kuruyorum ve farklı disiplinleri bu sergiye çağırıyorum. Sinema sanatını çağırıyorum. Bir kütüphane fikrini çağırıyorum. Bir dans fikrini çağırıyorum. Bir okul fikrini çağırıyorum. İki hafta 8 genç sanatçıyla gerçekleşecek okulla birlikte eğitimi de çağırıyorum. O da serginin bir parçası, çocuklar da... Bir antrenör gibi. 7 takımın antrenörü gibi.
1984 yılında Art Press dergisine şöyle demişsiniz: “Benim parçalarım bir arada bütün oluştururlar. Her bir serginin kapsamı içinde ve her serginin diğer sergilerimle kurduğu bütünlük içinde...”
Aynı çizgide gidiyorum...
Evet, inanılmaz. Hiç zaman geçmemiş gibi... İşleriniz gibi.... “Çağların sonu, çağlar başı”, 1983 yılında yaptığınız işinizin adı. O zamanın tersine şimdi çağın sonu değil, yeni bir çağın başındayız ve sonuna ilişkin bir sürü efsanenin, teorinin de içindeyiz.
Bütün dünyanın en çok konuşulan kelimesi teröristler... En baş teröristler bile bu kelimeyi kullanıyorlar...Ben tabii sergimde bu dünyamızın bu sert tarafını unutturmak katiyen istemiyorum. Bu her katta sürekli var. Su içinde suluboya atölyesinde çocuklar suluboya öğretirken öteki tarafta çok ciddi bir okul var. Çok amaçlı salonda film programları koydum. Bazen büyük bir aşk filmi seçtim. Bazen çok şiddetli filmler seçtim. Çünkü sadece komik değiliz. Sadece dramatik de değiliz. Sadece trajedi içinde yaşamıyoruz da. Bunların hepsi var. Aslında benim işimde bu var. Benim işimde belirli bir yaştan sonra ölüm de girmeye başladı. Bizim ayaklarımız yere dayanıyor. Yerde yürüyoruz. İlişkilerimiz hep bu yerle oluyor. Dolayısıyla şimdiyle oluyor. Ve şimdiki yerde oluyor. Bugünün analizinin yaptığında sen ileriye açık kalamıyorsun.
O zaman bugünün analizini yaparak çağdaş bir yapıt yaratmak imkansız mı?
Benim arzum, hiçbir şeyi dondurmamak. Bir işimde, bir çerçevenin üstünde, neonlarla kuzey, batı, doğu, güney yazılı. Bakıyorsun doğu yerinde değil, batı batı yerinde değil. Onlar yer değiştirmişler. Ve aslında kültürler arasında kavganın olamayacağını nefretin ve harbin olamayacağını düşünüyorum. Bunu AICA’nın ödül töreninde de söylemiştim. Bu konunun üzerine çok işler üretmeye başlamışım. Son işlerim, on yıldır bir takım objeler var. Değişik kültürlerden objeler birbirleriyle yaklaşıp birleşip bir vücut oluşturmaya başladılar. Son yaptığım üç boyutlu obje, Hindistan’ın Guijarat yöresinden 18. yüzyıldan kalma bir mabet tahtadan, onun üzerinde bir 40 milyondan beri oluşmuş bir timsah fosili, çok kırılgan bir obje neondan, bu fosillere yaslanmış duruyor. Şakak sinirimin büyütülmüş ve neondan heykeli bu üçü beraber yaşıyor. Burada bir zaman aşınması var ve bu zaman aşınması içinde sınır yoktur. Bunu sanat yenebilir.
Size yine 1983’te sormuşlar “bir hudut adamı mısınız” diye, siz “karşıtlıklar ve belirsizlikler arasında gidip gelen bir süvari sanatçıyım” demişsiniz.
John Cage’i tanır mısın? Onun Roaratorio diye bir operası vardır bir saatlik. Joyce’un Dublin hikayelerinden yola çıkar. Ve oradan bütün dünyaya yayılır. İki saniye sonra Dublin sokaklarından Hindistan’daki bir yöredeki çocuğun bağırışına gidersin. Oradan gelirsin, oradan gidersin... Bence sanat bu... Sanatın platformu bütün dünyadır. Tabii bunu gençken anlatmak zor.
Gerçekten neyi anlatmak istediğine bir türlü karar veremediğin için mi?
Aslında karar vermiyorsun bile.. Doğaçlama geliyor... Zaman. Akademi iç mimari bölümünü bitirdiğim zaman guvaj kağıt işler yapıyordum. Yaptıklarımın mimariyle ilişkisi hiç yoktu. Sadece para kazanmak için yaptığım işlerde mimariden yararlanıyordum. Sonra günlük olayların görüntüleri işlerime girdi. Anlamın üzerine gidiyordum ve sükse yapan işlerimi sanat sistemlerinin meta olarak düşünmesi, yaptıklarımın karşına geçenlerin bu kolajın mavisi ya da pembesi yok mu demeleri beni depresyona soktu. Depresyondan çıktığımda daha önce yaptığımın tam tersini yapmaya başladım. Gördüğünüz zaman onunla konuşabildiğiniz işlere. Sonra çok sert işler yaptığım bir dönem geldi. Renksiz ve sert. Şimdi Wagner’le ilgili Cenevre’de bir iş yapıyorum. Eski şeytanlarım uyandığını hissediyorum. Sert bir iş olacak.
İzleyicisiz sergi olamaz di’ mi?
Ben buna inanmıyorum. 28 Mayıs’a kadar bu sergi bir yere kadar oluşacak. Tam oluşacak demiyorum. Ondan sonra bu bizi nereye götürür onu yaşamaya başlayacağız. Şunu yapsaydık keşke diyeceğiz. Bütün parametlerine hakim olmak imkansızdır. Sergi çok zenginleşebilir. Ne kadar zenginleştiğini o zaman göreceğimiz. Zengin bir sergi oldum bunu serginin kendisinin söylemesini bekliyorum. Çok merak ediyorum nasıl yaşayacak. Sanat bir paratoneldir.
Bir resmi tek başına yaptığın zaman konuşursun bir ara bitti dersin, oldu dersin olmadı, dersin. Burada olan bir hodri meydan, olmazsa o olmamışlığını yaşayacak, olmuşsa olmuşluğunu yaşacak. Bir yemiş gibi... Bir belleği oluşmaya başlayacak. Ben şimdi bunların bütün parametrelerini ekiyorum. Konuşuyorum. Bekliyorum. O, geliyor, Onu koyuyorum. Bir sergiyi kurarken başından hiç ayrılmam. Evvelden bir hocalığım vardı. Belirli bir zamandan sonra okullara gitmemeye başladım. Sergi mekanlarımın içinde okulumu kuruyorum. Bir an oluyor, bir an yok oluyor. Mayıs’ın 15’ine kadar geliyorum. Baskı atölyesinde iki hafta okulumu kuracağım.8 lisansüstü öğrenciyle kapanıyorum.
52. Venedik Bienali küratörü R. Storr'la söyleşi(Mart 2007)
“Hayatımda eğitim verdiğim en sessiz
gençler bu kuşağın gençleri...”
52. Venedik Bienali’ne geri sayım başladı. Robert Storr da katılan bazı ülkeleri ziyarete... Storr, dünyanın en eski bienali olan Venedik’in küratörlüğünü yapacak ilk Amerikalı... Storr, bienalle ilgili İstanbul İtalyan Kültür Merkezi’nde bir basın toplantısı düzenledi. Ondan önce bir tek Milliyet Sanat’a konuştu.
Ayşegül Sönmez
-Venedik Bienali deneyiminiz üzerine konuşmaya başlayalım. 52. Venedik Bienali aracılığıyla 11 Eylül olaylarından itibaren yaşadığımız her şeye! estetik bir yanıt vermeyi planlıyor musunuz?
Hayır, direk olarak değil. Elbette bienalde savaşa gönderme yapan birçok iş yer alıyor. Savaşın gündelik hayatlarımızda etkisine gönderme yapan birçok iş... Dünyanın dört bir yanında sonuçta savaş yaşanıyor. Farklı dillere sahip, farklı ülkelerden bienale katılan işlerin bazılarının ortak özelliği savaşın etkileri... Mesela iki tane Balkanlardaki savaşlara ilişkin iş, Ortadoğu’dan birçok şey geliyor. Savaşın yaşandığı yerdeki ihtilaflı durumları anlatan eserler bunlar... Özellikle Ortadoğu’dan gelen eserlerde, yaşanan sıcak savaş durumuna ilişkin farklı bakış açıları var, Doğu-Batı ekseninde yaklaşım yapanlar var. Ama onların dışında Afrikalı-Amerikalı bir sanatçının on yıl önce Manhattan’dan geçen bir uçağın tıpkı 11 Eylül’deki gibi bir binaya çarpmasıyla ilgili yaptığı bir heykel de yer alıyor... Bu işi 11 Eylül’e referansı nedeniyle değil, büyük kentlerde, her an olma ihtimaliyle yaşadığımız felaketlere yaptığı vurgu nedeniyle sergiye aldım. Büyük kentlerde en belirgin şey, her an bir felaketin kopabileceği duygusu bugün... Bunun nedeni politik olabilir ya da mekanik bir hata da olabilir. Bu felaketlerin nedeni 11 Eylül’deki bir grup eylemci olması gerekmiyor. Bir uçakta yaşanan mekanik bir hata da böyle bir felaketin olmasını sağlayabilir. Ayrıca 11 Eylül günü ben New York’taydım. O felaketi birebir bütün boyutlarıyla New York’ta üstelik world Trade Center’a çok yakın bir yerde oturan bir kişi olarak yaşadım. Şunu söyleyebilirim ki... Bugün ülkemiz açısından en azından 11 Eylül’de yaşananlara estetik anlamda bir yanıt hala verilebilmiş değil... Dolayısıyla bu bienalde 11 Eylül bir olay ama özne olarak sergide yer almıyor...
-Daha önceki mesela Gerhard Richter serginizden biliyorum. Bit pazarında bulduğunuz askeri bir kitapdan yola çıkıp kamuflaj fikrinin biçimsel olarak egemen olduğu bir sergi yapabiliyorsunuz. Bu sergide de böyle bir özel yapı inşa ettiniz mi?
Ne sorduğunuzu anladım ve sizi temin ederim, bu sergide kamuflaj yok... Richter’in meselesi görünürlükle ve karıştırmakla ilgiliydi tabii ki . Ama amacım bu sefer bu değil. Kesinlikle bir karışımdan bahsedebiliriz ama bu sergi aracılığıyla amacım saklamak değil, göstermek, anında sanatın tüm farklı boyutlarını birlikte göstermek... Hayatın tüm farklı boyutlarını, dünyanın tüm farklı boyutlarını göstermek. Çağdaş bilinçlilik bence tam da bunlarla ilgili bir şey. Erken modernizmde de mesela Deleunay’de bu eşzamanlılık fikri çok önemliydi. Gazetelerin boyayla birlikte aynı resmin içinde kullanılmasında bu fikir vardı. Gündelik deneyimle birlikte algılanan bir deneyime işaret ediyordu. Bu bienal tam bir kolaj değil ama basit bir kolaj olarak da anlatılabilir. Hayati deneyimlerimizden oluşan basit bir kolaj... Sonuçta bu sergide, her yerden sanat var. Her yerden ortak noktalarımızı içeren bir sanat. Sanatın farklı boyutlarını eşzamanlı olarak anlatan, dünyanın farklı boyutlarından, dünyanın farklı bölgelerinden gelen, çağdaş bilinci oluşturan bir sanat. Gündelik hayat deneyimimizin farklı, çoklu derecelerini içeren bir bilinç bu. O gündelik hayatın içinde savaş varsa bu da o deneyimin önemli bir parçası... Örneğin bu sergide hem İsrailli hem Filistinli sanatçılar var. Onlar bizden çok farklı yaşıyorlar savaşı. O deneyimleriyle bu sergide yerlerini alıyorlar. Amerikalılar da Iraklılar da savaşı farklı yaşıyorlar...
-Richard Rotry bir makalesinde Vietnam Savaşı’nın Amerikalıların kimliklerini kaybetmelerine, Amerikan entelektülellerinin de marjinalleşmelerine neden olduğunu yazmıştı. Chomsky bildiğiniz gibi savaşı, Amerikan imgesine, Amerika’nın geleceğine, umuduna büyük bir ihanet olarak nitelemiş, ahlak dışı ilan etmişti. Irak savaşından sonra ne oldu sizce? Amerikan düşün yazın dünyasında marjinalleşme devam mı ediyor yoksa daha mı aktivistler?
Elbette, Irak savaşı hakkında Amerikalı entelektüellerler, yazarlar, akademisyenler, köşe yazarları, hepsi aleyhte yazılar yazıyorlar. Çok az sayıdaki entelektüel savaşı savunuyor.
Ama ilginç ve şaşırtıcı olan postmodern teoriyi yazan düşünürlerden hemen hemen hiçbirinin, kültürel inceleme alanında kuram üzerine çalışan entelektüellerin bu konuya ilişkin birkaç satırdan fazlasını yazmamış olmamaları... Bu konuda tamamen yok olmaları... Bence şaşırtıcı olan bu savaşla birlikte bu savaşa asıl karşı çıkması gereken insanların bu konuda hiçbir şey yapmamaları. Aklıma bir tek Tim Clark geliyor. Ön safta bu konuda yer alan başka da kimse gelmiyor. Bir de tabii genç kuşağa çok şaşırıyorum. Bir yığın genç, üniversitelerde faşizmin tarihini okuyorlar. Devrimler tarihi dersi alıyor, modernizm üzerine yakın tarih üzerine eğitim alıyor ne var ki grup olarak bu konuda savaş karşıtı hiçbir eylemde bulunmuyorlar. Hayatımda eğitim verdiğim en sessiz gençler bu kuşağın gençleri ki bu savaşın yanı sıra Amerika’nın başına gelen kötü bir şey...
-Tüm bunların ışığı ve karanlığında bugün sanatın politik ve sosyal boyutlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bu anlamda Hegelci bakış açısı egemen değil mi? Büyük bir misyonu yok mu?
Sanatın politik ve sosyal boyutları çok ama çok karışık. Bir sürü seçim var. Her seçim de her sanatçı için doğru seçim olmayabiliyor. Ben 1970’lerde Meksika’da çalıştım. O süreç içinde politik konularla çok ilgilendim. Ve bugün şöyle söyleyebilirim: Görsel sanatlar aracılığıyla politik meselelerle uğraşmanın direk bir yol olup olmadığı konusunda gittikçe çoğalan bir şüpheye sahibim. Elbette bazı örnekler var. Birçok sanatçı bunu denedi. Ama aralarında doğrusunu söylemek gerekirse, çok azı, bunu başardı. Bence sanatçı ya da kamyon şoförüsün, vatandaş olman önemli galiba... Sanatında politik bir duruşun olsun, olmasın, sorumlu olarak kendini yönet ya da yönetme, vatandaş olmalısın. Bir şeyler yanlış gittiğinde sesini çıkarmalısın.
-Felix Gonzalez-Torres ’le yaptığınız röportajı okudum. Gerçekten çok ilginçti. O da mesela politik görünmekle politik olmak arasında çok fark olduğunu söylüyor. Mesela Barbara Kruger ve Helen Frankenthaler örneklerini veriyor...
Felix’e hayranım. Son kuşakta politik işler yapan ve bunu iyi yapan sanatçılardan. Başka sanatçılar da var elbette. Nancy Spero da yaptı. Nancy de bienalde yer alıyor. Ben kimse yok demiyorum. Birçok iyi sanatçı, iyi politik sanatçı değil, bunu söylüyorum ben. Bazen politik olabildikleri yollar mümkün olabiliyor. Temel meselen siyaset olduğu zaman bunu yapman çok zor. Hapsolmuş oluyorsun... 1970’lerdeki bazı sanatçılar mesela Barbara(Kruger) bu alanda çok önemli işler yapmışlardır.
-O da var mı?
O geçen şovda vardı. Nancy Spero var. Bazı başka sanatçılar da var. Mesela Emily Prince var. Son derece politik bir işle sergiye katılıyor. Bildiğiniz gibi Amerika Birleşik Devletleri, Irak savaşında kaç kişinin öldüğüne dair asla rakam vermiyor. Kaç kişi öldü, bilinmiyor. Ölülerini adlandırmıyor. Amerika tarafında biz bunu bilmiyoruz. Irak tarafında da durum muallak. İstatistikler mevcut değil. Hükümet oradan gelen tabut görüntülerini bile engelliyor. ABD Başkanı bugüne kadar Irak’ta ölen kimsenin cenazesine katılmadı. Daha önceki başkanlar katılmıştı. Bu hiç katılmadı. Emily Prince, bulabildiği kadar ölen asker fotoğraflardan resimlerini çiziyor. Ve bu projesi savaş sürdüğü sürece de devam edecek. Askerlerin savaşa nereden gittiklerini de harita üzerinde konumlandırıyor. Bu bir savaş öncesi proje değil, basit bir savaş karşıtı proje de değil! Prince’in yaptığı tam da “Amerikalılar yas tutuyor, diğerleri tutmuyor” gibi de değil. Bu sorunda yaşanan iki taraflı insan hayatı kaybından haber veriyor. Her bir ölen askeri, bireyleştiriyor. İsmi, yaşadığı eyaletle, yüzüyle görünür kılarak bunu yapıyor. Hükümetin görmezden geldiği koşullarda bunu gerçekleştiriyor. Bence son derece politik bir iş.
-50.Venedik Bienali 10 küratörüyle çok kalabalıktı. Rosa Martinez ve Maria de Coral’inki de küçük. Sizinki nasıl olacak?
Ben Bonami’ninkiri göremedim. Param yoktu. Bir müzede çalışıyordum bedava bilet bulamadım maalesef. Benimki de Rosa ve Maria’nınki kadar olacak. Szeeman’ınki kadar yani aynı zamanda. Szeeman’ınkinde 112 sanatçı vardı. Benimkinde 96 gibi bir sayı söz konusu. Bence her birimiz şu noktaya gedik ki, gerçekten insanlara, sanata ilişkin bir deneyim yaşatacaksak bunu ölçülebilir bir miktarda yapmalıyız. İşler arasında bir dinamik yaratılmalı. Bir seçimler ağı yerine birbirleriyle ilişki kuran bir ağ yapmalı. Ben Bonami’ninkini görmedim, eleştiremem ama işlerin arasındaki diyalektik işlerin sayısı arttıkça kayboluyor. Bu benim kişisel fikrim.
-Peki bu sergi aracılığıyla kime ulaşmak istiyorsunuz? Venedik’e gelen turistlere mi, sanat camiasından profesyonellere mi?
Benim bildiğim şudur: bu bienaller genel halk için yapılıyor. Sanat dünyası elbette gelip tadını çıkarabilir ama bu kadar pahalıya mal olan bir şey sektördeki 2000 kişi için yapılmıyor. Evet, Venedik turistik bir kent. Binlerce turisti her an özellikle yazın ağırlıyor ama bu demek değıildir ki, turist dediğiniz insan, belinde asılı kamerasıyla bir karikatür insandır. Onun zevki ve değerleri yoktur. Venedik’e onlarca farklı derecede kültürel turist geliyor. Her birinin sanattan algıları ve beklentileri farklı. Ben bu sergiyi hem bu konuda okuyan öğrenciler, hem de kente gelen farklı insanlara yapmak istiyorum.
gençler bu kuşağın gençleri...”
52. Venedik Bienali’ne geri sayım başladı. Robert Storr da katılan bazı ülkeleri ziyarete... Storr, dünyanın en eski bienali olan Venedik’in küratörlüğünü yapacak ilk Amerikalı... Storr, bienalle ilgili İstanbul İtalyan Kültür Merkezi’nde bir basın toplantısı düzenledi. Ondan önce bir tek Milliyet Sanat’a konuştu.
Ayşegül Sönmez
-Venedik Bienali deneyiminiz üzerine konuşmaya başlayalım. 52. Venedik Bienali aracılığıyla 11 Eylül olaylarından itibaren yaşadığımız her şeye! estetik bir yanıt vermeyi planlıyor musunuz?
Hayır, direk olarak değil. Elbette bienalde savaşa gönderme yapan birçok iş yer alıyor. Savaşın gündelik hayatlarımızda etkisine gönderme yapan birçok iş... Dünyanın dört bir yanında sonuçta savaş yaşanıyor. Farklı dillere sahip, farklı ülkelerden bienale katılan işlerin bazılarının ortak özelliği savaşın etkileri... Mesela iki tane Balkanlardaki savaşlara ilişkin iş, Ortadoğu’dan birçok şey geliyor. Savaşın yaşandığı yerdeki ihtilaflı durumları anlatan eserler bunlar... Özellikle Ortadoğu’dan gelen eserlerde, yaşanan sıcak savaş durumuna ilişkin farklı bakış açıları var, Doğu-Batı ekseninde yaklaşım yapanlar var. Ama onların dışında Afrikalı-Amerikalı bir sanatçının on yıl önce Manhattan’dan geçen bir uçağın tıpkı 11 Eylül’deki gibi bir binaya çarpmasıyla ilgili yaptığı bir heykel de yer alıyor... Bu işi 11 Eylül’e referansı nedeniyle değil, büyük kentlerde, her an olma ihtimaliyle yaşadığımız felaketlere yaptığı vurgu nedeniyle sergiye aldım. Büyük kentlerde en belirgin şey, her an bir felaketin kopabileceği duygusu bugün... Bunun nedeni politik olabilir ya da mekanik bir hata da olabilir. Bu felaketlerin nedeni 11 Eylül’deki bir grup eylemci olması gerekmiyor. Bir uçakta yaşanan mekanik bir hata da böyle bir felaketin olmasını sağlayabilir. Ayrıca 11 Eylül günü ben New York’taydım. O felaketi birebir bütün boyutlarıyla New York’ta üstelik world Trade Center’a çok yakın bir yerde oturan bir kişi olarak yaşadım. Şunu söyleyebilirim ki... Bugün ülkemiz açısından en azından 11 Eylül’de yaşananlara estetik anlamda bir yanıt hala verilebilmiş değil... Dolayısıyla bu bienalde 11 Eylül bir olay ama özne olarak sergide yer almıyor...
-Daha önceki mesela Gerhard Richter serginizden biliyorum. Bit pazarında bulduğunuz askeri bir kitapdan yola çıkıp kamuflaj fikrinin biçimsel olarak egemen olduğu bir sergi yapabiliyorsunuz. Bu sergide de böyle bir özel yapı inşa ettiniz mi?
Ne sorduğunuzu anladım ve sizi temin ederim, bu sergide kamuflaj yok... Richter’in meselesi görünürlükle ve karıştırmakla ilgiliydi tabii ki . Ama amacım bu sefer bu değil. Kesinlikle bir karışımdan bahsedebiliriz ama bu sergi aracılığıyla amacım saklamak değil, göstermek, anında sanatın tüm farklı boyutlarını birlikte göstermek... Hayatın tüm farklı boyutlarını, dünyanın tüm farklı boyutlarını göstermek. Çağdaş bilinçlilik bence tam da bunlarla ilgili bir şey. Erken modernizmde de mesela Deleunay’de bu eşzamanlılık fikri çok önemliydi. Gazetelerin boyayla birlikte aynı resmin içinde kullanılmasında bu fikir vardı. Gündelik deneyimle birlikte algılanan bir deneyime işaret ediyordu. Bu bienal tam bir kolaj değil ama basit bir kolaj olarak da anlatılabilir. Hayati deneyimlerimizden oluşan basit bir kolaj... Sonuçta bu sergide, her yerden sanat var. Her yerden ortak noktalarımızı içeren bir sanat. Sanatın farklı boyutlarını eşzamanlı olarak anlatan, dünyanın farklı boyutlarından, dünyanın farklı bölgelerinden gelen, çağdaş bilinci oluşturan bir sanat. Gündelik hayat deneyimimizin farklı, çoklu derecelerini içeren bir bilinç bu. O gündelik hayatın içinde savaş varsa bu da o deneyimin önemli bir parçası... Örneğin bu sergide hem İsrailli hem Filistinli sanatçılar var. Onlar bizden çok farklı yaşıyorlar savaşı. O deneyimleriyle bu sergide yerlerini alıyorlar. Amerikalılar da Iraklılar da savaşı farklı yaşıyorlar...
-Richard Rotry bir makalesinde Vietnam Savaşı’nın Amerikalıların kimliklerini kaybetmelerine, Amerikan entelektülellerinin de marjinalleşmelerine neden olduğunu yazmıştı. Chomsky bildiğiniz gibi savaşı, Amerikan imgesine, Amerika’nın geleceğine, umuduna büyük bir ihanet olarak nitelemiş, ahlak dışı ilan etmişti. Irak savaşından sonra ne oldu sizce? Amerikan düşün yazın dünyasında marjinalleşme devam mı ediyor yoksa daha mı aktivistler?
Elbette, Irak savaşı hakkında Amerikalı entelektüellerler, yazarlar, akademisyenler, köşe yazarları, hepsi aleyhte yazılar yazıyorlar. Çok az sayıdaki entelektüel savaşı savunuyor.
Ama ilginç ve şaşırtıcı olan postmodern teoriyi yazan düşünürlerden hemen hemen hiçbirinin, kültürel inceleme alanında kuram üzerine çalışan entelektüellerin bu konuya ilişkin birkaç satırdan fazlasını yazmamış olmamaları... Bu konuda tamamen yok olmaları... Bence şaşırtıcı olan bu savaşla birlikte bu savaşa asıl karşı çıkması gereken insanların bu konuda hiçbir şey yapmamaları. Aklıma bir tek Tim Clark geliyor. Ön safta bu konuda yer alan başka da kimse gelmiyor. Bir de tabii genç kuşağa çok şaşırıyorum. Bir yığın genç, üniversitelerde faşizmin tarihini okuyorlar. Devrimler tarihi dersi alıyor, modernizm üzerine yakın tarih üzerine eğitim alıyor ne var ki grup olarak bu konuda savaş karşıtı hiçbir eylemde bulunmuyorlar. Hayatımda eğitim verdiğim en sessiz gençler bu kuşağın gençleri ki bu savaşın yanı sıra Amerika’nın başına gelen kötü bir şey...
-Tüm bunların ışığı ve karanlığında bugün sanatın politik ve sosyal boyutlarını nasıl tanımlıyorsunuz? Bu anlamda Hegelci bakış açısı egemen değil mi? Büyük bir misyonu yok mu?
Sanatın politik ve sosyal boyutları çok ama çok karışık. Bir sürü seçim var. Her seçim de her sanatçı için doğru seçim olmayabiliyor. Ben 1970’lerde Meksika’da çalıştım. O süreç içinde politik konularla çok ilgilendim. Ve bugün şöyle söyleyebilirim: Görsel sanatlar aracılığıyla politik meselelerle uğraşmanın direk bir yol olup olmadığı konusunda gittikçe çoğalan bir şüpheye sahibim. Elbette bazı örnekler var. Birçok sanatçı bunu denedi. Ama aralarında doğrusunu söylemek gerekirse, çok azı, bunu başardı. Bence sanatçı ya da kamyon şoförüsün, vatandaş olman önemli galiba... Sanatında politik bir duruşun olsun, olmasın, sorumlu olarak kendini yönet ya da yönetme, vatandaş olmalısın. Bir şeyler yanlış gittiğinde sesini çıkarmalısın.
-Felix Gonzalez-Torres ’le yaptığınız röportajı okudum. Gerçekten çok ilginçti. O da mesela politik görünmekle politik olmak arasında çok fark olduğunu söylüyor. Mesela Barbara Kruger ve Helen Frankenthaler örneklerini veriyor...
Felix’e hayranım. Son kuşakta politik işler yapan ve bunu iyi yapan sanatçılardan. Başka sanatçılar da var elbette. Nancy Spero da yaptı. Nancy de bienalde yer alıyor. Ben kimse yok demiyorum. Birçok iyi sanatçı, iyi politik sanatçı değil, bunu söylüyorum ben. Bazen politik olabildikleri yollar mümkün olabiliyor. Temel meselen siyaset olduğu zaman bunu yapman çok zor. Hapsolmuş oluyorsun... 1970’lerdeki bazı sanatçılar mesela Barbara(Kruger) bu alanda çok önemli işler yapmışlardır.
-O da var mı?
O geçen şovda vardı. Nancy Spero var. Bazı başka sanatçılar da var. Mesela Emily Prince var. Son derece politik bir işle sergiye katılıyor. Bildiğiniz gibi Amerika Birleşik Devletleri, Irak savaşında kaç kişinin öldüğüne dair asla rakam vermiyor. Kaç kişi öldü, bilinmiyor. Ölülerini adlandırmıyor. Amerika tarafında biz bunu bilmiyoruz. Irak tarafında da durum muallak. İstatistikler mevcut değil. Hükümet oradan gelen tabut görüntülerini bile engelliyor. ABD Başkanı bugüne kadar Irak’ta ölen kimsenin cenazesine katılmadı. Daha önceki başkanlar katılmıştı. Bu hiç katılmadı. Emily Prince, bulabildiği kadar ölen asker fotoğraflardan resimlerini çiziyor. Ve bu projesi savaş sürdüğü sürece de devam edecek. Askerlerin savaşa nereden gittiklerini de harita üzerinde konumlandırıyor. Bu bir savaş öncesi proje değil, basit bir savaş karşıtı proje de değil! Prince’in yaptığı tam da “Amerikalılar yas tutuyor, diğerleri tutmuyor” gibi de değil. Bu sorunda yaşanan iki taraflı insan hayatı kaybından haber veriyor. Her bir ölen askeri, bireyleştiriyor. İsmi, yaşadığı eyaletle, yüzüyle görünür kılarak bunu yapıyor. Hükümetin görmezden geldiği koşullarda bunu gerçekleştiriyor. Bence son derece politik bir iş.
-50.Venedik Bienali 10 küratörüyle çok kalabalıktı. Rosa Martinez ve Maria de Coral’inki de küçük. Sizinki nasıl olacak?
Ben Bonami’ninkiri göremedim. Param yoktu. Bir müzede çalışıyordum bedava bilet bulamadım maalesef. Benimki de Rosa ve Maria’nınki kadar olacak. Szeeman’ınki kadar yani aynı zamanda. Szeeman’ınkinde 112 sanatçı vardı. Benimkinde 96 gibi bir sayı söz konusu. Bence her birimiz şu noktaya gedik ki, gerçekten insanlara, sanata ilişkin bir deneyim yaşatacaksak bunu ölçülebilir bir miktarda yapmalıyız. İşler arasında bir dinamik yaratılmalı. Bir seçimler ağı yerine birbirleriyle ilişki kuran bir ağ yapmalı. Ben Bonami’ninkini görmedim, eleştiremem ama işlerin arasındaki diyalektik işlerin sayısı arttıkça kayboluyor. Bu benim kişisel fikrim.
-Peki bu sergi aracılığıyla kime ulaşmak istiyorsunuz? Venedik’e gelen turistlere mi, sanat camiasından profesyonellere mi?
Benim bildiğim şudur: bu bienaller genel halk için yapılıyor. Sanat dünyası elbette gelip tadını çıkarabilir ama bu kadar pahalıya mal olan bir şey sektördeki 2000 kişi için yapılmıyor. Evet, Venedik turistik bir kent. Binlerce turisti her an özellikle yazın ağırlıyor ama bu demek değıildir ki, turist dediğiniz insan, belinde asılı kamerasıyla bir karikatür insandır. Onun zevki ve değerleri yoktur. Venedik’e onlarca farklı derecede kültürel turist geliyor. Her birinin sanattan algıları ve beklentileri farklı. Ben bu sergiyi hem bu konuda okuyan öğrenciler, hem de kente gelen farklı insanlara yapmak istiyorum.
Ars Electronica 2005
Melez dünyanın sanatçısı
Gün geçmiyor ki, dijital sanat, kayıtsız kalamayacağımız bir disiplin değil de disiplinlerarası konum haline geliyor. Şaka bir yana, dünyanın önde gelen dijital, teknoloji ve elektronik festivali Ars Electronica 2005 de, tam da bu konuyu, temasını melezleşme olarak belirleyerek, ele alıyor.
“Uzun zamandır teknoloji, etkileşim, sanat ve tasarım artık bir araya gelmiş durumda.
Bu da yeni ifade biçimlerinin ortaya çıkması anlamına geliyor. Artık fotoğraf, heykel, sinema, müzik, grafik ve daha birçok geleneksel ifade biçiminin yanında “kullanıcı arabirimi”, “yazılım”, “sensör”, “etkileşim” gibi yeni medya araçları var (new media, media arts). Bu yeni araçlar da yeni üretim yöntemleri anlamına geliyor. Her şey gerçekten melezleşiyor. Ses, grafiğe, hareket ve fizik, sese dönüşüyor. İnternet ve siber uzayda var olan bilgi, sonsuz haritalara (mapping), haritalar da özgün grafiklere dönüşüyor. Böyle bir ortamda sanatçı, tasarımcı ve bilim adamı kendi mesajlarını iletmek için sürekli yeni yöntemler ortaya koyuyorlar. Bu da sanatı, tasarımı ve bilimi köklü bir biçimde değiştiriyor bence.”
Bu yıl ilk kez Ars Electronica 2005 Festivali’ne katılan Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü öğretim görevlisi ve tasarımcı Muhittin Bilginer’in bu sözleri çok önemli bir gerçeği dile getiriyor. Evet, bugün artık dijital sanat ve onun kesin bir tanımından çok, dijital araçların kullanılmasıyla ortaya çıkan çoklu yeni ifade biçimlerinden bahsetmek mümkün ki bu da “melez bir sanatçı” ve “melez sanat ürünleri” tanımlarını gündeme getiriyor. Bugün artık elektronikten mimarlığa, grafik tasarımdan müziğe kadar birçok farklı alanda çalışan sanatçılar, nasıl yeni ve özgün projeler üretebileceklerini ve nasıl işbirliği yapabileceklerini keşfediyorlar. Sanat, tasarım ve teknoloji yeni bir boyut kazanmış durumda. İşte Ars Electronica 2005 de, bir yandan bu yeni boyutu sınır tanımaz ilişkiler içinde sunarken bir yandan da tasarım ve sanatın, ekonomik ve politik parametrelere nasıl ve ne kadar bağımlı olduğunu sergiliyor. Ars Electronica, her yıl farklı bir tema altında toplanıyor. Bu yılın teması “Melez: Paradoks içinde yaşamak” başlığını taşıyor. Festivalin sanat direktörü Gerfried Stocker, “Sonuçta, dijital medya sanatları başlı başına melez bir yapıya sahip, sanat ve teknoloji arasında köprü kuruyor. Bilgi ve deneyime dayanan tüm formları ve sıra dışı geçişleri geniş bir çerçeve içinde izleyiciye ulaştırıyor” diyor. Festivalin içinde bir de Animasyon Festivali gerçekleşiyor. 100`den fazla filmin gösterileceği festival, görsel tasarım adına yapılan tüm farklı ilüstrasyonları bir araya getiriyor. Melez Kültürler ve Paradoksal Makineler başlıklı sergide robotlar, biyonik mühendisliğine dair her şey-yapma bacaklar, aparatlar...vs, izleyiciyi tekinsiz ama teknolojinin güvenli kollarında hissedebileceği bir ortamda ağırlıyor. Öte yandan Ars Electronica Merkezi´nde açılan sergi tam bir interaktif sanat sergisi olarak tasarlanmış. Örneğin Amerikalı Golan Levin, Zoclery Lieberman, Joan Le Barbara ve Hollandalı Jaap Blank’in tasarladığı Messa Di Voce isimli proje, özel software programı sayesinde mikrofonuna konuştuğunuz takdirde sesinizi büyük bir ekrana yüzlerce toptan meydana gelen ve siz konuştukça değişen görsel bir resme dönüştürüyor. Aynı sergideki bir başka projede, ekranda yazılanları okurken akıllı ekran, yüz jestlerinizden, bir sonraki sayfaya geçeceğinizi anlıyor ve siz ona dokunmadan sıradaki sayfayı çeviriyor. Bu son derece eğlenceli ve interaktif sergide, önünüzdeki hamurlardan kendi 3-D, üç boyutlu kahramanınızı önce elle yoğurup şekillendiriyor. Sonra mikro dalga fırını andıran bir yere koyup kapısını kapatıyorsunuz. Çok geçmeden kahramanınız dijital uzamda maceraya hazır bir şekilde ekrandaki yerini alıyor.
Dijital dünyanın sınır tanımayan her türlü yönünü yansıtan Ars Electronica Festivali boyunca düzenlenen sempozyumlarda da ortaya yeni sosyolojik ve felsefi kavramlar atılıyor. Bunlar üzerine tartışılıyor. Örneğin Marco Susani`nin “aurasal toplum” kavramı bunlardan biri. Melez ve sizinle birlikte zihninizle, auralarınızla birlikte seyahat eden bireylerden oluşan akışkan bir toplumu tarif ediyor. Teknolojik gelişmelerin kendi başlarına toplumları ileriye daha ileri günlere taşıyacağı görüşünün tam tersine Ars Electronica 2005 Festivali, gelişen teknolojiye sezgisel ve insana dair duyarlılıkların eşlik etmesi gerektiği çağrısını yapıyor.
Scott Snibbe`nin karşısına geçtiğinizde size sizin nefesinizi özel bir sistemle geri üfleyen vantilatörleri ya da cep telefonundaki bilgileri kurduğu bilgisayar ağı aracılığıyla uzun ince kinetik metal çiçeklere bağlayan ve bilgisayardan gelen akımlarla harekete geçen Jee Hyun Oh`un kinetik bahçesi, teknoloji çağında, sonsuz dijital seçeneğe sahip insanoğlunun kendi kişiselliğini arayışının birer örneğini oluşturuyor.
19.yüzyıl sonunun büyük şairi ve resim eleştirmeni Charles Baudelaire`in modern hayatın ressamı tarifi- 3.binyılın eşiğindeki melez sanatçı için de geçerli:
“gelip geçici olandaki”- “ebedi” ve kişisel olanı yakalamak. İşte Ars Electronica 2005 Festivali`nin özeti.
Kutu
Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü öğretim görevlilerinden Muhittin Bilginer anlattı:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü ilk defa ARS Electronica festivaline katılarak aslında Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmiş oldu. İlk defa bir Türk üniversitesi böylesine büyük bir etkinliğe katıldı. Bu açıdan proje bizim için büyük önem taşıyor. Katılımcı olarak ilk göze çarpan şey genelde organizasyonun çok başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi oldu. Katılımcılar ve ziyaretçiler için her şey çok iyi planlanmıştı. Program son derece yoğundu. Her şeye yetişmek bir noktadan sonra pek mümkün olmadı. Tabi bunu bir eksiklik olarak görmüyorum. Yoğun ve dolu dolu geçen bir festival oldu. İçerik olarak festivalin geneline baktığımız zaman ise; teknoloji, tasarım, etkileşim ve sanat arasında gittikçe yoğun hale gelen işbirliği dikkatimizi çeken en önemli şey oluyor. Bu işbirliği ve ortak platformlar zaten ARS Electronica’nin özünü oluşturan unsurlar. Fakat bunun günden güne nasıl gelişip daha ileri bir seviyeye ulaştığını, yeni medyaların mesajı ve sorunsalı ortaya koymak için nasıl farklı ve etkin yollar oluşturduğunu görmek önemli bence.
“Suspended Engines” projesi 1 Eylül 2005 tarihinde, ARS Electronica festivalinin açılış gecesinde gerçekleşen bir proje. ARS Electronica’ya sunduğumuz ve bizim festivale katılma amacımızı oluşturan “VCD:Relocate – Retro Tracks” projesi organizasyonun ilgisini çok çekti. Bunun üzerine; bölümde öğretim görevlisi olduğumuz için, bu alanda çalıştığımız için ve Retro Tracks’in hazırlanmasından sorumlu olduğumuz için bize “Suspended Engines” projesinde de yer almayı önerdiler. Biz de kabul ettik tabii ki. Projenin en belirgin özelliği etkinlik alanının kendisi oldu. Mekan olarak, Avusturya demir yollarının işletmesinden sorumlu ÖBB şirketinin Linz’in ana tren istasyonunda bulunan tamir ve montaj tesisleri seçilmdi. Atmosfer gerçekten etkileyiciydi. Tavandaki vinçlerden sarkan vagonlar ve lokomotifler tam bize göreydi. Etkinlik çerçevesinde canlı olarak hareketli görseller oluşturarak (live video mixing) üç saat boyunca DJ’lerin müziği eşliğinde video performansı yaptık. Daha önceden hazırlamış olduğumuz ve mekanın atmosferine uyan animasyonlar ve görüntüleri bilgisayar ortamında gerçek zamanlı olarak işleyerek salondaki beş büyük perdeye yansıttık. Teknik olarak birçok zorlukla dolu, fakat bizim için son derece eğlenceli bir proje oldu.
Gün geçmiyor ki, dijital sanat, kayıtsız kalamayacağımız bir disiplin değil de disiplinlerarası konum haline geliyor. Şaka bir yana, dünyanın önde gelen dijital, teknoloji ve elektronik festivali Ars Electronica 2005 de, tam da bu konuyu, temasını melezleşme olarak belirleyerek, ele alıyor.
“Uzun zamandır teknoloji, etkileşim, sanat ve tasarım artık bir araya gelmiş durumda.
Bu da yeni ifade biçimlerinin ortaya çıkması anlamına geliyor. Artık fotoğraf, heykel, sinema, müzik, grafik ve daha birçok geleneksel ifade biçiminin yanında “kullanıcı arabirimi”, “yazılım”, “sensör”, “etkileşim” gibi yeni medya araçları var (new media, media arts). Bu yeni araçlar da yeni üretim yöntemleri anlamına geliyor. Her şey gerçekten melezleşiyor. Ses, grafiğe, hareket ve fizik, sese dönüşüyor. İnternet ve siber uzayda var olan bilgi, sonsuz haritalara (mapping), haritalar da özgün grafiklere dönüşüyor. Böyle bir ortamda sanatçı, tasarımcı ve bilim adamı kendi mesajlarını iletmek için sürekli yeni yöntemler ortaya koyuyorlar. Bu da sanatı, tasarımı ve bilimi köklü bir biçimde değiştiriyor bence.”
Bu yıl ilk kez Ars Electronica 2005 Festivali’ne katılan Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü öğretim görevlisi ve tasarımcı Muhittin Bilginer’in bu sözleri çok önemli bir gerçeği dile getiriyor. Evet, bugün artık dijital sanat ve onun kesin bir tanımından çok, dijital araçların kullanılmasıyla ortaya çıkan çoklu yeni ifade biçimlerinden bahsetmek mümkün ki bu da “melez bir sanatçı” ve “melez sanat ürünleri” tanımlarını gündeme getiriyor. Bugün artık elektronikten mimarlığa, grafik tasarımdan müziğe kadar birçok farklı alanda çalışan sanatçılar, nasıl yeni ve özgün projeler üretebileceklerini ve nasıl işbirliği yapabileceklerini keşfediyorlar. Sanat, tasarım ve teknoloji yeni bir boyut kazanmış durumda. İşte Ars Electronica 2005 de, bir yandan bu yeni boyutu sınır tanımaz ilişkiler içinde sunarken bir yandan da tasarım ve sanatın, ekonomik ve politik parametrelere nasıl ve ne kadar bağımlı olduğunu sergiliyor. Ars Electronica, her yıl farklı bir tema altında toplanıyor. Bu yılın teması “Melez: Paradoks içinde yaşamak” başlığını taşıyor. Festivalin sanat direktörü Gerfried Stocker, “Sonuçta, dijital medya sanatları başlı başına melez bir yapıya sahip, sanat ve teknoloji arasında köprü kuruyor. Bilgi ve deneyime dayanan tüm formları ve sıra dışı geçişleri geniş bir çerçeve içinde izleyiciye ulaştırıyor” diyor. Festivalin içinde bir de Animasyon Festivali gerçekleşiyor. 100`den fazla filmin gösterileceği festival, görsel tasarım adına yapılan tüm farklı ilüstrasyonları bir araya getiriyor. Melez Kültürler ve Paradoksal Makineler başlıklı sergide robotlar, biyonik mühendisliğine dair her şey-yapma bacaklar, aparatlar...vs, izleyiciyi tekinsiz ama teknolojinin güvenli kollarında hissedebileceği bir ortamda ağırlıyor. Öte yandan Ars Electronica Merkezi´nde açılan sergi tam bir interaktif sanat sergisi olarak tasarlanmış. Örneğin Amerikalı Golan Levin, Zoclery Lieberman, Joan Le Barbara ve Hollandalı Jaap Blank’in tasarladığı Messa Di Voce isimli proje, özel software programı sayesinde mikrofonuna konuştuğunuz takdirde sesinizi büyük bir ekrana yüzlerce toptan meydana gelen ve siz konuştukça değişen görsel bir resme dönüştürüyor. Aynı sergideki bir başka projede, ekranda yazılanları okurken akıllı ekran, yüz jestlerinizden, bir sonraki sayfaya geçeceğinizi anlıyor ve siz ona dokunmadan sıradaki sayfayı çeviriyor. Bu son derece eğlenceli ve interaktif sergide, önünüzdeki hamurlardan kendi 3-D, üç boyutlu kahramanınızı önce elle yoğurup şekillendiriyor. Sonra mikro dalga fırını andıran bir yere koyup kapısını kapatıyorsunuz. Çok geçmeden kahramanınız dijital uzamda maceraya hazır bir şekilde ekrandaki yerini alıyor.
Dijital dünyanın sınır tanımayan her türlü yönünü yansıtan Ars Electronica Festivali boyunca düzenlenen sempozyumlarda da ortaya yeni sosyolojik ve felsefi kavramlar atılıyor. Bunlar üzerine tartışılıyor. Örneğin Marco Susani`nin “aurasal toplum” kavramı bunlardan biri. Melez ve sizinle birlikte zihninizle, auralarınızla birlikte seyahat eden bireylerden oluşan akışkan bir toplumu tarif ediyor. Teknolojik gelişmelerin kendi başlarına toplumları ileriye daha ileri günlere taşıyacağı görüşünün tam tersine Ars Electronica 2005 Festivali, gelişen teknolojiye sezgisel ve insana dair duyarlılıkların eşlik etmesi gerektiği çağrısını yapıyor.
Scott Snibbe`nin karşısına geçtiğinizde size sizin nefesinizi özel bir sistemle geri üfleyen vantilatörleri ya da cep telefonundaki bilgileri kurduğu bilgisayar ağı aracılığıyla uzun ince kinetik metal çiçeklere bağlayan ve bilgisayardan gelen akımlarla harekete geçen Jee Hyun Oh`un kinetik bahçesi, teknoloji çağında, sonsuz dijital seçeneğe sahip insanoğlunun kendi kişiselliğini arayışının birer örneğini oluşturuyor.
19.yüzyıl sonunun büyük şairi ve resim eleştirmeni Charles Baudelaire`in modern hayatın ressamı tarifi- 3.binyılın eşiğindeki melez sanatçı için de geçerli:
“gelip geçici olandaki”- “ebedi” ve kişisel olanı yakalamak. İşte Ars Electronica 2005 Festivali`nin özeti.
Kutu
Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü öğretim görevlilerinden Muhittin Bilginer anlattı:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü ilk defa ARS Electronica festivaline katılarak aslında Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmiş oldu. İlk defa bir Türk üniversitesi böylesine büyük bir etkinliğe katıldı. Bu açıdan proje bizim için büyük önem taşıyor. Katılımcı olarak ilk göze çarpan şey genelde organizasyonun çok başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi oldu. Katılımcılar ve ziyaretçiler için her şey çok iyi planlanmıştı. Program son derece yoğundu. Her şeye yetişmek bir noktadan sonra pek mümkün olmadı. Tabi bunu bir eksiklik olarak görmüyorum. Yoğun ve dolu dolu geçen bir festival oldu. İçerik olarak festivalin geneline baktığımız zaman ise; teknoloji, tasarım, etkileşim ve sanat arasında gittikçe yoğun hale gelen işbirliği dikkatimizi çeken en önemli şey oluyor. Bu işbirliği ve ortak platformlar zaten ARS Electronica’nin özünü oluşturan unsurlar. Fakat bunun günden güne nasıl gelişip daha ileri bir seviyeye ulaştığını, yeni medyaların mesajı ve sorunsalı ortaya koymak için nasıl farklı ve etkin yollar oluşturduğunu görmek önemli bence.
“Suspended Engines” projesi 1 Eylül 2005 tarihinde, ARS Electronica festivalinin açılış gecesinde gerçekleşen bir proje. ARS Electronica’ya sunduğumuz ve bizim festivale katılma amacımızı oluşturan “VCD:Relocate – Retro Tracks” projesi organizasyonun ilgisini çok çekti. Bunun üzerine; bölümde öğretim görevlisi olduğumuz için, bu alanda çalıştığımız için ve Retro Tracks’in hazırlanmasından sorumlu olduğumuz için bize “Suspended Engines” projesinde de yer almayı önerdiler. Biz de kabul ettik tabii ki. Projenin en belirgin özelliği etkinlik alanının kendisi oldu. Mekan olarak, Avusturya demir yollarının işletmesinden sorumlu ÖBB şirketinin Linz’in ana tren istasyonunda bulunan tamir ve montaj tesisleri seçilmdi. Atmosfer gerçekten etkileyiciydi. Tavandaki vinçlerden sarkan vagonlar ve lokomotifler tam bize göreydi. Etkinlik çerçevesinde canlı olarak hareketli görseller oluşturarak (live video mixing) üç saat boyunca DJ’lerin müziği eşliğinde video performansı yaptık. Daha önceden hazırlamış olduğumuz ve mekanın atmosferine uyan animasyonlar ve görüntüleri bilgisayar ortamında gerçek zamanlı olarak işleyerek salondaki beş büyük perdeye yansıttık. Teknik olarak birçok zorlukla dolu, fakat bizim için son derece eğlenceli bir proje oldu.
Ne kadar kitschsiniz anketi
Kitsch anketi
Kendinizi test edin, ne kadar kitsch bir insansınız öğrenin...
1. Gerçeği duyarlılığa tercih eder misiniz?
Evet. Hayır.
2.Sizce ironik bir maske ciddi, güvenilir bir surattan daha mı iyidir?
Evet. Hayır.
3. Eski ustaların tekniğini çalanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Onlardan iğreniyor musunuz?
Evet. Hayır.
4. Annesi ve çocuğu, deniz kenarındaki aşıklar, Boğaz manzarası gibi eski arketip görüntüler modası geçmiş klişeler midir?
Evet. Hayır.
5. Sonsuz ifadeden çok güncel olanla ilişkiye mi vurgunsuzunuzdur?
Evet. Hayır.
6. Erkeklerin gururlu taraflarını öne çıkarmalarından daha çok dışavurumcu olmalarını mı tercih edersiniz?
Evet. Hayır.
7. Bir baş yapıt üretmeyi tercih etmek yerine sanatsal bir süreç içinde takılmayı mı istersiniz?
Evet. Hayır.
8. Dekoratif ifadeleri duygusal dışavuruma yeğler misiniz?
Evet. Hayır.
9. Progresif idealler, doğal çalışmalardan daha mı üstündür?
Evet. Hayır.
10. Ürettiğiniz bir sanat yapıtının belli bir zümreye hitap etmesinden çok daha kitlesel olması mı gerekir mi?
Evet. Hayır.
11. Klasik-figüratif resim yapan bir ressam, sanat hayatında aşağılarda mı yüzer?
Evet. Hayır.
12. Orijinalliğin peşindesiniz ve kendi egonuz için çalışmıyor musunuz?
Evet. Hayır.
13. Kimse tarafından anlaşılmayan sanat yapıtları üreten arzulu sanatçıları aşağılar mısınız?
Evet. Hayır.
14. Zanaatkarları gerçek sanatçılar olarak mı görürsünüz?
Evet. Hayır.
15. Halk içinde olmak fildişi bir kulede yaşamaktan daha mı iyidir?
Evet. Hayır.
16. Defalarca gördüğünüz bir ifade biçimini tekrar etmekten zaman zaman korkar mısınız? Bilinmiş, daha önce yapılmışlara karşı bir fobiniz var mıdır?
Evet. Hayır.
17. Trendy olan bir gruba ait olmayı bireysel ve özgün takılmaya tercih eder misiniz?
Evet. Hayır.
18. İnsanlık sürekli bir ilerleme içinde midir?
Evet. Hayır.
19. El yapımı sanat yapıtlarından çok fotoğraf sanatı mı daha büyülü bir sanat disiplinidir?
Evet. Hayır.
20. Geleceğin sanatı giderek dijitalleşecek insanın sanat eserine dokunma eylemi tarihe karışacak ve görsellik tamamen insanın dokunma içgüdüsünü tetiklemez hale mi gelecek?
Evet. Hayır.
21. İşiniz ve hayatınız iki ayrı şeyler midir?
Evet. Hayır.
22. Modernizm tarihin sonu mudur?
Evet. Hayır.
23. Modern sanatın yetenekten nefret ettiği düsturuna katılmıyor musunuz?
Evet. Hayır.
Sonuç:
Eğer tüm soruları hayır diyerek yanıtladıysanız, biz Broch, Calinescu, Greenberg, Kulka, Kundera ve Ortega y Gasset gibi düşünür, yazar ve kuramcılara göre gerçek bir kitsch insansınız... Postmodernsiniz... Eğer 10”dan fazla soruyu hayır diyerek yanıtladıysanız, öyle olma yolundasınız. Eğer sadece beş soruya hayır dediysenizi o zaman siz tam bir saf sanat aşığı, yüksek modernists, kitsch-düşmanısınız.
Kendinizi test edin, ne kadar kitsch bir insansınız öğrenin...
1. Gerçeği duyarlılığa tercih eder misiniz?
Evet. Hayır.
2.Sizce ironik bir maske ciddi, güvenilir bir surattan daha mı iyidir?
Evet. Hayır.
3. Eski ustaların tekniğini çalanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Onlardan iğreniyor musunuz?
Evet. Hayır.
4. Annesi ve çocuğu, deniz kenarındaki aşıklar, Boğaz manzarası gibi eski arketip görüntüler modası geçmiş klişeler midir?
Evet. Hayır.
5. Sonsuz ifadeden çok güncel olanla ilişkiye mi vurgunsuzunuzdur?
Evet. Hayır.
6. Erkeklerin gururlu taraflarını öne çıkarmalarından daha çok dışavurumcu olmalarını mı tercih edersiniz?
Evet. Hayır.
7. Bir baş yapıt üretmeyi tercih etmek yerine sanatsal bir süreç içinde takılmayı mı istersiniz?
Evet. Hayır.
8. Dekoratif ifadeleri duygusal dışavuruma yeğler misiniz?
Evet. Hayır.
9. Progresif idealler, doğal çalışmalardan daha mı üstündür?
Evet. Hayır.
10. Ürettiğiniz bir sanat yapıtının belli bir zümreye hitap etmesinden çok daha kitlesel olması mı gerekir mi?
Evet. Hayır.
11. Klasik-figüratif resim yapan bir ressam, sanat hayatında aşağılarda mı yüzer?
Evet. Hayır.
12. Orijinalliğin peşindesiniz ve kendi egonuz için çalışmıyor musunuz?
Evet. Hayır.
13. Kimse tarafından anlaşılmayan sanat yapıtları üreten arzulu sanatçıları aşağılar mısınız?
Evet. Hayır.
14. Zanaatkarları gerçek sanatçılar olarak mı görürsünüz?
Evet. Hayır.
15. Halk içinde olmak fildişi bir kulede yaşamaktan daha mı iyidir?
Evet. Hayır.
16. Defalarca gördüğünüz bir ifade biçimini tekrar etmekten zaman zaman korkar mısınız? Bilinmiş, daha önce yapılmışlara karşı bir fobiniz var mıdır?
Evet. Hayır.
17. Trendy olan bir gruba ait olmayı bireysel ve özgün takılmaya tercih eder misiniz?
Evet. Hayır.
18. İnsanlık sürekli bir ilerleme içinde midir?
Evet. Hayır.
19. El yapımı sanat yapıtlarından çok fotoğraf sanatı mı daha büyülü bir sanat disiplinidir?
Evet. Hayır.
20. Geleceğin sanatı giderek dijitalleşecek insanın sanat eserine dokunma eylemi tarihe karışacak ve görsellik tamamen insanın dokunma içgüdüsünü tetiklemez hale mi gelecek?
Evet. Hayır.
21. İşiniz ve hayatınız iki ayrı şeyler midir?
Evet. Hayır.
22. Modernizm tarihin sonu mudur?
Evet. Hayır.
23. Modern sanatın yetenekten nefret ettiği düsturuna katılmıyor musunuz?
Evet. Hayır.
Sonuç:
Eğer tüm soruları hayır diyerek yanıtladıysanız, biz Broch, Calinescu, Greenberg, Kulka, Kundera ve Ortega y Gasset gibi düşünür, yazar ve kuramcılara göre gerçek bir kitsch insansınız... Postmodernsiniz... Eğer 10”dan fazla soruyu hayır diyerek yanıtladıysanız, öyle olma yolundasınız. Eğer sadece beş soruya hayır dediysenizi o zaman siz tam bir saf sanat aşığı, yüksek modernists, kitsch-düşmanısınız.
Japon mimar Kisho Kurokawa'yla söyleşi(Nisan 2007)
“Yanlış bir zamanda doğmuşum”
O önce filozof ve sonra mimar. Kendi kuramına göre inşa ettiği binalarıyla tanınıyor.
DNA biçimli binaları, zaman ve mekanla uyumlu anti-gökdelenleriyle...
Floating City onlardan biri.. Hücre biçiminden hareketle yaptığı Nagakin Capsule Kulesi ve Sony Kulesi de... Hiroshima Çağdaş Sanatlar Kent Müzesi, Kuala Lumpur Havaalanı gibi işlere de imza atan Kisho Kurokawa, ofis mobilyası üreticisi Nurus tarafından organize edilen "Ölçek:1 / x Toplantıları"nın ilk konuğu olarak İstanbul’daydı.
Kurokawa, 72 yaşında. Japon Mimarlık Akademisi’nde öğretim görevlisi. Kazakistan’da başbakanlık danışmanı, Çin’de Guangzhou, Shenzhen ve Jiaozuo belediyeleri için çalışıyor. İstanbul için bir proje hazırlıyor. 1960’ta Japon mimarlığında metabolizm hareketinin temellerini atan symbiosis adını verdiği felsefeyi oluşturan Kurokawa, 45 yıl önce modernizmin sonunu ilan ediyor ama bunun adına postmodernizm demiyordu. Mimar, hala postmodernizm terimine karşı “savaş sonrası, modernizm sonrası, sonra ekini takarak hiçbir sorunu çözemez, varolanı ortadan kaldıramazsınız” diyor ve şöyle ekliyor:
“Dualistik düşünceye inanmıyorum. Sanat bilim, doğa insan, kültür ekonomi arasında insanın bölünmesine inanmıyorum. Hala 4. yüzyıl Çin Budizmi üzerine çalışıyorum. 1965 yılında Çizgisel kent-Metamorphosis fikrim ortaya çıktı. Merkezi olmayan şehir projesiydi bu. Küçük küçük şehirlerden oluşan bir şehir fikri. Modüler sistemlerle birbirine bağlanan şehir ve bina fikrim 1960larla birlikte gelişti.”
AYŞEGÜL SÖNMEZ
-“Benim mimariye ilişkin yaklaşımım örneğin kapı kollarından, halı çizgisine, bütüncül bir tasarımı kapsar... Şehir planlamasında da bu böyledir. Yollar, parklar, büyük alanlar ilk başta tasarlanmalıdır fikri yanlıştır. Gerçek yaratıcılık, bütünün parçasını bir bütün gibi düşünmekten ve algılamaktan gelir” diyorsunuz. Bir şehri şehir yapan nedir?
Önce yollar, sonra havalimanı ve evler yapılır. Hayır, bu büyük bir yanlıştır. Yıllarca bu fikre uygun şehirler yapıldı. Eski şehirler bu fikre göre yeniden düzenlendi. Hep, sanki bir çiçeğin önce kökü sonra dalları sonra çiçekleri olur gibi çizgisel bakıldı. Şehir oysa yaşamın ta kendisini oluşturur. Yaşamın kendisidir. Ve başı sonu olmaz. Bir kuyruğu bir başı... Ve şehir yapılmaya, başından a da kuyruğundan başlanmaz. Bu bir ağdır. Bu bir organizmadır. Bütünü, parçaları oluşturur. Her bir parçada o bütünden vardır. Örneğin İstanbul şehri, çok merkezli bir şehir. Böyle de olmalı. Çağdaş bir toplumda, çokmerkezlidir şehir...
-Çağdaş toplumla ilgili düşüncelerinizden biri, ileride “hikayesiz insanlar” için hayatın çok zorlaşacağı... Ulaşılması zor olan bilgiye sahip olanların da hayatının kolaylaşacağı yönünde...
Mesela İstanbul şehrini ele alalım. İstanbul’a her gelen başka bir senaryoyla geliyor. Herkesin senaryosu farklı. Kimi arkadaşından duymuştur. Alışveriş meraklısıdır. O yüzden gelmiştir. Kimi Bizans tarihiyle ilgileniyordur. Kimi Osmanlı. Bu senaryolarıyla bir şehre gelirler. Ve onların senaryosu kadar şehir vardır. Onların senaryosu kadar İstanbul vardır. Bu senaryoların hepsi birbirinden farklıdır. Farklı hayatları temsil ederler.
Dolayısıyla bir hayat yoktur. Bir İstanbul yoktur. Ama sorun şu ki modern hayatın en büyük problemi kimsenin senaryosu yok.
-Postmodernizme yaklaşımınız çok farklı. Venturi ya da Graves ya da Isozaki’nin temsil ettiği postmodernizme inanmıyorsunuz...
İnanmayı boş verin. Ben postmodern kelimesini kullanmıyorum. Bu kelimeye inanmıyorum. Ben symbiosise inanıyorum. Saydığınız isimler, postmodern mimarinin mimarları olarak anılıyor. Bana göre onların metodu geçmişin mimari stillerini, özellikle Avrupalı olanlarını alıp çağdaş mimariyle birlikte değerlendirmek. Bana göre mimari bir taktikten öte bir şey varsa o da benim felsefem symbiosistir. Symbiosis, bir mimari taktik dizisi değildir. Entelektüel bir silahtır. Makine çağından sonra hayatın çağı başlamıştır. Bu çağın düşüncesidir symbiosis. Modernizm, postmodernizm, endüstriyel, post endüstriyel, savaş savaş sonrası bütün bu eklenen postların bir anlamı yok. Böylesi bir bölünmeye sonrası duruma başlangıca dolayısıyla inanmıyorum. Anlam taşımıyor benim için. Çok anlamsız. Mimarlığa 1958’de başladım, modernizmin tam da çöktüğü dönemde. Okulda gördüğümüz akımdı bu, ama yok olmuştu. Yeni ne olabilir diye düşündüm. 1959’da "Makine Çağından Yaşam Çağı’na" başlıklı bir makale yayınladım. Yaşam metobolizmadır. Bizim ekolojimiz var, geri dönüşü barındırıyoruz. Simbiyoz biyolojide birbirinden destek alarak var olan organizmalar için kullanılır. Böylece bu anahtar kelimeler oluştu. Simbiyoz, ekoloji, geri dönüşüm ve bilgi... Öte yandan ben modern mimariyi olduğu gibi reddetmiyorum. Benim yaptığım binalar, oluşturduğum symbiosis kuramı, modern mimarinin olumlu açıları üzerine kuruludur. Onun zaman içinde nasıl katılaştığını, esnekliğini kaybettiğini anlatıyorum.
-Modernizmin en büyük hatası ne oldu sizce?
Modern çağda, belirsiz olan, irrasyonel olarak reddedildi ve dualistik bir anlayışa itildi. Hep bir seçim yapmak zorunda kaldık: iç/dış, özel/kamusal, an/sonsuzluk, şeytan/tanrı gibi... Bana göre modernizm insana ait belirsiz olanı, fen onu keşfetmedi henüz diyerek sabit kılmaya çalıştı. Modern çağ Aristotle’dan Kant’a gelişti. Yeni çağ ne Aristocu ne de Kantçı artık. Makine çağı ekonomi, verimlilik ve teknoloji anlamına geliyor. Yani para. Yaşam çağı başka. Makineye ihtiyacımız var ama zeka olmadan makineler olmaz. Kültür olmadan ekonomi gelişmez. Kültürel bir kimliğiniz olmazsa diğer ülkelerle iletişim kuramazsınız. Lokallik ve globallik bir arada olmalı. Modernizm alanı, makine çağının alanıydı. Film yönetmeni Eisenstein, film makinedir, derken bunu kasetti. Marinetti, şiir, makinedir, derken aynı şeyi söylüyordu. Evrensel bir fikirdi.
-Farklı modernlikler üzerine ne düşünüyorsunuz? Japon modernliği mesela...
Modernizmin evrenselci temeliyle International Style diye bir akım çıktı. Bu da Japonya’da da, İstanbul’da da, Hindistan’da da, Yunanistan’da aynıdır. Tıpkı Ford’un ürettiği T-Ford arabalar gibi. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bunu görürsünüz.
Beni farklı modernite deneyimleri ilgilendirmiyor. Benim kendime ait bir filozofim var. Symbiosis, hayatın çağını kavramaya çalışıyorum. Simbios, Darwin teorisinin önüne geçti. Darwinizm hegomonya içerir, ona göre güçlü olan ayakta kalır. Egoist bir yaklaşım. Simbiyotik evrimde ise yarışan organizmalar kriz anında kenetlenip güçlenirler
-Fuzzy logic; belirsizliğin belirlediği bir mantık sisteminden de söz ediyorsunuz...
Symbiosis’le ilgili 45 yıl önce bahsederken şimdi herkes bu fikirleri new age başlığı altında söylüyor. Yoga yapıyor, anı yaşamaya özeniyor. Bütün bunları 45 yıl önce nasıl öngördünüz?
Ben çok önemli bir ana, modernitenin çöküşüne tanık oldum. İkinci Dünya savaşının sonunu gördüm. On yaşındaydım. Amerikan uçakları yaşadığımız Nagoya’yı bombaladı. Yaşadığımız kent, bir gecede yok oldu. Geleneksel ahşap dokulu evlerden oluşan bir kent olduğu için geriye hiçbir şey kalmadı. Normalde Kuzey Avrupa şehirlerinde bombalamalardan sonra bir şeyler kalır. Babam mimardır. Harabelerin arasında ayakta duruyordu, ben de yanında. "Her şeyi kaybettik" dedi. Bu tanıklığım benim bir anlamda güvenimi kaybetmeme neden oldu. İnancım aslında kayboldu. Sarsıldım. Mimar olmaktan çok felsefeci olmak istedim. Çok eski okullar olan Tokai Gakuen Nagoya’dan mezun oldum. Okuldayken Dr. Benkyo Shioo’nun öğretisinden çok etkilendim. O, Tokyo’da Shiba Zojoji’nin başıydı. 1922 ‘de Tomo-iki diye bir Budist grup kurmuştu. Budist düşüncede yeni yönler bulan bir gruptu bu. Hala da bu konuda çalışıyorlar. Profesör Shiio’nin Symbiosis üzerine kitapları benim felsefemde çok etkili oldu. Mimar olduktan sonra Kyoto Üniversite’sinde okudum. Profesör Hajime Nakamura’nın Doğulu İnsanların Düşünme biçimleri adlı kitabından da çok etkilendim. Bu kitap, Hindistan, Tibet, Çin, Japonya ve diğer Asya ülkelerinde Budizmin farklı dönüşümlerini anlatıyordu.
Bu kitap sayesinde Hind Budist felsefesindeki bilinç kavramını öğrendim. Symbiosis kavramıyla aralarında bir ilişki kurdum. Hala bu bilinç-sadece kavramı üzerine çalışıyorum.
-Bir sürü kitabınız var... Mimarlığın yanı sıra kendinizi öyle görmüyor musunuz?
Aslında tasarım ya da mimarlık yapacağımı hiç düşünmüyordum. Gönlümden geçen fütürist İtalyan şair ya da bir Rus avangardı gibi olmaktı. Bu kadar çok fazla iş üretmek durumunda kaldım maalesef. Yanlış bir zamanda doğmuşum... Eğer 1920lerde ölseydim ve symbiosisden bahsetseydim herkes beni filozof olarak anardı. Benden bir dahi olarak bahsederlerdi. Çok uzun yaşadım. Çok üzgünüm ve kimse böyle demiyor. Çok çok üzgünüm...(Gülüyor...)
-Formalist resim üzerine ne düşünüyorsunuz?
Benim için modern resim, soyut resim demektir. Soyutlama, müzikte gibi, resimde de soyutlamadır. Modern başladığında mimari soyutlama da aynı şekilde aynı ortamda aynı kültürden beslenerek başladı. Modern mimari, soyut sanatın avant-garde olduğuna inanılan bir dönemde göründü. Mimarinin de soyut olanı, resim ve müzik gibi daha takdir ediliyordu. Ne var ki zamanla modern mimari, insanları içinde duygusal anlamda rahat ettirmeyen yapılara büründü. Kimse Tokyo’daki Kasumigazeki Binası’nda el ele dolaşmak istemiyor. Burada hissettiğimizi Floransa’da yürürken hissetmiyoruz.
O önce filozof ve sonra mimar. Kendi kuramına göre inşa ettiği binalarıyla tanınıyor.
DNA biçimli binaları, zaman ve mekanla uyumlu anti-gökdelenleriyle...
Floating City onlardan biri.. Hücre biçiminden hareketle yaptığı Nagakin Capsule Kulesi ve Sony Kulesi de... Hiroshima Çağdaş Sanatlar Kent Müzesi, Kuala Lumpur Havaalanı gibi işlere de imza atan Kisho Kurokawa, ofis mobilyası üreticisi Nurus tarafından organize edilen "Ölçek:1 / x Toplantıları"nın ilk konuğu olarak İstanbul’daydı.
Kurokawa, 72 yaşında. Japon Mimarlık Akademisi’nde öğretim görevlisi. Kazakistan’da başbakanlık danışmanı, Çin’de Guangzhou, Shenzhen ve Jiaozuo belediyeleri için çalışıyor. İstanbul için bir proje hazırlıyor. 1960’ta Japon mimarlığında metabolizm hareketinin temellerini atan symbiosis adını verdiği felsefeyi oluşturan Kurokawa, 45 yıl önce modernizmin sonunu ilan ediyor ama bunun adına postmodernizm demiyordu. Mimar, hala postmodernizm terimine karşı “savaş sonrası, modernizm sonrası, sonra ekini takarak hiçbir sorunu çözemez, varolanı ortadan kaldıramazsınız” diyor ve şöyle ekliyor:
“Dualistik düşünceye inanmıyorum. Sanat bilim, doğa insan, kültür ekonomi arasında insanın bölünmesine inanmıyorum. Hala 4. yüzyıl Çin Budizmi üzerine çalışıyorum. 1965 yılında Çizgisel kent-Metamorphosis fikrim ortaya çıktı. Merkezi olmayan şehir projesiydi bu. Küçük küçük şehirlerden oluşan bir şehir fikri. Modüler sistemlerle birbirine bağlanan şehir ve bina fikrim 1960larla birlikte gelişti.”
AYŞEGÜL SÖNMEZ
-“Benim mimariye ilişkin yaklaşımım örneğin kapı kollarından, halı çizgisine, bütüncül bir tasarımı kapsar... Şehir planlamasında da bu böyledir. Yollar, parklar, büyük alanlar ilk başta tasarlanmalıdır fikri yanlıştır. Gerçek yaratıcılık, bütünün parçasını bir bütün gibi düşünmekten ve algılamaktan gelir” diyorsunuz. Bir şehri şehir yapan nedir?
Önce yollar, sonra havalimanı ve evler yapılır. Hayır, bu büyük bir yanlıştır. Yıllarca bu fikre uygun şehirler yapıldı. Eski şehirler bu fikre göre yeniden düzenlendi. Hep, sanki bir çiçeğin önce kökü sonra dalları sonra çiçekleri olur gibi çizgisel bakıldı. Şehir oysa yaşamın ta kendisini oluşturur. Yaşamın kendisidir. Ve başı sonu olmaz. Bir kuyruğu bir başı... Ve şehir yapılmaya, başından a da kuyruğundan başlanmaz. Bu bir ağdır. Bu bir organizmadır. Bütünü, parçaları oluşturur. Her bir parçada o bütünden vardır. Örneğin İstanbul şehri, çok merkezli bir şehir. Böyle de olmalı. Çağdaş bir toplumda, çokmerkezlidir şehir...
-Çağdaş toplumla ilgili düşüncelerinizden biri, ileride “hikayesiz insanlar” için hayatın çok zorlaşacağı... Ulaşılması zor olan bilgiye sahip olanların da hayatının kolaylaşacağı yönünde...
Mesela İstanbul şehrini ele alalım. İstanbul’a her gelen başka bir senaryoyla geliyor. Herkesin senaryosu farklı. Kimi arkadaşından duymuştur. Alışveriş meraklısıdır. O yüzden gelmiştir. Kimi Bizans tarihiyle ilgileniyordur. Kimi Osmanlı. Bu senaryolarıyla bir şehre gelirler. Ve onların senaryosu kadar şehir vardır. Onların senaryosu kadar İstanbul vardır. Bu senaryoların hepsi birbirinden farklıdır. Farklı hayatları temsil ederler.
Dolayısıyla bir hayat yoktur. Bir İstanbul yoktur. Ama sorun şu ki modern hayatın en büyük problemi kimsenin senaryosu yok.
-Postmodernizme yaklaşımınız çok farklı. Venturi ya da Graves ya da Isozaki’nin temsil ettiği postmodernizme inanmıyorsunuz...
İnanmayı boş verin. Ben postmodern kelimesini kullanmıyorum. Bu kelimeye inanmıyorum. Ben symbiosise inanıyorum. Saydığınız isimler, postmodern mimarinin mimarları olarak anılıyor. Bana göre onların metodu geçmişin mimari stillerini, özellikle Avrupalı olanlarını alıp çağdaş mimariyle birlikte değerlendirmek. Bana göre mimari bir taktikten öte bir şey varsa o da benim felsefem symbiosistir. Symbiosis, bir mimari taktik dizisi değildir. Entelektüel bir silahtır. Makine çağından sonra hayatın çağı başlamıştır. Bu çağın düşüncesidir symbiosis. Modernizm, postmodernizm, endüstriyel, post endüstriyel, savaş savaş sonrası bütün bu eklenen postların bir anlamı yok. Böylesi bir bölünmeye sonrası duruma başlangıca dolayısıyla inanmıyorum. Anlam taşımıyor benim için. Çok anlamsız. Mimarlığa 1958’de başladım, modernizmin tam da çöktüğü dönemde. Okulda gördüğümüz akımdı bu, ama yok olmuştu. Yeni ne olabilir diye düşündüm. 1959’da "Makine Çağından Yaşam Çağı’na" başlıklı bir makale yayınladım. Yaşam metobolizmadır. Bizim ekolojimiz var, geri dönüşü barındırıyoruz. Simbiyoz biyolojide birbirinden destek alarak var olan organizmalar için kullanılır. Böylece bu anahtar kelimeler oluştu. Simbiyoz, ekoloji, geri dönüşüm ve bilgi... Öte yandan ben modern mimariyi olduğu gibi reddetmiyorum. Benim yaptığım binalar, oluşturduğum symbiosis kuramı, modern mimarinin olumlu açıları üzerine kuruludur. Onun zaman içinde nasıl katılaştığını, esnekliğini kaybettiğini anlatıyorum.
-Modernizmin en büyük hatası ne oldu sizce?
Modern çağda, belirsiz olan, irrasyonel olarak reddedildi ve dualistik bir anlayışa itildi. Hep bir seçim yapmak zorunda kaldık: iç/dış, özel/kamusal, an/sonsuzluk, şeytan/tanrı gibi... Bana göre modernizm insana ait belirsiz olanı, fen onu keşfetmedi henüz diyerek sabit kılmaya çalıştı. Modern çağ Aristotle’dan Kant’a gelişti. Yeni çağ ne Aristocu ne de Kantçı artık. Makine çağı ekonomi, verimlilik ve teknoloji anlamına geliyor. Yani para. Yaşam çağı başka. Makineye ihtiyacımız var ama zeka olmadan makineler olmaz. Kültür olmadan ekonomi gelişmez. Kültürel bir kimliğiniz olmazsa diğer ülkelerle iletişim kuramazsınız. Lokallik ve globallik bir arada olmalı. Modernizm alanı, makine çağının alanıydı. Film yönetmeni Eisenstein, film makinedir, derken bunu kasetti. Marinetti, şiir, makinedir, derken aynı şeyi söylüyordu. Evrensel bir fikirdi.
-Farklı modernlikler üzerine ne düşünüyorsunuz? Japon modernliği mesela...
Modernizmin evrenselci temeliyle International Style diye bir akım çıktı. Bu da Japonya’da da, İstanbul’da da, Hindistan’da da, Yunanistan’da aynıdır. Tıpkı Ford’un ürettiği T-Ford arabalar gibi. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bunu görürsünüz.
Beni farklı modernite deneyimleri ilgilendirmiyor. Benim kendime ait bir filozofim var. Symbiosis, hayatın çağını kavramaya çalışıyorum. Simbios, Darwin teorisinin önüne geçti. Darwinizm hegomonya içerir, ona göre güçlü olan ayakta kalır. Egoist bir yaklaşım. Simbiyotik evrimde ise yarışan organizmalar kriz anında kenetlenip güçlenirler
-Fuzzy logic; belirsizliğin belirlediği bir mantık sisteminden de söz ediyorsunuz...
Symbiosis’le ilgili 45 yıl önce bahsederken şimdi herkes bu fikirleri new age başlığı altında söylüyor. Yoga yapıyor, anı yaşamaya özeniyor. Bütün bunları 45 yıl önce nasıl öngördünüz?
Ben çok önemli bir ana, modernitenin çöküşüne tanık oldum. İkinci Dünya savaşının sonunu gördüm. On yaşındaydım. Amerikan uçakları yaşadığımız Nagoya’yı bombaladı. Yaşadığımız kent, bir gecede yok oldu. Geleneksel ahşap dokulu evlerden oluşan bir kent olduğu için geriye hiçbir şey kalmadı. Normalde Kuzey Avrupa şehirlerinde bombalamalardan sonra bir şeyler kalır. Babam mimardır. Harabelerin arasında ayakta duruyordu, ben de yanında. "Her şeyi kaybettik" dedi. Bu tanıklığım benim bir anlamda güvenimi kaybetmeme neden oldu. İnancım aslında kayboldu. Sarsıldım. Mimar olmaktan çok felsefeci olmak istedim. Çok eski okullar olan Tokai Gakuen Nagoya’dan mezun oldum. Okuldayken Dr. Benkyo Shioo’nun öğretisinden çok etkilendim. O, Tokyo’da Shiba Zojoji’nin başıydı. 1922 ‘de Tomo-iki diye bir Budist grup kurmuştu. Budist düşüncede yeni yönler bulan bir gruptu bu. Hala da bu konuda çalışıyorlar. Profesör Shiio’nin Symbiosis üzerine kitapları benim felsefemde çok etkili oldu. Mimar olduktan sonra Kyoto Üniversite’sinde okudum. Profesör Hajime Nakamura’nın Doğulu İnsanların Düşünme biçimleri adlı kitabından da çok etkilendim. Bu kitap, Hindistan, Tibet, Çin, Japonya ve diğer Asya ülkelerinde Budizmin farklı dönüşümlerini anlatıyordu.
Bu kitap sayesinde Hind Budist felsefesindeki bilinç kavramını öğrendim. Symbiosis kavramıyla aralarında bir ilişki kurdum. Hala bu bilinç-sadece kavramı üzerine çalışıyorum.
-Bir sürü kitabınız var... Mimarlığın yanı sıra kendinizi öyle görmüyor musunuz?
Aslında tasarım ya da mimarlık yapacağımı hiç düşünmüyordum. Gönlümden geçen fütürist İtalyan şair ya da bir Rus avangardı gibi olmaktı. Bu kadar çok fazla iş üretmek durumunda kaldım maalesef. Yanlış bir zamanda doğmuşum... Eğer 1920lerde ölseydim ve symbiosisden bahsetseydim herkes beni filozof olarak anardı. Benden bir dahi olarak bahsederlerdi. Çok uzun yaşadım. Çok üzgünüm ve kimse böyle demiyor. Çok çok üzgünüm...(Gülüyor...)
-Formalist resim üzerine ne düşünüyorsunuz?
Benim için modern resim, soyut resim demektir. Soyutlama, müzikte gibi, resimde de soyutlamadır. Modern başladığında mimari soyutlama da aynı şekilde aynı ortamda aynı kültürden beslenerek başladı. Modern mimari, soyut sanatın avant-garde olduğuna inanılan bir dönemde göründü. Mimarinin de soyut olanı, resim ve müzik gibi daha takdir ediliyordu. Ne var ki zamanla modern mimari, insanları içinde duygusal anlamda rahat ettirmeyen yapılara büründü. Kimse Tokyo’daki Kasumigazeki Binası’nda el ele dolaşmak istemiyor. Burada hissettiğimizi Floransa’da yürürken hissetmiyoruz.
Hüseyin Çağlayan'la söyleşi (Ocak 2007)
Hüseyin Çağlayan
Anti-gelecekçi
“benim için önemli olan fikirler”
Ayşegül Sönmez
Plutark’ın Solon’un Hayatı hikayesinde, Solon, döneme damgasını vuran yazar ve oyuncu Theseus’u seyretmeye gider. Eğlenceli şekilde kahkahalar eşliğinde geçen oyun büyük alkış alır. Oyunun sonunda Solon’un morali bozulur ve Theseus’a çatar:
“Böyle eğlence olsun diye alkışlarsak çok geçmez onları ciddi olarak da onaylarız.”
İşte Çağlayan da Solon gibi... Moda dünyasından gelip hakiki dünyaya ilişkin tüm alkışları ve kahkahaları sorguluyor. Neyin eğlence neyin gerçek olduğuna karar veren bizlerin algı tarihimize ilişkin sorular soruyor. Yeri geliyor bilimden çok hataya sırtımızı dayamamız gerektiğini söylüyor, yeri geliyor yersiz yurtsuz bir yaşamın olasılığına olan inancımızı tetikliyor. Belki de tüm gücünü an’a olan inancından, anti-gelecekçi gerçek bir göçmen olmasından alıyor.
-En son Venedik Bienali’ndeki işiniz, Türkçeye, Olmayan Yokluk başlığıyla çevrildi. Çeviride kaybolmaya nasıl bakıyorsunuz? Dillerin/ülkelerin arasında kalmış birisi olarak...
Gerçekten bunu yaşıyorum. Sadece çeviride değil, yaşam pratiğimde de bunu yaşıyorum. Yorumlamalarımda, başkalarının beni yorumlamasında bu kaybolma demeyelim ama farklı algılamayı ve algılanmayı çok sık yaşıyorum. Bu da yine kültür farkıyla ilgili. Bu farkların yarattığı boşluklarla ilgili. Aslında bir bakıma hep anlattıklarım bu boşluk üzerine... Gerçek hayatla fantezi arasındaki boşluğa değinmeye çalışıyorum. İngiltere-Türkiye arasında yaşanan o boşluk, Kıbrıs’taki yaşadığım belirli durumlarla İngiltere- Türkiye arasındaki boşluk gibi...
Yani birçok boşluk var. Bu boşluklar içerisinde bazı ilginç şeyler çıkıyor. Ama ait olmama hissi var. Ve aynı zamanda hepimizde bir ait olma hissi de var. Ne kadar gelişmiş olsak da, hepimizin benliğinde böyle bir ihtiyaç var.
-Moda dünyasına ait bir isimken son yıllarda sanat dünyasına da ait oldunuz. Bu ikisinin arasında kalmak, ikisine de ait olmak ya da olmamak meselesini nasıl çözüyorsunuz?
Sinema diyemem ama video benim için birçok şeyi bir araya getiriyor. Atmosfer, koreografi, fikirler bir araya geliyor. Mesela bir defile yaptığınızda Paris’te diyelim, aslında o defile küçük bir video film gibi oluyor. Ama canlı bir şey defile. Defile yaptığın zaman kontrol edemediğin çok şey var. Her an bir kaza çıkabilir. Film çekerken daha kontrollü olabiliyorsun. Kaza da oluyor, önceden tahmin edemeyeceğin şeyler de çıkıyor ortaya ama yine de montajda mesela kontrol sende. Nasıl istiyorsan öyle yapabiliyorsun.
-İkisinin de izleyicisi çok farklı. Moda dünyasında bir şey yaptığın zaman, bir dünya yaratıyorsun ve hesabını sadece sen verebilirsin... Moda çok kendi kendine referans veren döngüselliği olan bir dünya değil mi? İzleyiciyle ilişkisi açısından...
İzleyici nasıl görmek ister? İzleyici ne ister? İzleyici nasıl bakmak ister? Bunlar benim sorduğum sorular değil. Heyecan duyduğun ya da görmek istediğin bir şey varsa o senin vizyonun ve onu bir hikaye olarak anlatırsın. Ama en sonunda da bir soru da sorabilirsin. Seyircinin ne görmesi gerektiğini ya da nasıl içine girmesi gerektiğini düşünürsen o kendi başına bir problem.. Ben şöyle bakıyorum: bir kere sen de mesela bir seyircisin. Ben yaptığım iş karşısında bir seyirciyim. Yani bende yaptığım işe bir seyirci olarak bakabiliyorum ama aynı zamanda işin içindeyim. O yüzden o içrekliği tartışmak çok felsefi bir durum. Ona girmek çok zaman alır. Bir işi yaparken kendince mi yaparsın yani yüzde kaç kendince, yüzde kaç seyirciyi düşünerek yaparsın? Bu sorunun yanıtı o kadar net ve basit değil aynı zamanda.
-Videodan beklentiniz ne ?
Bir dil yaratıyorsun sonuçta... Aslında benim için video yapmak, bir öğrenme aracı. Ve Önemli olan, varolan bir şeye farklı bir bakış açısı yaratarak bakmak. Eğer senin hikayen çok kuvvetli bir hikayeyse, sen o hikayenin ne olduğunu biliyorsan, yaptığın her iş seni tatmin edebilir. Bir iş yaptığında insanın o şeyden heyecan duyması gerekir. Onun için yapması gerekir. Ben heyecan duyduğum bir fikri video aracılığıyla işliyorum. Benim bir projeye başlama sürecim hissetmekle oluyor. Sonradan daha rasyonel bir moda giriyorum. Proje aracılığıyla inceleme yapıyorum. O konuda şanslıyım. Hep bir şeyler öğreniyorum. Proje bana hep bir arena yaratıyor. Beraber çalıştığım kişilerden tut, yaptığım araştırmaya, bunu bir moda koleksiyonunda da yapıyorum filmde de... Film daha ileriye gittiği için daha geniş oluyor
-Bir defileden beklentiniz zaman içinde değişti mi peki?
Doğrusunu isterseniz, son üç yıldır daha çok elbisenin üzerinde duruyorum, fikirlerden çok... Ya da bu fikirleri nasıl anlatmam gerektiğinden çok... Yani orijinal fikrimin atmosferini artık bir defile aracılığıyla yaratmaya çalışmıyorum. Demin de konuştuğumuz gibi moda insanı ve sanat insanı çok farklı. Çok az insan, ikisini birden seviyor, ikisini biden anlıyor ya da kavrıyor. Örneğin gerçekten kavramsal fikirler sunduğunda, modayla ilgili insanlar gelip geçiyor ve bu fikrini anlamayabiliyorlar. Videolarımı yapmaya başlamadan önce defilelerim biraz daha kalabalıktı. Şimdi öyle değil. Ki bu da benim için daha iyi. Moda ve sanat çalışmaları bir şekilde ayrıldı. Elbette ikisi de birbirini besliyor, ikisi de benim dünyamdan geliyorlar ama kendimi ifade ettiğim farklı kanallar olarak birbirleriyle karışmadan akıyorlar.
-İki dünya tarafından da tam olarak anlaşılamama dert yaratıyor mu?
İki dünyada da tamamen anlaşılma ya da anlaşılamama da var. Doğrusu ben iyi tepkinin ne olduğunu da bilmiyorum. Yani anlaşıldığı için mi iyi yoksa görsel heyecan verdiği için mi iyi? Tam olarak belirli değil. Önemli de değil. Mesela modayla ilgilenen birisi işlerimi fazla avangard bulabiliyor. Fazla sanatla ilgili bulabiliyor. Ama sanat dünyasından birisi de işlerimi fazla modayla ilgili görebiliyor. Ben de diyorum ki bunların hiç önemi yok. Benim için önemli olan fikirler.
-O fikirlere biraz gelelim... Zaman kavramı ve algılamanın özel tarihine ilişkin
sorgulamalar... Hemen hemen tüm videolarınızda adeta takıntılı bir şekilde bunları işlediğinizi söyleyebilir miyim?
Aslında zaman, hızlı geçen ilginç bir şey ama tam olarak ne olduğunu anlamıyorum.
Zamanı sorgulamayı seviyorum. Yani ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ama benim girişimlerimde zaman, algılamakla ilgili. Yani bir şeyi nasıl algılayabilirsin? Yani algılama şartlandırması. Bunu sanırım her zaman işliyorum. Herhangi bir cisme baktığımda mesela bir şekerlik, bunun neden şekerlik olduğunu bilmek. Aslında bu şartlandırmayla ilgili. Aslında bunu düşündüğünde mesela bu klasik sanatta da böyleydi. Bizim bir şekilde dünyaya bakış açımızın yoğrulması ile ilgili. Bulunduğumuz kültürlerin belirlediği şartlandırmalar, algılamalar var. Bunlara ilişkin çalışıyorum bir anlamda... Zamana ilişkin daha öznel fikrim, geçmiş ve geleceğin aslında olmadığı... Bugün var aslında. Hepsi bir arada. Gelecekte bir şey yok. Gelecek dediğin anın içinde. Geçmiş de o anın içinde.
-Temporal Meditations, Place to Passage, Absent Presence... Hemen hepsinde anın içerdiği geçmiş ve gelecek fikri belirgindi. Çizgisel olmayan bir zaman anlayışı üzerine kurulmuşlardı. Bektaşilikte de bu fikir var. Birçok doğu öğretisi bunun üzerinde temelleniyor. Böyle kitaplar okuyor hatta böylesi herhangi bir öğretiyi pratik ediyor musunuz?
Aslında ben doğu felsefesi üzerine mesela sufizm ya da kabala üzerine kapanıp okumalar yapmadım. Özellikle bu tür kitapları okumadım. Öğretileri uygulamaya kalkmadım. Ama yoğun olarak okuduğum şeylerde elbette bu tür şeyler de vardı. Küçük yaştan beri çok seyahat eden biriyim. Çok değişik ortamlarda bulundum. O değişik ortamların, yani bir an bir yerde olup bir an başka bir yerde olma durumunun, bana çok katkısı oldu. Benim düşünce tarzımı aslında böylesi bir hareket içinde olma durumu etkiledi. Mekansızlık ve zamansızlık temaları hayatımda yer alan şeyler olduğu için ortaya çıktı. Göçmenlik üzerine olan mesele Temporal Meditations benim için en bariz, ilk adımdı.
-Bugün kime göçmen denir?
Bir şekilde yeni bir antropolojiyle yaşıyoruz. Dolayısıyla göçmen de yeniden tanımlanıyor. Çünkü yeni göçmen de aslında bir yere ait olmayan kişi. Yani belki evi vardır ama devamlı hareket eden kişi anlamına geliyor. Bu da yeni bir antropoloji aslında. Şimdi yaşadığımız hayat, büyük bir bedensizlik taşıyor. Aslında modern hayatın yarattığı bir durum bu.
-Öte yandan en son Olmayan Yokluk videonuzda bilime dolayısıyla modern hayata sırtını dayamamak meselesi vardı. Gözle görülen ve bilim arasındaki ilişki ve çelişkiyi ele alıyordunuz. Bir anlamda büyük bir modernite eleştirisi yapmıyor musunuz?
Aslında sonuca fazla güvenmek, sonucunu düşünerek yaşamak bilimle de alakalı çünkü bilimde bir formül ve bir sonuç vardır. Bilim de insanoğlunun yaptığı bir şey. İnsanoğlu hayatı ve doğayı tamamen bilemez. Bir raddeye kadar belki anlar ama tamamen anlayamaz Olmayan Yokluk aslında tam da bunu anlatıyordu. Anlamak ve anlamamak parametreleri vesaire. Yani aslında bilimsel formülleri, gerçek hayatı temsil eden bir şey olarak kabul etmemekle ilgiliydi.
-Görünen hatta dokunulabilirliği çağıran her şey aslında bir yanılsamadan ibaret. Yine Baudrillard!
Kesinlikle bir ilüzyon durum var. Bu bir yanılsama ve benim işlerimin çoğu bununla çok alakalı. Yani bedensizlik teması da bununla alakalı. Artık acıyı da yaşayamıyorsun. Bedensizleşme aslında acıyı yaşayamama demek. Hayvan olduğunu yani o kimliğini ve toprakla olan ilişkini göz ardı ediyorsun aslında biz de kendi doğamızdan uzaklaşmış oluyoruz. Savaş izlerken onu bir kare çerçeve içinde görüyorsun. Yani sınırlar aşılıyor. Bedensel olarak orada değilsin ama onu algılayabiliyorsun. Öte yandan son zamanlarda örtük şiddet üzerine de düşünüyorum. Büyük bir şiddet içinde yaşıyoruz. Bu şiddeti örtmek için verilen reçeteler var. Bu bir kültür. Bu şiddetin üstünün aynı kültür içindeki mekanizmalar tarafından örtüldüğünü görüyoruz, yaşıyoruz, deneyimliyoruz. Mesela seyahat ederken o seyahatteki şiddeti örtmek için yapılanları düşünün. Uçaktasınız ama evinizde gibi rahat ettirilmeye çalışıyorsunuz. Bu bir ilüzyon. Mesela kilisede İsa’nın bedenini ekmek ve şarapla sembolize etmek aslında çok yamyamca bir hareket ama orada İsa’yla bir olunuyor, özdeşleşiliyor. Çok şiddetli bir şey ama ritüel aracılığıyla çok güzel bir şey gibi gelebiliyor. Ya da bir sezaryen olayı. Doğurmanın şiddetini yaşamadan çocuğun kucağına geliyor. Böylesi şiddetler açısından Japon kültürü çok ilginç. Bu kültürde bir şeyin sonucunu görüyorsun, süreci görmüyorsun. Bir suşinin hazırlanması değil, mükemmel sonucu karşına geliyor. Bizim önümüze şiddetle alakasız bir tat ver manzara geliyor. Ona kapılıyoruz ve onu tüketiyoruz. Olayın arkasındaki şiddeti görmüyoruz.
-MTV izliyor musunuz? Video yapan biri olarak müzik videoları üzerine ne düşünüyorsunuz?
MTV’ye doğru düzgün bakmıyorum. Öte yandan yaptığım iş, müzikle çok alakalı. Yani müziğin görsel hali diyelim. Bir şekilde müzikle, görsel hayatın bağlantısız olması imkansız. Benim için yani müzik aslında neredeyse düşünceyi ve duyguyu temsil ediyor.
Müzik videolarında görüntü olduğunda bir şekilde o müzik kendi başına belki şiirsel kalabilir ama görsellik onu bayağı bir hale getirebiliyor. Yani ilginç bir denge var. Mesela bir roman okursun sonra onun filmini izlersin hayal kırıklığına uğrarsın. Çünkü okuduğun hikaye çok daha ilham verici, hayal gücünü tetikleyen bir hikayedir. Bazen bir müziği dinliyorsun ve videosunu izliyorsun. O onu öldürüyor. Müzikten alacağın şiirsellikle, görsellikten alacağın çok farklı. Görsel hayat bence şiirsel olamaz. Pop videoları, yıllar boyunca insanların kitaplarda okudukları şeyin tamamen fahişeleşmiş hali gibi geliyor bana. Ama müzik çoğu insanın en çabuk etkilendiği bir şey. İnsanlar daha kolay etkileniyor çünkü çok fiziksel. Mesela bir keman çalındığında, kemanın o telleri içimizdeki damarlar gibi ya da bir başka ritim, kalp atışın gibi... Belki de bebeklikten beri duyduğumuz seslerle alakalı. Ya da metabolizmamızla alakalı.
-Rock müzik sever misiniz mesela? Büyük bir uyarıcı ve aynı zamanda yatıştırıcı değil mi?
Duyu ile çevre arasındaki çevre uyumunu bir anda yok etmesiyle...
Evet... Kesinlikle... PJ Harvey öyle bir şey olabilir. PJ Harvey çok seviyorum mesela... Rock çok ani, çok anında etki yaratan bir müzik.
-PJ Harvey sizden bir parçasına video çekmenizi istese ne dersiniz?
Duruma göre... Evet ona saygı duyuyorum. PJ Harvey’nin de müziği çok fiziksel. Ama benim video direktörü olma niyetim yok. Ama çok saygı duyduğum biriyse ya da benim de beğendiğim bir şarkıysa neden olmasın?
-Hangi parçasına isterdiniz?
Mesela rid of me şarkısı... İyi bir şarkı. İyi bir şarkının iyi bir dünya, bir parametre yarattığını düşünüyorum. O şarkıda da bu var. Biz büyürken şöyle büyüdük; fotoğrafçı fotoğraf çeker, modacı moda yapar, küratör sergi yapar, sanatçı küratörlük yapmaz. Ama artık insanlar birden fazla şeyle ilgileniyor. Bu anlayış yani bizim büyütüldüğümüz bu anlayış bitti.
Vizyonu olan insanların birden fazla şeyle ilgilenmesi aslında teknoloji ile de ilgili... Teknoloji sayesinde bilgisayarla birden fazla işi yapabiliyorsun. Çektiğin filmi montajlayabiliyorsun. Kültür endüstrisi de bunu körüklüyor. Mesela Jennifer Lopez moda tasarımı yapıyor. Parfüm çıkarıyor. İç içe olduğu için her şey. Kültür endüstrisi, birçok insana başka şeyler yapmaları için taviz veriyor. Elbette herkes her şeyi yapabilir ama birisi sadece ünlü diye her işi yapacak diye de bir şey yok. Buna karşıyım.
-Son videonuz “Şefkat Yorgunluğu”na gelelim...
Pera Palas’ta çektik. Oradaki ortam önemliydi. Biraz böyle burjuva bir ortam... O tür ortamlar yaratıldığında barok ya da neo-klasik, doğanın bir şekilde stilize edildiğini görüyoruz.
Bu da bence doğayı kontrol etmekle alakalı. Filmde, bir dairenin ortasında bir kızın o odaya ait olması, etrafını saran kızların ona büyü yaparak onu heykele çevirmesi var. Kızlar onu heykele dönüştürerek yapıtlaştırıyor. Bir şey yapıt olduğunda ona değer veriyorsun. Bir şehri gezerken böyle büyük yapıtlara heykellere rastlıyorsun. Bir olayın donmuş durumları, sonsuz durumları gibi bu heykeller... Burjuva elbiseler de burjuva hayatına dair birer yapıtlaştırma, insanları kalıp içine sokmayı beraberinde getiriyor. Şefkat Yorgunluğu, bunlarla alakalı bir video.
Anti-gelecekçi
“benim için önemli olan fikirler”
Ayşegül Sönmez
Plutark’ın Solon’un Hayatı hikayesinde, Solon, döneme damgasını vuran yazar ve oyuncu Theseus’u seyretmeye gider. Eğlenceli şekilde kahkahalar eşliğinde geçen oyun büyük alkış alır. Oyunun sonunda Solon’un morali bozulur ve Theseus’a çatar:
“Böyle eğlence olsun diye alkışlarsak çok geçmez onları ciddi olarak da onaylarız.”
İşte Çağlayan da Solon gibi... Moda dünyasından gelip hakiki dünyaya ilişkin tüm alkışları ve kahkahaları sorguluyor. Neyin eğlence neyin gerçek olduğuna karar veren bizlerin algı tarihimize ilişkin sorular soruyor. Yeri geliyor bilimden çok hataya sırtımızı dayamamız gerektiğini söylüyor, yeri geliyor yersiz yurtsuz bir yaşamın olasılığına olan inancımızı tetikliyor. Belki de tüm gücünü an’a olan inancından, anti-gelecekçi gerçek bir göçmen olmasından alıyor.
-En son Venedik Bienali’ndeki işiniz, Türkçeye, Olmayan Yokluk başlığıyla çevrildi. Çeviride kaybolmaya nasıl bakıyorsunuz? Dillerin/ülkelerin arasında kalmış birisi olarak...
Gerçekten bunu yaşıyorum. Sadece çeviride değil, yaşam pratiğimde de bunu yaşıyorum. Yorumlamalarımda, başkalarının beni yorumlamasında bu kaybolma demeyelim ama farklı algılamayı ve algılanmayı çok sık yaşıyorum. Bu da yine kültür farkıyla ilgili. Bu farkların yarattığı boşluklarla ilgili. Aslında bir bakıma hep anlattıklarım bu boşluk üzerine... Gerçek hayatla fantezi arasındaki boşluğa değinmeye çalışıyorum. İngiltere-Türkiye arasında yaşanan o boşluk, Kıbrıs’taki yaşadığım belirli durumlarla İngiltere- Türkiye arasındaki boşluk gibi...
Yani birçok boşluk var. Bu boşluklar içerisinde bazı ilginç şeyler çıkıyor. Ama ait olmama hissi var. Ve aynı zamanda hepimizde bir ait olma hissi de var. Ne kadar gelişmiş olsak da, hepimizin benliğinde böyle bir ihtiyaç var.
-Moda dünyasına ait bir isimken son yıllarda sanat dünyasına da ait oldunuz. Bu ikisinin arasında kalmak, ikisine de ait olmak ya da olmamak meselesini nasıl çözüyorsunuz?
Sinema diyemem ama video benim için birçok şeyi bir araya getiriyor. Atmosfer, koreografi, fikirler bir araya geliyor. Mesela bir defile yaptığınızda Paris’te diyelim, aslında o defile küçük bir video film gibi oluyor. Ama canlı bir şey defile. Defile yaptığın zaman kontrol edemediğin çok şey var. Her an bir kaza çıkabilir. Film çekerken daha kontrollü olabiliyorsun. Kaza da oluyor, önceden tahmin edemeyeceğin şeyler de çıkıyor ortaya ama yine de montajda mesela kontrol sende. Nasıl istiyorsan öyle yapabiliyorsun.
-İkisinin de izleyicisi çok farklı. Moda dünyasında bir şey yaptığın zaman, bir dünya yaratıyorsun ve hesabını sadece sen verebilirsin... Moda çok kendi kendine referans veren döngüselliği olan bir dünya değil mi? İzleyiciyle ilişkisi açısından...
İzleyici nasıl görmek ister? İzleyici ne ister? İzleyici nasıl bakmak ister? Bunlar benim sorduğum sorular değil. Heyecan duyduğun ya da görmek istediğin bir şey varsa o senin vizyonun ve onu bir hikaye olarak anlatırsın. Ama en sonunda da bir soru da sorabilirsin. Seyircinin ne görmesi gerektiğini ya da nasıl içine girmesi gerektiğini düşünürsen o kendi başına bir problem.. Ben şöyle bakıyorum: bir kere sen de mesela bir seyircisin. Ben yaptığım iş karşısında bir seyirciyim. Yani bende yaptığım işe bir seyirci olarak bakabiliyorum ama aynı zamanda işin içindeyim. O yüzden o içrekliği tartışmak çok felsefi bir durum. Ona girmek çok zaman alır. Bir işi yaparken kendince mi yaparsın yani yüzde kaç kendince, yüzde kaç seyirciyi düşünerek yaparsın? Bu sorunun yanıtı o kadar net ve basit değil aynı zamanda.
-Videodan beklentiniz ne ?
Bir dil yaratıyorsun sonuçta... Aslında benim için video yapmak, bir öğrenme aracı. Ve Önemli olan, varolan bir şeye farklı bir bakış açısı yaratarak bakmak. Eğer senin hikayen çok kuvvetli bir hikayeyse, sen o hikayenin ne olduğunu biliyorsan, yaptığın her iş seni tatmin edebilir. Bir iş yaptığında insanın o şeyden heyecan duyması gerekir. Onun için yapması gerekir. Ben heyecan duyduğum bir fikri video aracılığıyla işliyorum. Benim bir projeye başlama sürecim hissetmekle oluyor. Sonradan daha rasyonel bir moda giriyorum. Proje aracılığıyla inceleme yapıyorum. O konuda şanslıyım. Hep bir şeyler öğreniyorum. Proje bana hep bir arena yaratıyor. Beraber çalıştığım kişilerden tut, yaptığım araştırmaya, bunu bir moda koleksiyonunda da yapıyorum filmde de... Film daha ileriye gittiği için daha geniş oluyor
-Bir defileden beklentiniz zaman içinde değişti mi peki?
Doğrusunu isterseniz, son üç yıldır daha çok elbisenin üzerinde duruyorum, fikirlerden çok... Ya da bu fikirleri nasıl anlatmam gerektiğinden çok... Yani orijinal fikrimin atmosferini artık bir defile aracılığıyla yaratmaya çalışmıyorum. Demin de konuştuğumuz gibi moda insanı ve sanat insanı çok farklı. Çok az insan, ikisini birden seviyor, ikisini biden anlıyor ya da kavrıyor. Örneğin gerçekten kavramsal fikirler sunduğunda, modayla ilgili insanlar gelip geçiyor ve bu fikrini anlamayabiliyorlar. Videolarımı yapmaya başlamadan önce defilelerim biraz daha kalabalıktı. Şimdi öyle değil. Ki bu da benim için daha iyi. Moda ve sanat çalışmaları bir şekilde ayrıldı. Elbette ikisi de birbirini besliyor, ikisi de benim dünyamdan geliyorlar ama kendimi ifade ettiğim farklı kanallar olarak birbirleriyle karışmadan akıyorlar.
-İki dünya tarafından da tam olarak anlaşılamama dert yaratıyor mu?
İki dünyada da tamamen anlaşılma ya da anlaşılamama da var. Doğrusu ben iyi tepkinin ne olduğunu da bilmiyorum. Yani anlaşıldığı için mi iyi yoksa görsel heyecan verdiği için mi iyi? Tam olarak belirli değil. Önemli de değil. Mesela modayla ilgilenen birisi işlerimi fazla avangard bulabiliyor. Fazla sanatla ilgili bulabiliyor. Ama sanat dünyasından birisi de işlerimi fazla modayla ilgili görebiliyor. Ben de diyorum ki bunların hiç önemi yok. Benim için önemli olan fikirler.
-O fikirlere biraz gelelim... Zaman kavramı ve algılamanın özel tarihine ilişkin
sorgulamalar... Hemen hemen tüm videolarınızda adeta takıntılı bir şekilde bunları işlediğinizi söyleyebilir miyim?
Aslında zaman, hızlı geçen ilginç bir şey ama tam olarak ne olduğunu anlamıyorum.
Zamanı sorgulamayı seviyorum. Yani ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ama benim girişimlerimde zaman, algılamakla ilgili. Yani bir şeyi nasıl algılayabilirsin? Yani algılama şartlandırması. Bunu sanırım her zaman işliyorum. Herhangi bir cisme baktığımda mesela bir şekerlik, bunun neden şekerlik olduğunu bilmek. Aslında bu şartlandırmayla ilgili. Aslında bunu düşündüğünde mesela bu klasik sanatta da böyleydi. Bizim bir şekilde dünyaya bakış açımızın yoğrulması ile ilgili. Bulunduğumuz kültürlerin belirlediği şartlandırmalar, algılamalar var. Bunlara ilişkin çalışıyorum bir anlamda... Zamana ilişkin daha öznel fikrim, geçmiş ve geleceğin aslında olmadığı... Bugün var aslında. Hepsi bir arada. Gelecekte bir şey yok. Gelecek dediğin anın içinde. Geçmiş de o anın içinde.
-Temporal Meditations, Place to Passage, Absent Presence... Hemen hepsinde anın içerdiği geçmiş ve gelecek fikri belirgindi. Çizgisel olmayan bir zaman anlayışı üzerine kurulmuşlardı. Bektaşilikte de bu fikir var. Birçok doğu öğretisi bunun üzerinde temelleniyor. Böyle kitaplar okuyor hatta böylesi herhangi bir öğretiyi pratik ediyor musunuz?
Aslında ben doğu felsefesi üzerine mesela sufizm ya da kabala üzerine kapanıp okumalar yapmadım. Özellikle bu tür kitapları okumadım. Öğretileri uygulamaya kalkmadım. Ama yoğun olarak okuduğum şeylerde elbette bu tür şeyler de vardı. Küçük yaştan beri çok seyahat eden biriyim. Çok değişik ortamlarda bulundum. O değişik ortamların, yani bir an bir yerde olup bir an başka bir yerde olma durumunun, bana çok katkısı oldu. Benim düşünce tarzımı aslında böylesi bir hareket içinde olma durumu etkiledi. Mekansızlık ve zamansızlık temaları hayatımda yer alan şeyler olduğu için ortaya çıktı. Göçmenlik üzerine olan mesele Temporal Meditations benim için en bariz, ilk adımdı.
-Bugün kime göçmen denir?
Bir şekilde yeni bir antropolojiyle yaşıyoruz. Dolayısıyla göçmen de yeniden tanımlanıyor. Çünkü yeni göçmen de aslında bir yere ait olmayan kişi. Yani belki evi vardır ama devamlı hareket eden kişi anlamına geliyor. Bu da yeni bir antropoloji aslında. Şimdi yaşadığımız hayat, büyük bir bedensizlik taşıyor. Aslında modern hayatın yarattığı bir durum bu.
-Öte yandan en son Olmayan Yokluk videonuzda bilime dolayısıyla modern hayata sırtını dayamamak meselesi vardı. Gözle görülen ve bilim arasındaki ilişki ve çelişkiyi ele alıyordunuz. Bir anlamda büyük bir modernite eleştirisi yapmıyor musunuz?
Aslında sonuca fazla güvenmek, sonucunu düşünerek yaşamak bilimle de alakalı çünkü bilimde bir formül ve bir sonuç vardır. Bilim de insanoğlunun yaptığı bir şey. İnsanoğlu hayatı ve doğayı tamamen bilemez. Bir raddeye kadar belki anlar ama tamamen anlayamaz Olmayan Yokluk aslında tam da bunu anlatıyordu. Anlamak ve anlamamak parametreleri vesaire. Yani aslında bilimsel formülleri, gerçek hayatı temsil eden bir şey olarak kabul etmemekle ilgiliydi.
-Görünen hatta dokunulabilirliği çağıran her şey aslında bir yanılsamadan ibaret. Yine Baudrillard!
Kesinlikle bir ilüzyon durum var. Bu bir yanılsama ve benim işlerimin çoğu bununla çok alakalı. Yani bedensizlik teması da bununla alakalı. Artık acıyı da yaşayamıyorsun. Bedensizleşme aslında acıyı yaşayamama demek. Hayvan olduğunu yani o kimliğini ve toprakla olan ilişkini göz ardı ediyorsun aslında biz de kendi doğamızdan uzaklaşmış oluyoruz. Savaş izlerken onu bir kare çerçeve içinde görüyorsun. Yani sınırlar aşılıyor. Bedensel olarak orada değilsin ama onu algılayabiliyorsun. Öte yandan son zamanlarda örtük şiddet üzerine de düşünüyorum. Büyük bir şiddet içinde yaşıyoruz. Bu şiddeti örtmek için verilen reçeteler var. Bu bir kültür. Bu şiddetin üstünün aynı kültür içindeki mekanizmalar tarafından örtüldüğünü görüyoruz, yaşıyoruz, deneyimliyoruz. Mesela seyahat ederken o seyahatteki şiddeti örtmek için yapılanları düşünün. Uçaktasınız ama evinizde gibi rahat ettirilmeye çalışıyorsunuz. Bu bir ilüzyon. Mesela kilisede İsa’nın bedenini ekmek ve şarapla sembolize etmek aslında çok yamyamca bir hareket ama orada İsa’yla bir olunuyor, özdeşleşiliyor. Çok şiddetli bir şey ama ritüel aracılığıyla çok güzel bir şey gibi gelebiliyor. Ya da bir sezaryen olayı. Doğurmanın şiddetini yaşamadan çocuğun kucağına geliyor. Böylesi şiddetler açısından Japon kültürü çok ilginç. Bu kültürde bir şeyin sonucunu görüyorsun, süreci görmüyorsun. Bir suşinin hazırlanması değil, mükemmel sonucu karşına geliyor. Bizim önümüze şiddetle alakasız bir tat ver manzara geliyor. Ona kapılıyoruz ve onu tüketiyoruz. Olayın arkasındaki şiddeti görmüyoruz.
-MTV izliyor musunuz? Video yapan biri olarak müzik videoları üzerine ne düşünüyorsunuz?
MTV’ye doğru düzgün bakmıyorum. Öte yandan yaptığım iş, müzikle çok alakalı. Yani müziğin görsel hali diyelim. Bir şekilde müzikle, görsel hayatın bağlantısız olması imkansız. Benim için yani müzik aslında neredeyse düşünceyi ve duyguyu temsil ediyor.
Müzik videolarında görüntü olduğunda bir şekilde o müzik kendi başına belki şiirsel kalabilir ama görsellik onu bayağı bir hale getirebiliyor. Yani ilginç bir denge var. Mesela bir roman okursun sonra onun filmini izlersin hayal kırıklığına uğrarsın. Çünkü okuduğun hikaye çok daha ilham verici, hayal gücünü tetikleyen bir hikayedir. Bazen bir müziği dinliyorsun ve videosunu izliyorsun. O onu öldürüyor. Müzikten alacağın şiirsellikle, görsellikten alacağın çok farklı. Görsel hayat bence şiirsel olamaz. Pop videoları, yıllar boyunca insanların kitaplarda okudukları şeyin tamamen fahişeleşmiş hali gibi geliyor bana. Ama müzik çoğu insanın en çabuk etkilendiği bir şey. İnsanlar daha kolay etkileniyor çünkü çok fiziksel. Mesela bir keman çalındığında, kemanın o telleri içimizdeki damarlar gibi ya da bir başka ritim, kalp atışın gibi... Belki de bebeklikten beri duyduğumuz seslerle alakalı. Ya da metabolizmamızla alakalı.
-Rock müzik sever misiniz mesela? Büyük bir uyarıcı ve aynı zamanda yatıştırıcı değil mi?
Duyu ile çevre arasındaki çevre uyumunu bir anda yok etmesiyle...
Evet... Kesinlikle... PJ Harvey öyle bir şey olabilir. PJ Harvey çok seviyorum mesela... Rock çok ani, çok anında etki yaratan bir müzik.
-PJ Harvey sizden bir parçasına video çekmenizi istese ne dersiniz?
Duruma göre... Evet ona saygı duyuyorum. PJ Harvey’nin de müziği çok fiziksel. Ama benim video direktörü olma niyetim yok. Ama çok saygı duyduğum biriyse ya da benim de beğendiğim bir şarkıysa neden olmasın?
-Hangi parçasına isterdiniz?
Mesela rid of me şarkısı... İyi bir şarkı. İyi bir şarkının iyi bir dünya, bir parametre yarattığını düşünüyorum. O şarkıda da bu var. Biz büyürken şöyle büyüdük; fotoğrafçı fotoğraf çeker, modacı moda yapar, küratör sergi yapar, sanatçı küratörlük yapmaz. Ama artık insanlar birden fazla şeyle ilgileniyor. Bu anlayış yani bizim büyütüldüğümüz bu anlayış bitti.
Vizyonu olan insanların birden fazla şeyle ilgilenmesi aslında teknoloji ile de ilgili... Teknoloji sayesinde bilgisayarla birden fazla işi yapabiliyorsun. Çektiğin filmi montajlayabiliyorsun. Kültür endüstrisi de bunu körüklüyor. Mesela Jennifer Lopez moda tasarımı yapıyor. Parfüm çıkarıyor. İç içe olduğu için her şey. Kültür endüstrisi, birçok insana başka şeyler yapmaları için taviz veriyor. Elbette herkes her şeyi yapabilir ama birisi sadece ünlü diye her işi yapacak diye de bir şey yok. Buna karşıyım.
-Son videonuz “Şefkat Yorgunluğu”na gelelim...
Pera Palas’ta çektik. Oradaki ortam önemliydi. Biraz böyle burjuva bir ortam... O tür ortamlar yaratıldığında barok ya da neo-klasik, doğanın bir şekilde stilize edildiğini görüyoruz.
Bu da bence doğayı kontrol etmekle alakalı. Filmde, bir dairenin ortasında bir kızın o odaya ait olması, etrafını saran kızların ona büyü yaparak onu heykele çevirmesi var. Kızlar onu heykele dönüştürerek yapıtlaştırıyor. Bir şey yapıt olduğunda ona değer veriyorsun. Bir şehri gezerken böyle büyük yapıtlara heykellere rastlıyorsun. Bir olayın donmuş durumları, sonsuz durumları gibi bu heykeller... Burjuva elbiseler de burjuva hayatına dair birer yapıtlaştırma, insanları kalıp içine sokmayı beraberinde getiriyor. Şefkat Yorgunluğu, bunlarla alakalı bir video.
Beyrut'ta savaş başlarken(Mayıs 2006)
Geçtiğimiz yaz dört kız Beyrut’a gitmiştik. Anneannelerimizden duyduğumuz Beyrut’un izini sürmek için... Doğu’nun Paris’ine doğru gemiyle hareket etmiştik. Bir dönem, havuzlu villalarda bereketli partilerin yapıldığı bu büyük lüks kent, 15 yıllık bir iç savaştan sonra yorgun ve yaralı gözüküyordu. Virgins ya da Starbucks gibi küresel binalarını çoktan inşa etmiş, bombalanmaların izlerini silmeye çalışıyordu. Her yerde bir inşaat vardı. Şehir ve insanları büyük bir umutla ileriye bakıyordu. Rehberimiz Marisa anlatmıştı...
Marisa, savaş zamanı okulunu bırakmak zorunda kalmıştı. Şehirde tıp tahsili alacakken bombardıman yüzünden ailesiyle birlikte dağa çıkmışlardı. Okulu yarım kalmıştı. Kız kardeşi Fransa’ya göç etmişti. O ise gidememişti. Annesini ve babasını bırakamamıştı. Savaştan sonra Fransızca ve İngilizcesi olduğu için rehber olmuştu.Aklında bir daha savaş çıkacağına ilişkin hiç şüphe yoktu... Turizm sayesinde Beyrut toparlanacaktı. Marisa bunları anlatırken onu video filme çekmiştim. Sonra bir kozmetik mağazasında çalışan Leyla’yı da filme çekmiştim. O da güzellik takıntılı olduğunu, hep Paris’e gitmek istediğini söylemişti. Sonra güzelliğin en önemli göstergesi saçlardır, diyerek hepimizin saçlarını mikroskoba benzer bir saç analizi aletiyle kontrol etmişti. Sonrasında hiçbir ürün satmaya çalışmamıştı üstelik. Gittiğimiz kafe barda, saat beşten sonra iki içki içerseniz fal baktırabiliyordunuz. Falcılı barda, bardak bardak soğuk Lübnan şarapları içmiş, fal da baktırmıştık. Kocaman mavi gözleri, çikolata renkli teni, Versace kotu, lameli kemeri ve ismiyle hiç de Doğulu bir falcıya benzemeyen Agatha, elindeki renkli boncuklarla baktığı fallarımızda hepimizi büyük bir deniz yolculuğunun beklediğini ve çok eğleneceğimizi söylemişti. Doğruydu. Beyrut’tan sonra Mikanos’a gidecektik. Ve çok eğlenecektik. Beyrut’taki Virgins Records’a -yakında Beyoğlu’nda da açılacak- dünyanın en küresel müzik marketine de girmiştik. Önündeki boş arazide bir takım çadırlar kurulmuştu. Çadırın içinde bir grup Lübnanlı eski Lübnan Başbakanı Refik Harriri’nin suikastini protesto etmek için açlık grevi yapıyordu.
Geçtiğimiz Haziran ayının Flash Art dergisinin editörü Giancarlo Politti, ünlü yönetmen Atom Egoyan’la, Kutluğ Ataman’ı bir araya getirip söyleşi yaptırmıştı. Uzun uzun söyleşen ikiliden Egoyan, Ataman’a Atlas Group’u tanıyıp tanımadığını soruyordu. Egoyan, Lübnanlı güncel sanat grubu Atlas Group’un işlerini çok etkileyici bulduğunu ve eşinin Lübnanlı olduğunu anlatıyordu:
“Karımla sivil savaştan sonra Lübnan’a gittiğimizde, karım savaş zamanı kaçanlardandı, insanların yüzlerinde travmaya ilişkin o sıra dışı hissi okuyabiliyordunuz. Belli etmemeye çalışıyorlardı ama acı hala yüzlerinde tazeliğini koruyordu.”
Egoyan’ın bahsettiği Atlas Group’un kurucusu Walid Raad. Atlas Group, yarı gerçek yarı kurgu bir proje. Raad, grubu aracılığıyla Lübnan’da yaşanan sivil savaş dönemine ilişkin arşiv çalışması yapıyor. Raad’a göre “Lübnan, dişçiler, marjinaller, devrimciler, akademisyenler, hayal kırıklığına uğramışlardan oluşan bir kördüğüm.” Raad, bu kördüğümü çözmek yerine, savaşın bütünlüğüne odaklanmaktan çok parçalara odaklanıyor. Örneğin Raad’ın Atlas Group imzasını attığı son Documenta’da sergilenen işleri sayesinde Lübnan’da 1975 ile 1991 yılları arasında toplam 3641 arabanın bombayla infilak ettiğini öğreniyoruz.
38 nolu defter: çoktan bir yangın gölündeydim başlıklı 7 kolaj çalışmasında Atlas Group kurgu bir karaktere başvuruyor: Dr. Fadıl Fakhouri. Dr. Fadıl Fakhouri, bu çalışmada arabaları Arapça yazılarla sunuyor. Gümüş Volvo, Ağustos 20, 1985, 56 insan öldü... 120 yaralandı. 100 kiloluk TNT, 24 araba yandı, 11 bina kül oldu. Raad yani Fakhouri, Beyrut’taki yaşanan vahşeti, bir bir, rakamlarla aktarıyor. Bombayla havaya uçurulan arabalardan uçan parçaların ne kadar mesafeye dağıldığını ve tam olarak nereye düştüğünü de yazıyor. Rehine: Bachar teypleri, Raad, 38 başlıklı işinde 1980lerde Lübnan’da rehine olarak tutulan 5 Amerikalı rehinenin ağzından bir tutsaklık edebiyatı yapmaya girişiyor. Bu anlatılarda işin içine kurgu bir Arap karakteri karıştırıyor ve rehinelerle bu karakterin arasında gece yaşanan bir yakınlaşmayı tasvir ediyor.
Mucizevi Başlangıçlar, 52 dadikalık bir Dr. Fadıl filmi. Çok anlamlı... Psychedelic görüntüler aslında çok siyasi ve bireysel bir acının resmini yapıyor. Savaşın bittiğini düşündüğü her an, Dr. Fakhouri resmi parçalıyor. Resim sürekli parçalanıyor.
Bir başka filminde gizli istihbarat üyesinin filme çektiği çeşitli güneş batışlarını izlemek mümkün. Raad, sosyal bilimci gibi çalışıyor. İktidarın en etkin alanı savaşın ayrıntıları üzerine Atlas Group projesi sayesinde tekrar tekrar düşünmemizi sağlıyor.
Atom Egoyan, Atlas Group için “gerçek ve sanat ne kadar çarpışırsa ortaya o kadar iyi bir provokasyon çıkar, Atlas Group tam da bunu yapıyor” diyor.
Bugün tanklar ve bombardımanlarla çevrelenen Lübnan’a ilişkin Atlas Group’un yeni bir arşiv çalışması yapması gerekecek. Çünkü herkesin umutla ileriye baktığı Lübnan’da çünkü “yine aynı şey oldu”. Ne pırıl pırıl zemini, mis kokulu kahveleriyle Starbucks ne de değme
punk cdleriyle Virgins bunu engelleyebiliyor. Ve şu anda Lübnan’ın hiç olmadığı kadar daha çok Dr. Fadıl Fakhouri’yi ihtiyacı var. Öte yandan geçtiğimiz Şubat ayında The Village Voice’de Atlas Group’la ilgili bir yazı çıkmıştı. Yazar Jerry Saltz, grubun işlerinin artık hep aynı şey tekrar ettiğini, yeni bir şeyler yapmasının zamanının geldiğini söylemişti. Ne garip?
Marisa, savaş zamanı okulunu bırakmak zorunda kalmıştı. Şehirde tıp tahsili alacakken bombardıman yüzünden ailesiyle birlikte dağa çıkmışlardı. Okulu yarım kalmıştı. Kız kardeşi Fransa’ya göç etmişti. O ise gidememişti. Annesini ve babasını bırakamamıştı. Savaştan sonra Fransızca ve İngilizcesi olduğu için rehber olmuştu.Aklında bir daha savaş çıkacağına ilişkin hiç şüphe yoktu... Turizm sayesinde Beyrut toparlanacaktı. Marisa bunları anlatırken onu video filme çekmiştim. Sonra bir kozmetik mağazasında çalışan Leyla’yı da filme çekmiştim. O da güzellik takıntılı olduğunu, hep Paris’e gitmek istediğini söylemişti. Sonra güzelliğin en önemli göstergesi saçlardır, diyerek hepimizin saçlarını mikroskoba benzer bir saç analizi aletiyle kontrol etmişti. Sonrasında hiçbir ürün satmaya çalışmamıştı üstelik. Gittiğimiz kafe barda, saat beşten sonra iki içki içerseniz fal baktırabiliyordunuz. Falcılı barda, bardak bardak soğuk Lübnan şarapları içmiş, fal da baktırmıştık. Kocaman mavi gözleri, çikolata renkli teni, Versace kotu, lameli kemeri ve ismiyle hiç de Doğulu bir falcıya benzemeyen Agatha, elindeki renkli boncuklarla baktığı fallarımızda hepimizi büyük bir deniz yolculuğunun beklediğini ve çok eğleneceğimizi söylemişti. Doğruydu. Beyrut’tan sonra Mikanos’a gidecektik. Ve çok eğlenecektik. Beyrut’taki Virgins Records’a -yakında Beyoğlu’nda da açılacak- dünyanın en küresel müzik marketine de girmiştik. Önündeki boş arazide bir takım çadırlar kurulmuştu. Çadırın içinde bir grup Lübnanlı eski Lübnan Başbakanı Refik Harriri’nin suikastini protesto etmek için açlık grevi yapıyordu.
Geçtiğimiz Haziran ayının Flash Art dergisinin editörü Giancarlo Politti, ünlü yönetmen Atom Egoyan’la, Kutluğ Ataman’ı bir araya getirip söyleşi yaptırmıştı. Uzun uzun söyleşen ikiliden Egoyan, Ataman’a Atlas Group’u tanıyıp tanımadığını soruyordu. Egoyan, Lübnanlı güncel sanat grubu Atlas Group’un işlerini çok etkileyici bulduğunu ve eşinin Lübnanlı olduğunu anlatıyordu:
“Karımla sivil savaştan sonra Lübnan’a gittiğimizde, karım savaş zamanı kaçanlardandı, insanların yüzlerinde travmaya ilişkin o sıra dışı hissi okuyabiliyordunuz. Belli etmemeye çalışıyorlardı ama acı hala yüzlerinde tazeliğini koruyordu.”
Egoyan’ın bahsettiği Atlas Group’un kurucusu Walid Raad. Atlas Group, yarı gerçek yarı kurgu bir proje. Raad, grubu aracılığıyla Lübnan’da yaşanan sivil savaş dönemine ilişkin arşiv çalışması yapıyor. Raad’a göre “Lübnan, dişçiler, marjinaller, devrimciler, akademisyenler, hayal kırıklığına uğramışlardan oluşan bir kördüğüm.” Raad, bu kördüğümü çözmek yerine, savaşın bütünlüğüne odaklanmaktan çok parçalara odaklanıyor. Örneğin Raad’ın Atlas Group imzasını attığı son Documenta’da sergilenen işleri sayesinde Lübnan’da 1975 ile 1991 yılları arasında toplam 3641 arabanın bombayla infilak ettiğini öğreniyoruz.
38 nolu defter: çoktan bir yangın gölündeydim başlıklı 7 kolaj çalışmasında Atlas Group kurgu bir karaktere başvuruyor: Dr. Fadıl Fakhouri. Dr. Fadıl Fakhouri, bu çalışmada arabaları Arapça yazılarla sunuyor. Gümüş Volvo, Ağustos 20, 1985, 56 insan öldü... 120 yaralandı. 100 kiloluk TNT, 24 araba yandı, 11 bina kül oldu. Raad yani Fakhouri, Beyrut’taki yaşanan vahşeti, bir bir, rakamlarla aktarıyor. Bombayla havaya uçurulan arabalardan uçan parçaların ne kadar mesafeye dağıldığını ve tam olarak nereye düştüğünü de yazıyor. Rehine: Bachar teypleri, Raad, 38 başlıklı işinde 1980lerde Lübnan’da rehine olarak tutulan 5 Amerikalı rehinenin ağzından bir tutsaklık edebiyatı yapmaya girişiyor. Bu anlatılarda işin içine kurgu bir Arap karakteri karıştırıyor ve rehinelerle bu karakterin arasında gece yaşanan bir yakınlaşmayı tasvir ediyor.
Mucizevi Başlangıçlar, 52 dadikalık bir Dr. Fadıl filmi. Çok anlamlı... Psychedelic görüntüler aslında çok siyasi ve bireysel bir acının resmini yapıyor. Savaşın bittiğini düşündüğü her an, Dr. Fakhouri resmi parçalıyor. Resim sürekli parçalanıyor.
Bir başka filminde gizli istihbarat üyesinin filme çektiği çeşitli güneş batışlarını izlemek mümkün. Raad, sosyal bilimci gibi çalışıyor. İktidarın en etkin alanı savaşın ayrıntıları üzerine Atlas Group projesi sayesinde tekrar tekrar düşünmemizi sağlıyor.
Atom Egoyan, Atlas Group için “gerçek ve sanat ne kadar çarpışırsa ortaya o kadar iyi bir provokasyon çıkar, Atlas Group tam da bunu yapıyor” diyor.
Bugün tanklar ve bombardımanlarla çevrelenen Lübnan’a ilişkin Atlas Group’un yeni bir arşiv çalışması yapması gerekecek. Çünkü herkesin umutla ileriye baktığı Lübnan’da çünkü “yine aynı şey oldu”. Ne pırıl pırıl zemini, mis kokulu kahveleriyle Starbucks ne de değme
punk cdleriyle Virgins bunu engelleyebiliyor. Ve şu anda Lübnan’ın hiç olmadığı kadar daha çok Dr. Fadıl Fakhouri’yi ihtiyacı var. Öte yandan geçtiğimiz Şubat ayında The Village Voice’de Atlas Group’la ilgili bir yazı çıkmıştı. Yazar Jerry Saltz, grubun işlerinin artık hep aynı şey tekrar ettiğini, yeni bir şeyler yapmasının zamanının geldiğini söylemişti. Ne garip?
Oryantalizm konferansı notları (Mayıs 2006)
Aramızdaki oryantalist
AYŞEGÜL SÖNMEZ
3 Mayıs Çarşamba günü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Oditoryumu’nda Sanat Tarihi Derneği bir açık oturum serisi düzenledi. Seri, Oryantalizme Bakış başlığını taşıyordu. İlk oturum Afife Batur’un Oryantalist Söylemin ve Estetiğin Gelişimine Dair başlıklı bildirisiyle başladı. Batur, bildirisini, 19. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın, oryantalizmi, içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak kendine has bir dille dönüştürdüğünü söyleyerek bitirdi. Bir sonraki bildiri için sıra Edhem Eldem’deydi. Eldem, son derece dinamik ve esprili yaptığı salonu kahkahaya boğan konuşmasında oryantalizm saplantısından kurtulmamız gerektiği çağrısında bulundu. 19. yüzyıldan itibaren modernleşmenin bir parçası olarak gelişen oryantalizmin bugün hala devam eden bir süreç olma özelliğine dikkat çekti. Eldem’e göre nargile kafeler de Murathan Mungan’ın Müslüm Gürses’le gerçekleştirdiği son müzik projesi de bu sürecin devam ettiğine birer örnekti. Edhem Eldem şöyle diyordu:
“(...)Her gün görüyoruz bu sürecin nasıl devam ettiğini... Nargile kafeleri mesela... Hakikaten nargilenin tekrar keşfi mi? Yoksa belirli bir noktada, tasarımda doğuyu, doğululuğunu tekrar özümsemeye çalışmak mı? Bilmiyorum... Binlerce nedeni olabilir. Murathan Mungan ve Müslüm Gürses’in projesi nedir? Oryantalist bir eğlence değildir de nedir? Yermek için söylemiyorum. Yapılır, yapılmaz ama bunun bir sentez, arayış olduğunu söylemek herhalde abartılı olur. Bu aslında Türkiye’ye has bir oryantalizmin bir tezahürüdür. Nasıl Avrupa’da Fransızlar bugün kuskusun neredeyse milli bir yemek olduğuna kendilerini inandırdılar... Bizde de yüksek kebap anlayışı bunu takip ediyor. Bunlar normal süreçler. Çünkü aynen Edwerd Said’in de söylediği gibi Batılı değer yargılarını kabul ettiğiniz takdirde ötekini başka türlü yorumlamak zorunda kalırsınız. Ve bu illa ki yanlış değildir. Ben köklerimize dönelim, atlarımıza binelim, kımızlarımızı içelim filan da demiyorum. Bunun bir süreç olduğunu söylüyorum.”
Eldem, konuşmasında Osman Hamdi Bey’in oryantalistliğine de değindi. Osman Hamdi Bey, oryantalistti, evet. Ve bu onu ne hain ve işbirlikçi ne de Said’den daha Said kılmıyordu:
“(...)Osman Hamdi Bey niye oryantalist olmasın? Bırakın 20 yaşından itibaren on senesini Batı’da geçirmiş olmasını. Hamdi Bey, eninde sonunda Avrupa kültürünün temel taşları olan edebiyata, bilime, arkeolojiye böyle bir dünyaya inanıyor.
Bu dünyanın içinde doğunun a)ilginç b)egzotik c) başarısız olduğu yazılı. Osman Hamdi’nin bazılarının iddia ettiği gibi Said’den önce Said gibi davranması gibi bir tavrı da yok. Yok öyle bir şey. Adam eninde sonunda bir kültürün parçası olarak yetişiyor ve bu kültürün içinde oryantalist diskur beraberinde geliyor. Bütün hayatı aslında budur. (...) Çünkü Tanzimat oryantalist bir projedir. Bugüne geldiğimiz takdirde Cumhuriyet de oryantalist bir projedir.
(...) Devleti ve merkezi ele alacak olursanız tamamen oryantalist bir programdır. Yani doğuyu egzotize eder. Folklorü turist işidir, el sanatları vardır ama gerçek değerler başka değerlerdir. Kendi müziğini alaturka deyip yasaklayan az ülke vardır. Fransa’da böyle bir şey düşünemezsiniz. Türkiye bu konumundan dolayı bunu yapmak zorunda hissetti kendini. En azından süreç bu şekilde gelişti.”
Eldem’in konuşması, bir dönem Serdar Turgut’un başlattığı öteki tartışmasını da akla getiriyor. İçimizdeki öteki’nin, aramızdaki oryantalistin 19. yüzyıldan beri kim olduğu üzerine düşünmemizi sağlıyor. Öte yandan Mungan&Gürses projesinin de nasıl bir arayış içinde olduğuna dair soru sorduruyor. Şöyle bir yanıtlarsak... Arabesk dediğin bir anti sanat hareketiyse... Punk dediğin Don Letts’in tarifiyle bir tavır ve gürültülü gitar sesinden öte bir şeyse... Arabesk de punktır. Bugün arabesk ise o tavra ilişkin her şeyini kaybetmiştir. Orhan Gencebay, yakın zamana kadar damlarda kaybedenlerle klip çekerken bugün artık saraylarda Kültür Bakanlığı’ndan izinle klip çekmektedir. Arabeskin belki de punk tavrını yitirdiği önemli bir andır bu... Sanat kuramcısı Suzy Gablik’in avant-garde için söylediği arabesk için de geçerlidir: hareket en üst noktasına kadar çıkmış, temsil ettiği tüm değerlerin tersi olarak da aşağıya inmiştir... Dolayısıyla Mungan&Gürses projesi de arabesk tavra ilişkin bunu anlatması açısından bir başka önemli ana işaret etmektedir. İçimizdeki ve aramızdaki tüm oryantalistlere duyurulur!!!
AYŞEGÜL SÖNMEZ
3 Mayıs Çarşamba günü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Oditoryumu’nda Sanat Tarihi Derneği bir açık oturum serisi düzenledi. Seri, Oryantalizme Bakış başlığını taşıyordu. İlk oturum Afife Batur’un Oryantalist Söylemin ve Estetiğin Gelişimine Dair başlıklı bildirisiyle başladı. Batur, bildirisini, 19. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın, oryantalizmi, içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak kendine has bir dille dönüştürdüğünü söyleyerek bitirdi. Bir sonraki bildiri için sıra Edhem Eldem’deydi. Eldem, son derece dinamik ve esprili yaptığı salonu kahkahaya boğan konuşmasında oryantalizm saplantısından kurtulmamız gerektiği çağrısında bulundu. 19. yüzyıldan itibaren modernleşmenin bir parçası olarak gelişen oryantalizmin bugün hala devam eden bir süreç olma özelliğine dikkat çekti. Eldem’e göre nargile kafeler de Murathan Mungan’ın Müslüm Gürses’le gerçekleştirdiği son müzik projesi de bu sürecin devam ettiğine birer örnekti. Edhem Eldem şöyle diyordu:
“(...)Her gün görüyoruz bu sürecin nasıl devam ettiğini... Nargile kafeleri mesela... Hakikaten nargilenin tekrar keşfi mi? Yoksa belirli bir noktada, tasarımda doğuyu, doğululuğunu tekrar özümsemeye çalışmak mı? Bilmiyorum... Binlerce nedeni olabilir. Murathan Mungan ve Müslüm Gürses’in projesi nedir? Oryantalist bir eğlence değildir de nedir? Yermek için söylemiyorum. Yapılır, yapılmaz ama bunun bir sentez, arayış olduğunu söylemek herhalde abartılı olur. Bu aslında Türkiye’ye has bir oryantalizmin bir tezahürüdür. Nasıl Avrupa’da Fransızlar bugün kuskusun neredeyse milli bir yemek olduğuna kendilerini inandırdılar... Bizde de yüksek kebap anlayışı bunu takip ediyor. Bunlar normal süreçler. Çünkü aynen Edwerd Said’in de söylediği gibi Batılı değer yargılarını kabul ettiğiniz takdirde ötekini başka türlü yorumlamak zorunda kalırsınız. Ve bu illa ki yanlış değildir. Ben köklerimize dönelim, atlarımıza binelim, kımızlarımızı içelim filan da demiyorum. Bunun bir süreç olduğunu söylüyorum.”
Eldem, konuşmasında Osman Hamdi Bey’in oryantalistliğine de değindi. Osman Hamdi Bey, oryantalistti, evet. Ve bu onu ne hain ve işbirlikçi ne de Said’den daha Said kılmıyordu:
“(...)Osman Hamdi Bey niye oryantalist olmasın? Bırakın 20 yaşından itibaren on senesini Batı’da geçirmiş olmasını. Hamdi Bey, eninde sonunda Avrupa kültürünün temel taşları olan edebiyata, bilime, arkeolojiye böyle bir dünyaya inanıyor.
Bu dünyanın içinde doğunun a)ilginç b)egzotik c) başarısız olduğu yazılı. Osman Hamdi’nin bazılarının iddia ettiği gibi Said’den önce Said gibi davranması gibi bir tavrı da yok. Yok öyle bir şey. Adam eninde sonunda bir kültürün parçası olarak yetişiyor ve bu kültürün içinde oryantalist diskur beraberinde geliyor. Bütün hayatı aslında budur. (...) Çünkü Tanzimat oryantalist bir projedir. Bugüne geldiğimiz takdirde Cumhuriyet de oryantalist bir projedir.
(...) Devleti ve merkezi ele alacak olursanız tamamen oryantalist bir programdır. Yani doğuyu egzotize eder. Folklorü turist işidir, el sanatları vardır ama gerçek değerler başka değerlerdir. Kendi müziğini alaturka deyip yasaklayan az ülke vardır. Fransa’da böyle bir şey düşünemezsiniz. Türkiye bu konumundan dolayı bunu yapmak zorunda hissetti kendini. En azından süreç bu şekilde gelişti.”
Eldem’in konuşması, bir dönem Serdar Turgut’un başlattığı öteki tartışmasını da akla getiriyor. İçimizdeki öteki’nin, aramızdaki oryantalistin 19. yüzyıldan beri kim olduğu üzerine düşünmemizi sağlıyor. Öte yandan Mungan&Gürses projesinin de nasıl bir arayış içinde olduğuna dair soru sorduruyor. Şöyle bir yanıtlarsak... Arabesk dediğin bir anti sanat hareketiyse... Punk dediğin Don Letts’in tarifiyle bir tavır ve gürültülü gitar sesinden öte bir şeyse... Arabesk de punktır. Bugün arabesk ise o tavra ilişkin her şeyini kaybetmiştir. Orhan Gencebay, yakın zamana kadar damlarda kaybedenlerle klip çekerken bugün artık saraylarda Kültür Bakanlığı’ndan izinle klip çekmektedir. Arabeskin belki de punk tavrını yitirdiği önemli bir andır bu... Sanat kuramcısı Suzy Gablik’in avant-garde için söylediği arabesk için de geçerlidir: hareket en üst noktasına kadar çıkmış, temsil ettiği tüm değerlerin tersi olarak da aşağıya inmiştir... Dolayısıyla Mungan&Gürses projesi de arabesk tavra ilişkin bunu anlatması açısından bir başka önemli ana işaret etmektedir. İçimizdeki ve aramızdaki tüm oryantalistlere duyurulur!!!
Billy Bob Thornton üzerine sergi(Mart 2006)
BEN VE BILLY BOB
Jillian Mcdonald genç bir sanatçı. Son sergisi “ben ve billy bob” başlığını taşıyor. Ve sergi baştan sona genç sanatçının ünlü bağımsız filmlerin karizmatik oyuncusu Billy Bob Thornton’a olan bağımlılığını anlatıyor. Mcdonald, bu sergisi aracılığıyla popüler kültürle sanatı çakıştırıp çatıştırmak istediğini söylüyor.
Ayşegül Sönmez
Sergi projeniz tam olarak neyi anlatmak istiyor?
Ben ve Billy Bob, 2000 yılından beri bölüm bölüm gerçekleştirdiğim bir proje. Bu projem tamamen fan –hayran kültürüyle ilgili... Hayran denilen fan kültüründeki bir uç örneği ele alıyor. Nasıl bir fan bazen o sınırı aşar artık hayrandan çok fanatik olur... Böyle bir örneği ele alıyorum. Takıntının nerede başlayıp nerede bittiği benim için çok ilginç bir nokta. Öte yandan Ben ve Billy Bob projesi, ünlülere takıntı halinde bağımlılık geliştirmiş hayran fan durumundaki insanların psikolojisi üzerine bir proje. Tabii ki dolayısıyla bu psikolojiyi yaratan şöhret durumunu, popüler kültürün bu yüzünü kıyasıya eleştiriyor. Sıradan insanların gözünde şöhret sahibi film yıldızlarının nasıl bir ikon gibi özel bir yere konumlandırılmasına ilişkin bir dizi gözlemi de içeriyor. İşin bir boyutu da hayranın hayranı olduğu şahsiyete dair özel hayatını da işin içine sokuyor olması... Benim projemde Billy Bob gibi bir sanatçıya ilişkin çok şeyler öğrenmiyorsun. Çünkü hayranı olan kişi yani ben bu hayranı olma durumunu bireyselleştiriyorum. Sergiyi görenler hem matrak hem de rahatsız edici buluyor o yüzden. Bir ünlü hakkında bir web site kurmak gayet banal bir şey ala takıntının kendisi çok cazip ve insani bir şey.
Kendinizi bir sanatçı olarak ifade etmeye nasıl karar verdiniz?
.Ben tamamen tesadüf eseri sanatçı oldum. Aslında kalp cerrahı olmak istiyordum. Ama lise öğretmenim benim sanatçı olmam gerektiğini söyledi. Ailem çok korktu ve ben de onları bir yıl bolunca ikna etmeye çalıştım. Sanat okuluna girdim. Desen ve tuval çalışmaların yanı sıra hocam başka şeyler de, performans gibi, yapabileceğimi söyledi. Ben de zaten tüm o desen ve resim derslerinden sıkılmıştım. Performans sanatına yöneldim.Kameranın önünde olmayı ve matrak işler üretmeyi sevdiğimi fark ettim. Kamusal alanda performanslar yaptım. Şimdilerde daha çok videodan web teknolojisine geçtim. İlk fotoğraflarımı Ocak’ta Billy Bob’un dövmelerinden yola çıkarak bastım. Ben ve Billy Bob projesi, bir videoyla başladı. Film boyunca kendimi Billy Bob’la bir fantezi dünyasında konumlandırdım. Billy Bob’un filmlerine dijital olarak kendimi de soktum. Göründüğüm yerlerde alabildiğince romantik ve saplantılı olarak oynadım.
-Bu kendinizi filmlere sokmalarınızda gerçeğe yatkın olmasını istediniz mi?
Hayır, kesinlikle... Kesinlikle yapay algılansın. Gerçek gibi algılansın istemedim. O yüzden dijital bu oyunlar hiç de mükemmel değiller. Olmasınlar da... İzleyiciye ben bunun gerçek olmadığı hissini vermek istiyorum.
-Billy Bob’la kendinizi yan yana getirdikten sonra gelişen bölümler neler oldu?
Onun hayatına yöneldim bu kez. Özel hayatına... Medyadan öğrendiğim hayatına...Örneğin Angelina Jolie’den boşanması, 13 dövmesi olması, müzik albümü, estetik ameliyatları...
-Billy Bob’la ilgili web sitesi bir yandan sıradan bir hayran sitesi gibi de algılanıyordur internette...
Evet, bu da iyi bir şey... Bu site sürekli yeni bölümlerle güncelleniyor. Ama proje bu kadarla da kalmıyor. Toronto’da kamusal bir alanda Screen Kiss adlı viedomu gösterdim. Hollywood filmlerinin reklam panolarının bol olduğu bir caddede billboard üzerinde yaptım bunu.
-Sizin plastik sanat dünyasında hayranı olduğunuz sanatçı kim peki? Bir idolünüz var mı?
Benim sanat dünyasında diğer sanatçılarla kurduğum ilişki idolleştirmeden bağımsız bir ilişki.
Ben onların kendilerinden çok fikirleriyle ilgileniyorum. Onları ikon gibi değil, fikirlerini heyecan duyduğum şeyler olarak... Mesela Vito Acconci’ye hayranımdır. Özellikle daha küçükken... Tabii Bruce Nauman, Marina Abromovich, Jochen Gerz ve erken dönem performans sanatçılarının çoğu... Benim işlerim onlarınki gibi değil ama kesinlikle bedenle ilişkili... Beden performans geleneğiyle ilişkili... Ben içinde mizah duygusu olan işleri seviyorum. Bir şekilde böylesi işler daha tahrik edici oluyor. İlhamı, diğer sanatçıların işlerinden çok popüler kültür, medya ve gündelik hayat deneyimlerinden daha çok alıyorum.
-Gerçekten de popüler kültür ve sanat dünyasını buluşturmak mümkün mü? Hayat ve sanat ne kadar iyi arkadaş olabilirler?
Bence güzel sanatlar ve popüler kültür arasında müthiş iç içe geçmeler var.. Bu ikili bence hiçbir zaman bir birleşme sağlamayacaklar... Çünkü hala Yüksek ve Alçak kültür arasında güçlü bir ayrım var. Çoğu insan sanat hakkında bir şey bilmediklerinden yakınıp o dünyadan uzak durmaya çalışıyor. Nüfusun büyük bir çoğunluğu bu yüzden sanat galerilerinden içeri giremiyor. Evlerine sanatı sokmuyor. Bir video yapıtıyla Hollywood’dan bir sanatçının filmini ele alalım. Elma ve portakal gibi gözükebilir. Ama ben bir şekilde elma ve portakalın birlikteliğine bu birlikteliğin de ancak internette mümkün olduğuna inanıyorum. Şu anda tam olarak bu durum yaşanmıyor ama ileride kesinlikle böyle olacak. İnsanlar henüz sanatın internette yapılanına da yakın durmuyor. İnternet de kamusal bir alan. Üstelik demokratik bir alan. Bir de tabii ben sanat eseriyle izleyicisinin ilişkisi üzerine farklı düşünüyorum. Bence izleyici eserin eser olduğunu bilmeden onunla tanışabilmeli. Bu tür bir ilişki biçimi beni bir sanatçı olaraz daha heyecanlandırıyor. Benim sitemi bir Billy Bob hayranının tipik bir hayran sitesi sanması ve öyle girmesi gibi...
-Ne zamandan beri Billy Bob Thornton hayranısınız? Onda inanılmaz ne var?
90larda onu Sling Blade filminde gördüğümden beri Billy Bob’un hayranıyım. Bence o tam bir bukalemun. Tam bir karakter oyuncusu. Çok uç karakterleri başarıyla portreliyor.
Sling Slade filmini defalarca seyrettim. Hala oradaki Karm Childers’in Billy Bob olduğuna inanamıyorum. Doğru dürüst makyajı da yok ama rol için resmen büyük bir dönüşüm geçirmiş. Bu dönüşümünü inanılmaz buluyorum. Bütün rolleri için geçerli bu. Çok farklı karakterlere kelimenin tam anlamıyla bürünüyor. Simple Plan’de Bad Santa’da hepsinde...
Her birinde muhteşem performanslar sergiliyor. Dezavantajlı roller, karakterler bunlar ama her biriyle bir şekilde iletişim kurabiliyor.
-Hayran-ünlü ilişkisinde kendinizi onların yerine koyduğunuzda ne görüyorsunuz?
Sanki onlar insan değil. Biz onlara böyle yüce öte yandan son derece absürd bir makamı yakıştırıyoruz. Ve düşünsenize bizim gibi insan olan onları büyük bir yalnızlığa doğru itiyoruz. Bu talihsiz bir şey. Hiyerarşik bir biçim yüzünden düşülen bir yalnızlık. İşim aslında bunu da biraz sorguluyor. Bence Billy Bob inanılmaz bir insanoğlu değil. Gayet sıradan bir isim. Onun bu sıradanlığı onu özel ve çekici kılıyor. Tipik Hollywood yıldızlarından değil. Tamamen yetenekleri üzerinden başarılı ve ünlü olmuş bir isim.
-'Me and Billy Bob filminde oynamak nasıl bir deneyimdi?
Daha önce oyunculuk deneyimim olmamıştı. Ama çok eğlenceli ve doğal gelişti.
Kendi kendimi küçük bir odada çekmeye başladım. Çok ilginç bir deneyimdi. Bir anlamda ben de yıldız oldum. Hollywood ikonuyla bir galeride gösterilmek... Tam da bu demek değil mi? Plastik sanatlarla uğraşan sanatçılar Hollywood aktörleri gibi ünlü olmuyorlar. Eğer tabi iki ünlülerle birlikte değillerse... (Matthew Barney’nin Björk’le evli olması gibi...) Ve sanat starlarının fanları olmuyor...
-Bildiğim kadarıyla Billy Bob’la henüz bu proje dolayısıyla tanışmadınız.. Ya tanışırsanız?
Dürüst olmak gerekirse ben hala karşılaşmadığımıza şaşırıyorum. Biri benim hakkımda sanat yapıyor olsaydı. Ben bir yolunu bulup bu sanatçıyla tanışırdım. Bu proje kesinlikle matrak bir proje, bu şakaya benimle birlikte gülmesini isterdim doğrusu. Belki de böyle bir projeden haberi olmadığı için benimle irtibata geçmemiştir. Belki bunu benim kadar komik bulmamıştır. Belki de bu en kötü benim onu takip eden bir sapık olduğumu düşünüyordur. Yaptığım filmin DVD kopyası belli bir sayıda üretildi. Bir tanesini Billy Bob, belki bir gün gelir, diyerek saklıyorum. Eğer kabul ederse bu kopyayı bir sanat yapıtı olarak hediye etmek istiyorum. Ne olursa olsa, bir gün gelirse, bana projenin bir başka bölümü için ilham verecektir. Bundan eminim. Zaten şimdiden aklımda beraber yapabileceğimiz projeler var. New York’ta 2003 yılında konserine gittim. Grubuyla turnedeydi. Turne otobüsünü Atlantic City’ye kadar takip ettim. Ama daha fazla gidemedim. Bu takip, doğrusunu söylemek gerekirse, projeden çok benim patetik groupie fantazilerimle ilgiliydi.
-Siz ve Billy Bob bu böyle nereye kadar sürecek?
İnanın, ben de projenin nasıl ve ne zaman biteceğini bilmiyorum. Şimdiden 3 yıl oldu. Başladığımda bu kadar uzun süreceğini de bilmiyordum. Fan kitlesi tarafından projenin sahiplenileceğini de... Bir anlamda Billy Bob’la ilgili popüler bir mitoloji yaratıyorum. Üç yıldır bunu yapıyorum. Angelina, Billy Bob dövmesini sildirdiğinde ben de bileğime onun ismini yazdığım bir video film çektim. İsmi bir yazıp bir çıkarıyordum. Sonra geçici dövmeler yaptım. Screen Kiss’i onu kıskandırmak için yaptım mesela... Daha genç, ünlü başka aktörlerle öpüşüyorum bu videoda sırf o kıskansın diye. Şimdilerde bir country şarkısı üzerinde çalışıyorum. Billy Bob için. Daha önce hiç şarkı yazmamıştım. Haftaya bir aşk sahnesi daha çekiyorum.
-Sırada kim var?
Johnny Depp’le daha çok çalışmak istiyorum. Screen Kiss videomda en sevdiğim bölümler onunla olanlar. O da bir diğer karakter oyuncusu. Ama Billy Bob’un yerini kimse tutamaz...
.
Jillian Mcdonald genç bir sanatçı. Son sergisi “ben ve billy bob” başlığını taşıyor. Ve sergi baştan sona genç sanatçının ünlü bağımsız filmlerin karizmatik oyuncusu Billy Bob Thornton’a olan bağımlılığını anlatıyor. Mcdonald, bu sergisi aracılığıyla popüler kültürle sanatı çakıştırıp çatıştırmak istediğini söylüyor.
Ayşegül Sönmez
Sergi projeniz tam olarak neyi anlatmak istiyor?
Ben ve Billy Bob, 2000 yılından beri bölüm bölüm gerçekleştirdiğim bir proje. Bu projem tamamen fan –hayran kültürüyle ilgili... Hayran denilen fan kültüründeki bir uç örneği ele alıyor. Nasıl bir fan bazen o sınırı aşar artık hayrandan çok fanatik olur... Böyle bir örneği ele alıyorum. Takıntının nerede başlayıp nerede bittiği benim için çok ilginç bir nokta. Öte yandan Ben ve Billy Bob projesi, ünlülere takıntı halinde bağımlılık geliştirmiş hayran fan durumundaki insanların psikolojisi üzerine bir proje. Tabii ki dolayısıyla bu psikolojiyi yaratan şöhret durumunu, popüler kültürün bu yüzünü kıyasıya eleştiriyor. Sıradan insanların gözünde şöhret sahibi film yıldızlarının nasıl bir ikon gibi özel bir yere konumlandırılmasına ilişkin bir dizi gözlemi de içeriyor. İşin bir boyutu da hayranın hayranı olduğu şahsiyete dair özel hayatını da işin içine sokuyor olması... Benim projemde Billy Bob gibi bir sanatçıya ilişkin çok şeyler öğrenmiyorsun. Çünkü hayranı olan kişi yani ben bu hayranı olma durumunu bireyselleştiriyorum. Sergiyi görenler hem matrak hem de rahatsız edici buluyor o yüzden. Bir ünlü hakkında bir web site kurmak gayet banal bir şey ala takıntının kendisi çok cazip ve insani bir şey.
Kendinizi bir sanatçı olarak ifade etmeye nasıl karar verdiniz?
.Ben tamamen tesadüf eseri sanatçı oldum. Aslında kalp cerrahı olmak istiyordum. Ama lise öğretmenim benim sanatçı olmam gerektiğini söyledi. Ailem çok korktu ve ben de onları bir yıl bolunca ikna etmeye çalıştım. Sanat okuluna girdim. Desen ve tuval çalışmaların yanı sıra hocam başka şeyler de, performans gibi, yapabileceğimi söyledi. Ben de zaten tüm o desen ve resim derslerinden sıkılmıştım. Performans sanatına yöneldim.Kameranın önünde olmayı ve matrak işler üretmeyi sevdiğimi fark ettim. Kamusal alanda performanslar yaptım. Şimdilerde daha çok videodan web teknolojisine geçtim. İlk fotoğraflarımı Ocak’ta Billy Bob’un dövmelerinden yola çıkarak bastım. Ben ve Billy Bob projesi, bir videoyla başladı. Film boyunca kendimi Billy Bob’la bir fantezi dünyasında konumlandırdım. Billy Bob’un filmlerine dijital olarak kendimi de soktum. Göründüğüm yerlerde alabildiğince romantik ve saplantılı olarak oynadım.
-Bu kendinizi filmlere sokmalarınızda gerçeğe yatkın olmasını istediniz mi?
Hayır, kesinlikle... Kesinlikle yapay algılansın. Gerçek gibi algılansın istemedim. O yüzden dijital bu oyunlar hiç de mükemmel değiller. Olmasınlar da... İzleyiciye ben bunun gerçek olmadığı hissini vermek istiyorum.
-Billy Bob’la kendinizi yan yana getirdikten sonra gelişen bölümler neler oldu?
Onun hayatına yöneldim bu kez. Özel hayatına... Medyadan öğrendiğim hayatına...Örneğin Angelina Jolie’den boşanması, 13 dövmesi olması, müzik albümü, estetik ameliyatları...
-Billy Bob’la ilgili web sitesi bir yandan sıradan bir hayran sitesi gibi de algılanıyordur internette...
Evet, bu da iyi bir şey... Bu site sürekli yeni bölümlerle güncelleniyor. Ama proje bu kadarla da kalmıyor. Toronto’da kamusal bir alanda Screen Kiss adlı viedomu gösterdim. Hollywood filmlerinin reklam panolarının bol olduğu bir caddede billboard üzerinde yaptım bunu.
-Sizin plastik sanat dünyasında hayranı olduğunuz sanatçı kim peki? Bir idolünüz var mı?
Benim sanat dünyasında diğer sanatçılarla kurduğum ilişki idolleştirmeden bağımsız bir ilişki.
Ben onların kendilerinden çok fikirleriyle ilgileniyorum. Onları ikon gibi değil, fikirlerini heyecan duyduğum şeyler olarak... Mesela Vito Acconci’ye hayranımdır. Özellikle daha küçükken... Tabii Bruce Nauman, Marina Abromovich, Jochen Gerz ve erken dönem performans sanatçılarının çoğu... Benim işlerim onlarınki gibi değil ama kesinlikle bedenle ilişkili... Beden performans geleneğiyle ilişkili... Ben içinde mizah duygusu olan işleri seviyorum. Bir şekilde böylesi işler daha tahrik edici oluyor. İlhamı, diğer sanatçıların işlerinden çok popüler kültür, medya ve gündelik hayat deneyimlerinden daha çok alıyorum.
-Gerçekten de popüler kültür ve sanat dünyasını buluşturmak mümkün mü? Hayat ve sanat ne kadar iyi arkadaş olabilirler?
Bence güzel sanatlar ve popüler kültür arasında müthiş iç içe geçmeler var.. Bu ikili bence hiçbir zaman bir birleşme sağlamayacaklar... Çünkü hala Yüksek ve Alçak kültür arasında güçlü bir ayrım var. Çoğu insan sanat hakkında bir şey bilmediklerinden yakınıp o dünyadan uzak durmaya çalışıyor. Nüfusun büyük bir çoğunluğu bu yüzden sanat galerilerinden içeri giremiyor. Evlerine sanatı sokmuyor. Bir video yapıtıyla Hollywood’dan bir sanatçının filmini ele alalım. Elma ve portakal gibi gözükebilir. Ama ben bir şekilde elma ve portakalın birlikteliğine bu birlikteliğin de ancak internette mümkün olduğuna inanıyorum. Şu anda tam olarak bu durum yaşanmıyor ama ileride kesinlikle böyle olacak. İnsanlar henüz sanatın internette yapılanına da yakın durmuyor. İnternet de kamusal bir alan. Üstelik demokratik bir alan. Bir de tabii ben sanat eseriyle izleyicisinin ilişkisi üzerine farklı düşünüyorum. Bence izleyici eserin eser olduğunu bilmeden onunla tanışabilmeli. Bu tür bir ilişki biçimi beni bir sanatçı olaraz daha heyecanlandırıyor. Benim sitemi bir Billy Bob hayranının tipik bir hayran sitesi sanması ve öyle girmesi gibi...
-Ne zamandan beri Billy Bob Thornton hayranısınız? Onda inanılmaz ne var?
90larda onu Sling Blade filminde gördüğümden beri Billy Bob’un hayranıyım. Bence o tam bir bukalemun. Tam bir karakter oyuncusu. Çok uç karakterleri başarıyla portreliyor.
Sling Slade filmini defalarca seyrettim. Hala oradaki Karm Childers’in Billy Bob olduğuna inanamıyorum. Doğru dürüst makyajı da yok ama rol için resmen büyük bir dönüşüm geçirmiş. Bu dönüşümünü inanılmaz buluyorum. Bütün rolleri için geçerli bu. Çok farklı karakterlere kelimenin tam anlamıyla bürünüyor. Simple Plan’de Bad Santa’da hepsinde...
Her birinde muhteşem performanslar sergiliyor. Dezavantajlı roller, karakterler bunlar ama her biriyle bir şekilde iletişim kurabiliyor.
-Hayran-ünlü ilişkisinde kendinizi onların yerine koyduğunuzda ne görüyorsunuz?
Sanki onlar insan değil. Biz onlara böyle yüce öte yandan son derece absürd bir makamı yakıştırıyoruz. Ve düşünsenize bizim gibi insan olan onları büyük bir yalnızlığa doğru itiyoruz. Bu talihsiz bir şey. Hiyerarşik bir biçim yüzünden düşülen bir yalnızlık. İşim aslında bunu da biraz sorguluyor. Bence Billy Bob inanılmaz bir insanoğlu değil. Gayet sıradan bir isim. Onun bu sıradanlığı onu özel ve çekici kılıyor. Tipik Hollywood yıldızlarından değil. Tamamen yetenekleri üzerinden başarılı ve ünlü olmuş bir isim.
-'Me and Billy Bob filminde oynamak nasıl bir deneyimdi?
Daha önce oyunculuk deneyimim olmamıştı. Ama çok eğlenceli ve doğal gelişti.
Kendi kendimi küçük bir odada çekmeye başladım. Çok ilginç bir deneyimdi. Bir anlamda ben de yıldız oldum. Hollywood ikonuyla bir galeride gösterilmek... Tam da bu demek değil mi? Plastik sanatlarla uğraşan sanatçılar Hollywood aktörleri gibi ünlü olmuyorlar. Eğer tabi iki ünlülerle birlikte değillerse... (Matthew Barney’nin Björk’le evli olması gibi...) Ve sanat starlarının fanları olmuyor...
-Bildiğim kadarıyla Billy Bob’la henüz bu proje dolayısıyla tanışmadınız.. Ya tanışırsanız?
Dürüst olmak gerekirse ben hala karşılaşmadığımıza şaşırıyorum. Biri benim hakkımda sanat yapıyor olsaydı. Ben bir yolunu bulup bu sanatçıyla tanışırdım. Bu proje kesinlikle matrak bir proje, bu şakaya benimle birlikte gülmesini isterdim doğrusu. Belki de böyle bir projeden haberi olmadığı için benimle irtibata geçmemiştir. Belki bunu benim kadar komik bulmamıştır. Belki de bu en kötü benim onu takip eden bir sapık olduğumu düşünüyordur. Yaptığım filmin DVD kopyası belli bir sayıda üretildi. Bir tanesini Billy Bob, belki bir gün gelir, diyerek saklıyorum. Eğer kabul ederse bu kopyayı bir sanat yapıtı olarak hediye etmek istiyorum. Ne olursa olsa, bir gün gelirse, bana projenin bir başka bölümü için ilham verecektir. Bundan eminim. Zaten şimdiden aklımda beraber yapabileceğimiz projeler var. New York’ta 2003 yılında konserine gittim. Grubuyla turnedeydi. Turne otobüsünü Atlantic City’ye kadar takip ettim. Ama daha fazla gidemedim. Bu takip, doğrusunu söylemek gerekirse, projeden çok benim patetik groupie fantazilerimle ilgiliydi.
-Siz ve Billy Bob bu böyle nereye kadar sürecek?
İnanın, ben de projenin nasıl ve ne zaman biteceğini bilmiyorum. Şimdiden 3 yıl oldu. Başladığımda bu kadar uzun süreceğini de bilmiyordum. Fan kitlesi tarafından projenin sahiplenileceğini de... Bir anlamda Billy Bob’la ilgili popüler bir mitoloji yaratıyorum. Üç yıldır bunu yapıyorum. Angelina, Billy Bob dövmesini sildirdiğinde ben de bileğime onun ismini yazdığım bir video film çektim. İsmi bir yazıp bir çıkarıyordum. Sonra geçici dövmeler yaptım. Screen Kiss’i onu kıskandırmak için yaptım mesela... Daha genç, ünlü başka aktörlerle öpüşüyorum bu videoda sırf o kıskansın diye. Şimdilerde bir country şarkısı üzerinde çalışıyorum. Billy Bob için. Daha önce hiç şarkı yazmamıştım. Haftaya bir aşk sahnesi daha çekiyorum.
-Sırada kim var?
Johnny Depp’le daha çok çalışmak istiyorum. Screen Kiss videomda en sevdiğim bölümler onunla olanlar. O da bir diğer karakter oyuncusu. Ama Billy Bob’un yerini kimse tutamaz...
.
51. Venedik Bienali(Haziran 2005)
Joan Jett’den sanat tecrübesi
51. Venedik Bienali’nin iki büyük sergisinden diğeri Giardini’de. Küratör Maria de Corral, bienalin Joan Jett’i. Müziğiyle bizi bienalin bu diğer büyük sergisinde peşinden sürüklüyor ve terletiyor. Maria de Corral’ın sergisinde Marlene Dumas’nın portreleri, Bruce Nauman’ın ya da Stan Douglas’ın videoları, Jenny Holzer’ın elektronik art language’larıyla kendimizden geçiyoruz. Çünkü Corral, seçtiği sanatçıların geçmişlerini ve geleceklerini unutturmayı başarmış. Her birini sanat tarihine rağmen, kaynayan bir yaz reçeli tenceresinin üzerindeki birbirinden habersiz ve birbirlerinden asimetrik patlayan şeker köpükleri gibi sergisine yerleştirmeyi becermiş. Ki bunu devrimci 50. Venedik Bienali’nde Delays and Revolutions sergisinin küratörleri Francescco Bonami ve Daniel Birnbaum bile başaramamıştı. Corral, sanatı, “herhangi bir dogmatik düşünceyi reddeden özgürlük ve direniş biçimi” olarak tarifliyor. Ona göre soyut resim sanatı, “gerçeğe tekabül eden ama görünmeyen bir sessizlik alanı”. Sergiye “sanat tecrübesi” adını verirken tıpkı sanatçılar gibi izleyicinin de gündelik hayata ilişkin temalar peşinde koşturmasını istemiş. Bugünün kaybı, ele geçirilmeyen geçmiş olarak tanımladığı nostalji temasını da sergisine dahil ederek sanatçıların farklı araçlarla kendilerini ifade ederken izleyicinin bu araçlar üzerinden geçmişi ve geleceği olmayan bir yolculuk içinde tıpkı Martinez’in sergisindeki Runa İslam’ın videosunun ismi gibi –be the first to see what you see as you see it- görür görmez gördüğünü ilk gören ol- bir deneyim yaşaması için gereken ortamı sağlamış.
Corral’ın rock albümünün hitini Marlene Dumas oluşturuyor. Dumas, geçtiğimiz 50. Venedik Bienali’nde bienal dışında Accademia tarafında küçük bir galeride sergi açmış ve tüm Dumasseverler soluğu bienalin dışında orada almıştı. Şimdi Dumas’yı Venedik Bienali’nin kalbinde görmek, hele Francis Baconların ve Philip Guston’ların arasında görmek serginin ismini eyleme dönüştürüyor. Sergi, sanat tarihine girmiş Bacon, Nauman, Tapies gibi geçmişteki farklı modernlikleri, Holzer, Whiteread, Wallinger, Thomas Ruff gibi son modernlerle bir arada sunarak size yeni okumalar yapmak için fırsatlar tanıyor.
Plastik sanatlar dünyasının genç star isimleri Mark Wallinger ya da Jenny Holzer ya da Thomas Ruff’un yakaladığı “gelip geçici olana iliştirilmiş sonsuzluk an”larına Francis Bacon, Antoni Tapies ya da Philip Guston’un pentürden yaptığı katkılar inanılmaz.
Marlene Dumas’nın sözleriyle bu sergiyi özetlersek...
“Benim işim ne anlama geliyor bilmek istiyor musunuz?
Aşık olmak. Kahkaha atmak. Babanın mezarını ziyaret etmek.
Eve gitmek.
Rengi değiştir
Tarihi değiştir
İsmi değiştir
İşi değiştir “
Sanatı deneyimlemek, sanatı tecrübe etmek, bunların hepsi...
Kutu
Berksoy, Bourgeois ve Beckett
51. Venedik Bienali’ndeki Rosa Martinez’in küratörlüğünü yaptığı “her zaman biraz önde” sergisine Türkiye’den iki sanatçı katılıyor. Biri çarşaf ve pentür resimleriyle Semiha Berksoy diğeri Bülent Şangar. Sergideki diğer B’ler Samuel Beckett’le başlıyor, Berksoy ve Louise Bourgeois’yla devam ediyor. Berksoy’dan bir yaş büyük olan Louise Bourgeois’nin sergi salonunun sonunda asılı alüminyum spiral heykellerinin Berksoy’un çarşaf resimleriyle aynı sergide olmasının yol açtığı ilişki gerçekten enerjilerden yola çıkan iki aykırı dişi ruhun bir arada nasıl soluk alıp verebileceğini görmek açısından ilginç. Semiha Berksoy, uluslararası bu büyük serginin içinde dört başı mamur, dişi ve modern olarak yerini alıyor. Onunla birlikte adeta diğer depolarda bile resimleri bulunmayan, resimlerinin çoğu kayıp, nasıl öldüklerine ilişkin esrar perdesinin aralanmadığı diğer dişi ve modernlerimiz Mihri Müşfik ve Hale Asaf’ın ruhları şad oluyor. Rosa Martinez, küratörlüğünü yaptığı 5. İstanbul Bienali’nde de
Semiha Berksoy’un resimlerine yer vermişti. Zeliha Berksoy, annesinin ölümünün ardından Semiha”nın son Venedik Bienali çıkartmasını anlatıyor:
-Ölümünün kısa bir zaman sonra Semiha’yla birlikte 51. Venedik Bienal’nde yer almak size nasıl geldi?
15 Ağustos’da annemi kaybettim. Rosa geldi, Zeliha ben Venedik Bienali’ne Semiha’yı çok istiyorum, dedi. Öldüğünü bilmiyordu. Öğrendikten sonra da geldi, görüştük ve çok üzgündü. Bütün resimleri kendisi seçti. Daha önce de 5. İstanbul Bienali’ne Semiha Berksoy’la katılmıştı. 26 eser seçti. Yağlıboyalar ve çarşaf resimler... Semiha’nın bu resimleri, Venedik Bienali’nin 2 kilometrelik en büyük salonu Cordiere’de sergileniyor şu anda. Bu sergiye 40 sanatçı resmi olarak davetli. Bunlardan bir Semiha Berksoy ve diğeri de Bülent Şangar.
-Rosa Martinez’in genel olarak sergisini nasıl buldunuz? Girlpower’ı siz de hissettiniz mi?
Hissetmez miyim? Hem de başında... Gerilla kızlarla bunu zaten hissetmemek ve bundan memnun olmamak imkansız. Muhteşem bir sergi bu. Usta iki küratör. Ve sonuç gerçekten olağanüstü. Gerilla kızların peşinden Semiha geliyor zaten... Zaten o da bir gerilla kızdı. Çok cesur tüm işler... Hepsinde de Semiha’nın resimlerindeki felsefeden, o kararlılık, hakkını arama, doğrunun ve iyinin ve adaletlinin yanında olman var. Bu sergi tıpkı Semiha gibi doğrunun dışında bir şey söylemiyor.
-Conceptle Semiha Berksoy’un işlerinin ilişkisini nasıl buldunuz?
Demin dediğim gibi biraz önde olanların sergisi bu. Cesur olanların, hep bir adım önde olanların... Semiha Berksoy da hep bir adım önde değil miydi? Aşkı uğruna ödediği bedeli kimse ödemedi. Nazım’a olan aşkının ona ödettirdiği bedelden bahsediyorum. Ki ayrı bir konudur. Semiha Berksoy, 90 yaşında New York’a gitti. Trussardi onunla defilesini açtı. Rahmetli Harald Szeemann onu elleriyle Bal ve Kan sergisine götürdü. Semiha Berksoy her şeye rağmen umuttan vazgeçmemiştir. Umudunu yitirmemiş, resimlerindeki karakterleri gibi elleri kesik, tüm vücudu zincire bile vurulmuş olsa dahi tırmanmaya devam etmiştir. Bugün da buradadır. Venedik Bienali’nin kalbinde. Çağdaşı Samuel Beckett ve Louise Bourgeois’yla birlikte...
-Siz iyi misiniz?
Ben bir anlamda bir sanatçı olarak onun kızı olmaktan çok sorumluluklarımın bilincindeyim. Kendi sanatçı ahlakım gereği onun resimlerinin asılı olduğu bu büyük alanı bir dergah gibi algılıyorum. Bu dergahın bir anlamda bekçiliğini yapıyorum. Gelen ziyaretçileri Semiha Berksoy kimdi, neden bu resimleri yaptı, bu resimlerde neler anlattı, kimleri çizdi, birer birer anlatıyorum. Zaten tütsüsü de burada. Tütsüsünü de yakıyorum. Buhurdanı da burada. Annemi özlüyorum. Sanatçı Semiha’yı da özlüyorum.
51. Venedik Bienali’nin iki büyük sergisinden diğeri Giardini’de. Küratör Maria de Corral, bienalin Joan Jett’i. Müziğiyle bizi bienalin bu diğer büyük sergisinde peşinden sürüklüyor ve terletiyor. Maria de Corral’ın sergisinde Marlene Dumas’nın portreleri, Bruce Nauman’ın ya da Stan Douglas’ın videoları, Jenny Holzer’ın elektronik art language’larıyla kendimizden geçiyoruz. Çünkü Corral, seçtiği sanatçıların geçmişlerini ve geleceklerini unutturmayı başarmış. Her birini sanat tarihine rağmen, kaynayan bir yaz reçeli tenceresinin üzerindeki birbirinden habersiz ve birbirlerinden asimetrik patlayan şeker köpükleri gibi sergisine yerleştirmeyi becermiş. Ki bunu devrimci 50. Venedik Bienali’nde Delays and Revolutions sergisinin küratörleri Francescco Bonami ve Daniel Birnbaum bile başaramamıştı. Corral, sanatı, “herhangi bir dogmatik düşünceyi reddeden özgürlük ve direniş biçimi” olarak tarifliyor. Ona göre soyut resim sanatı, “gerçeğe tekabül eden ama görünmeyen bir sessizlik alanı”. Sergiye “sanat tecrübesi” adını verirken tıpkı sanatçılar gibi izleyicinin de gündelik hayata ilişkin temalar peşinde koşturmasını istemiş. Bugünün kaybı, ele geçirilmeyen geçmiş olarak tanımladığı nostalji temasını da sergisine dahil ederek sanatçıların farklı araçlarla kendilerini ifade ederken izleyicinin bu araçlar üzerinden geçmişi ve geleceği olmayan bir yolculuk içinde tıpkı Martinez’in sergisindeki Runa İslam’ın videosunun ismi gibi –be the first to see what you see as you see it- görür görmez gördüğünü ilk gören ol- bir deneyim yaşaması için gereken ortamı sağlamış.
Corral’ın rock albümünün hitini Marlene Dumas oluşturuyor. Dumas, geçtiğimiz 50. Venedik Bienali’nde bienal dışında Accademia tarafında küçük bir galeride sergi açmış ve tüm Dumasseverler soluğu bienalin dışında orada almıştı. Şimdi Dumas’yı Venedik Bienali’nin kalbinde görmek, hele Francis Baconların ve Philip Guston’ların arasında görmek serginin ismini eyleme dönüştürüyor. Sergi, sanat tarihine girmiş Bacon, Nauman, Tapies gibi geçmişteki farklı modernlikleri, Holzer, Whiteread, Wallinger, Thomas Ruff gibi son modernlerle bir arada sunarak size yeni okumalar yapmak için fırsatlar tanıyor.
Plastik sanatlar dünyasının genç star isimleri Mark Wallinger ya da Jenny Holzer ya da Thomas Ruff’un yakaladığı “gelip geçici olana iliştirilmiş sonsuzluk an”larına Francis Bacon, Antoni Tapies ya da Philip Guston’un pentürden yaptığı katkılar inanılmaz.
Marlene Dumas’nın sözleriyle bu sergiyi özetlersek...
“Benim işim ne anlama geliyor bilmek istiyor musunuz?
Aşık olmak. Kahkaha atmak. Babanın mezarını ziyaret etmek.
Eve gitmek.
Rengi değiştir
Tarihi değiştir
İsmi değiştir
İşi değiştir “
Sanatı deneyimlemek, sanatı tecrübe etmek, bunların hepsi...
Kutu
Berksoy, Bourgeois ve Beckett
51. Venedik Bienali’ndeki Rosa Martinez’in küratörlüğünü yaptığı “her zaman biraz önde” sergisine Türkiye’den iki sanatçı katılıyor. Biri çarşaf ve pentür resimleriyle Semiha Berksoy diğeri Bülent Şangar. Sergideki diğer B’ler Samuel Beckett’le başlıyor, Berksoy ve Louise Bourgeois’yla devam ediyor. Berksoy’dan bir yaş büyük olan Louise Bourgeois’nin sergi salonunun sonunda asılı alüminyum spiral heykellerinin Berksoy’un çarşaf resimleriyle aynı sergide olmasının yol açtığı ilişki gerçekten enerjilerden yola çıkan iki aykırı dişi ruhun bir arada nasıl soluk alıp verebileceğini görmek açısından ilginç. Semiha Berksoy, uluslararası bu büyük serginin içinde dört başı mamur, dişi ve modern olarak yerini alıyor. Onunla birlikte adeta diğer depolarda bile resimleri bulunmayan, resimlerinin çoğu kayıp, nasıl öldüklerine ilişkin esrar perdesinin aralanmadığı diğer dişi ve modernlerimiz Mihri Müşfik ve Hale Asaf’ın ruhları şad oluyor. Rosa Martinez, küratörlüğünü yaptığı 5. İstanbul Bienali’nde de
Semiha Berksoy’un resimlerine yer vermişti. Zeliha Berksoy, annesinin ölümünün ardından Semiha”nın son Venedik Bienali çıkartmasını anlatıyor:
-Ölümünün kısa bir zaman sonra Semiha’yla birlikte 51. Venedik Bienal’nde yer almak size nasıl geldi?
15 Ağustos’da annemi kaybettim. Rosa geldi, Zeliha ben Venedik Bienali’ne Semiha’yı çok istiyorum, dedi. Öldüğünü bilmiyordu. Öğrendikten sonra da geldi, görüştük ve çok üzgündü. Bütün resimleri kendisi seçti. Daha önce de 5. İstanbul Bienali’ne Semiha Berksoy’la katılmıştı. 26 eser seçti. Yağlıboyalar ve çarşaf resimler... Semiha’nın bu resimleri, Venedik Bienali’nin 2 kilometrelik en büyük salonu Cordiere’de sergileniyor şu anda. Bu sergiye 40 sanatçı resmi olarak davetli. Bunlardan bir Semiha Berksoy ve diğeri de Bülent Şangar.
-Rosa Martinez’in genel olarak sergisini nasıl buldunuz? Girlpower’ı siz de hissettiniz mi?
Hissetmez miyim? Hem de başında... Gerilla kızlarla bunu zaten hissetmemek ve bundan memnun olmamak imkansız. Muhteşem bir sergi bu. Usta iki küratör. Ve sonuç gerçekten olağanüstü. Gerilla kızların peşinden Semiha geliyor zaten... Zaten o da bir gerilla kızdı. Çok cesur tüm işler... Hepsinde de Semiha’nın resimlerindeki felsefeden, o kararlılık, hakkını arama, doğrunun ve iyinin ve adaletlinin yanında olman var. Bu sergi tıpkı Semiha gibi doğrunun dışında bir şey söylemiyor.
-Conceptle Semiha Berksoy’un işlerinin ilişkisini nasıl buldunuz?
Demin dediğim gibi biraz önde olanların sergisi bu. Cesur olanların, hep bir adım önde olanların... Semiha Berksoy da hep bir adım önde değil miydi? Aşkı uğruna ödediği bedeli kimse ödemedi. Nazım’a olan aşkının ona ödettirdiği bedelden bahsediyorum. Ki ayrı bir konudur. Semiha Berksoy, 90 yaşında New York’a gitti. Trussardi onunla defilesini açtı. Rahmetli Harald Szeemann onu elleriyle Bal ve Kan sergisine götürdü. Semiha Berksoy her şeye rağmen umuttan vazgeçmemiştir. Umudunu yitirmemiş, resimlerindeki karakterleri gibi elleri kesik, tüm vücudu zincire bile vurulmuş olsa dahi tırmanmaya devam etmiştir. Bugün da buradadır. Venedik Bienali’nin kalbinde. Çağdaşı Samuel Beckett ve Louise Bourgeois’yla birlikte...
-Siz iyi misiniz?
Ben bir anlamda bir sanatçı olarak onun kızı olmaktan çok sorumluluklarımın bilincindeyim. Kendi sanatçı ahlakım gereği onun resimlerinin asılı olduğu bu büyük alanı bir dergah gibi algılıyorum. Bu dergahın bir anlamda bekçiliğini yapıyorum. Gelen ziyaretçileri Semiha Berksoy kimdi, neden bu resimleri yaptı, bu resimlerde neler anlattı, kimleri çizdi, birer birer anlatıyorum. Zaten tütsüsü de burada. Tütsüsünü de yakıyorum. Buhurdanı da burada. Annemi özlüyorum. Sanatçı Semiha’yı da özlüyorum.
Taner Ceylan'la söyleşi ve Taner Ceylar resmi üzerine(Ocak 2006)
“de-compoze” bir roman sergi
Ayşegül Sönmez
“Sanatın dili bir...” diyor Taner Ceylan... Resimden ve fotoğraftan beklentilerini anlatıyor. Son sergisinin aksine bu kez günce gibi hayatını anlattığı küçük boyuttaki tuvallerinde kahramanlarını bu kez açık havada “de-compoze” ediyor. Ayrıca serginin, Mahmut Cuda resmiyle meselesi, Cuda resmiyle barışma onu çözme gibi dertleri var.
-Uzun zamandır mı Mahmut Cuda’yla ilgileniyorsun yoksa yeni yeni mi keşfettin?
Yok... Mahmut Cuda’yı ben akademi birinci sınıfta keşfettim. Ve ilk hocama söyledim. Hayattaydı o sıralar. Çok ilgimi çekmişti. Hocam beni geçiştirmişti.
-Akademizmin modernizm tarifine uymuyor çünkü Cuda’nın duruşu... Cuda, o anlamda ilerlemeyi red ediyor, “Süleyman Seyyit gibi” resim yapmayı dert ediyor bilakis...
Hiper- realist etkiyi özel bir teknikle veriyor. Bütün resimlerinde müthiş bir atmosfer var. Çiçeklerinde bir buğu var. Tuhaf bir buğu bu. Üzerine cila mı sürmüş diye bakıyorum yok. Çözmeye çalışıyorum. Gidiyorum bakıyorum resimlerine, kitaplara bakıyorum...
-Bir de tabii bu sergide Mahmut Cuda’nın yanı sıra Gerhard Richter’le bir hesaplaşman daha doğrusu bir buluşman mı oldu?
Adamın yelpazesinin genişliği çok önemli. En soyut halden en gerçekçi hale çekinmeden geçişi... Bu bir sanatçı için bir ressam için çok zor bir durum. Bir ressamın kendisini ikna etmesi zor. Gerçekçi bir resim yapıyorsun tamam onun yanında hadi soyut bir şey yapayım, ne kadar samimiyetle yapıyorsun, bırak karşındakini ikna etmek, asıl mesele bu... Öyle bir yelpazeyle kendini dünyaya kanıtlamak işte onu başarmış önemli bir adam.
-Ama onun bu tavrında, samimiyetle bir resim yapmaktan çok resmin ne olduğuna, nereden geldiğine yani resmin retoriğine ilişkin sorgulamalar bulunmuyor mu?
B bana şöyle geliyor biraz... Elide bir güaç var. İstediğim her şeyi görünür kılabilirim. Bu çok kontrolsüz bir duruma da gidebilir. Bunu ne kadar kontrolsüz bir noktaya götürebilirsin. Mesele özetle bu... Hakikaten her şeyi görünebilir yapabilirim yüzey üzerinde. Bu noktada neyi, ne kadar göstereceğim durumunda sergimin tümünü ya da resimlerimin tümünü bir romana bir hikayeye çeviriyor. A’dan Z’ye kadar tüm sergi, bir kurgu halini alıyor. Bir nokta şunu dengeliyor, bir nokta bunu dengeliyor filan... Patavatsız da işe girişebilirsin ama...
Gerçekçi resim yapan ya da yapmayan sergilere gidiyoruz ne bir kurgu var, ne bir bağlantı var. Oradan oraya oradan oraya... Çok ciddi bir şey...
Hayatımda resim yüzde elli ise yüzde elli de mistik törenlerim, ibaretlerim, inancım. Tanrı diyelim Tanrı’yla birlikteyken tüm insanlıkla olan ortak kavramlar üzerine gidiyorsun. Hissettiğim duygular ortaya çıkıyor. Güzellik, aşk, nefretinle savaşıyorsun.Ortak durumlar ortaya çıkıyor. Bunları da tuvale aktarmaya çok dikkat ediyorum. Yaptığım çiçek resmi. Bütün izleyicilerin kontak kurabileceği bir dil aslında bu çiçek. Sıradan izleyici için o çiçek resmi, bir güzellik noktası. Güzel bir şeyler hissedecek. Sert diğer resimlerle arasında bir tampon resim o resim...
Öyle ortak noktalar da oluşturmaya çalışıyorum. Resimlerim bir çok kişiye çok sert geldi. Amacım o olmadığı halde kendi yaşamım çok yumuşak, naif ve güzel ama bu güzelliği, naifliği gösterdiğim durumda bir bakıyorum ki o insanlara bir savaş alanı olarak geliyor. Resimlerim duvara asılıyken oturup seyrettim açılışta. 20 metre arkadan... Orada mesela çok ünlü gazeteciler, köşe yazarları, resimlerimi geçin geçin sapık sapık diye atladılar. O kadar hayal kırıklığına uğradım ki... O kadar saf ve masum yapılmış olmarına rağmen o etkiyi insanlar üzerinde yapmıyorlar. Hayır ben bu değilim. Ben bu tepki verdiğiniz adam değilimi. Ben gerçekten Tanrı’nın, güzelliğin ifadesine, ışık ve suya inanıyorum. Saf, masum güzel... Her şeyi kaplayan ve kapsayan... Hepimizi birleştiren noktaların peşindeyim. Bir önceki sergimde de güzellik çok önemliydi. Güzel vücutlar, güzel mekanlar... Şimdiyse daha da ortak ne var? Tüm resimlerimi ışık ve su kavramları içinde eritmeye çalıştım bu sefer.
-De-compoze niye dedin peki o zaman? Sanki hikayeci tarafınla da ironi yapıyor mu başlık?
Mesela bir önceki sergide en yakın dostlarımdan gelen eleştiri, ressam arkadaşlardan, özel hayatını insan bu kadar deşifre eder mi, olmuştu. Bir önceki sergimde, birçok şey, kurguydu. Dergi estetiğini ele almıştım. Billboardlardaki estetiği kendi hayatıma göre sorgulumak, anlamak bunların genrçek hayatta nasıldır meselesine odaklamıştım.
-Kurgu üzerinden empati yaptın...
Aynen öyle. Oradaki eleştiri de bana faturası kesildi. Bu sefer de tam tersi, deşifre neymiş, görün gibi... O anlamda kendimi parçaladım. Bütün hayatımı didik didik günce gibi hayatımda ne varsa resme aktardım. O yüzden de-compoze, bir önceki kompozisyonu de-compose, kendi hayatımı de-compose...
-Ama yine o dergi estetiği hatta billboard estetiği bu resimlerde de var. Güzel vücutlar, harika karınlar, harika bir deniz, beyaz kirlenmemiş çoraplar... Bir idealleştirme yüzgecinden geçmiş bu resimler yine... Öyle değil mi?
Güzelleştirme diyelim... İnan bana, gördüğün hepsi gerçek öyle bir durum var...
-Bu güzelleştirme operasyonunda önce fotoğraf kullanıyorsun. Önce bu kişilerin ya da durumların fotoğraflarını çekiyorsun ardından bu fotoğraflara bakarak resim yapıyorsun. İki araçtan da beklentin nedir? Fotoğraftan beklentin nedir?
Fotoğraftan beklentim çok teknik bir mesele... Bir kişiye bugün artık 4 saat boyunca modellik edebilir misin? Diye... Ayrıca kişinin bir gün değil, bir hafta boyunca modellik etmesi gerekiyor. Nasıl rica edeyim ki? Artık öyle eski günlerde yaşamıyoruz. Koşullar çok değişti. O anlamda fotoğraf benim anı dondurmam için bir araç. Yani pekala o terasa çıkıp her gün orada resmimi yaparım. Ama zaman yok. Fotoğraf gibi bir kolaylık var. Mesela fotoğrafın hatalarını tuvale aktarmak gibi bir handikap var. Fotoğraf deformasyonlar getiriyor. Verdiği ışık bazen çok fotografik oluyor. Bunları hep resimsele dönüştürmeye çalışıyorum. B uda zor bir şey...
-Fotoğraf aracılığıyla yaptığın resimden beklentin nedir peki?
Gerhard Richter, resimleştirmeden yapıyor. Siyah beyaz fotoğrafı, siyah /beyaz yapıyor. Acemice boyanmış da diyebiliyorsun. Fotoğraftan yapıldığı bilinsin isteniyor gibi bir durum var onda...
Fotoğraf bana eksik geliyor. Derinlik meselesi. Bakarak gerçekçi resim yapmak çok zor bir şey. Biliyorum ki Mahmut Cuda bunu yapmış. Cansız nesnelerle yapıyordu bunu. Bunu beceriyordu. Benim yaptığım resimlerde alanlar çok büyük. Durumlar, detaylar çok büyük. Bunu toparlamak çok zor. Eğer birebir yaparsan da beceremeyebilirsin. Fantastik bir noktaya varır iş. Fotoğraf beni dizginliyor, kadrajımı sabitliyor. Resimden beklentim, alabildiğince gerçekliği versin, güzelliğin gerçekliğini, benim gerçekliğimi versin. Hem görünen hem de mana gerçekliği olsun. Şunu çok arzuluyorum. Her şeyin bir enerjisi var. İlk Leonordo’yu gördüğüm zaman Leonordo olduğunu bilmiyordum. O kadar titremeye başladı ki vücudum... Bazı resimlerde bunu hissediyorsun. Her şeyin kendi enerjisi var. Mümkün olduğunca en büyük enerjiyi taşıyan çalışmalar yapmak istiyorum. Görüntüsünün güçlü olmasını istiyorum.
Yapma eylemi büyük bir deneyim benim için. O yapma deneyiminden sonra zaten resmim ne nereye giderse gitsin, resmi tuvale yapıyorsun ama asıl yaptığın yer ruhumun üzerini kazıyorum ben o görüntüyü. Yaptıktan sonra kime gitmiş, kim almış, hiç önemli değil her dem burada beynimde yaşıyor.
Yanılsama olarak bakmıyorum. Kendi dünyası kendi atmosferi olsun resmin. Her iki an arasında sonsuz anlara gebe bir an o.. İki hareket arası bir şey. Bütün her şeye gebe iki hareket arasındaki durum. Onu sen istediğin yere götür.
Hakikati sırlamak... Moda çekimi gibi kullanırım dediği şey aslında hakikatin gizlendiği bir an. Hakikati birebir verdiğinde saklamak gerektiğini değil, neyi saklıyorum, spor hocamı otururken fotoğrafını çektim, adamla sonsuz varyasyonda durumlar yaratır ve üretirsin. Çorabını çıkarıyor mu giyiyor mu, gelmiş mi gidiyor mu... Birilket omacak mı olmayacak mı
Fazla beyaz ama o çocuğun çorapları yaşıyşor, hayattan değilmiş gibi...
Taner Ceylan’ın foto-erotizmi
Taner Ceylan’ın De-compoze başlıklı sergisi, sanatçının çektiği fotoğraflardan ürettiği bir seri tuval resminden oluşuyor. Ceylan, bir kez daha resimden yana tavrını ortaya koymakta sakınca görmüyor.
Ayşegül Sönmez
Moda deyişle bir sanatçının alt kimliği eşcinsel, üst kimliği ise ressam olabilir mi? Yoksa tam tersi mi söz konusudur? Taner Ceylan’ın resmini değerlendirmek Ceylan’ın cinsel kimliğine göre resmini değerlendirmekten daha geçerli gibi geliyor. Ceylan’ın son sergisinde bir seri, günce gibi tasarlanmış resimle karşı karşıyayız. Bu resimler, sanatçının özel hayatına dair kişilere, kendine göre dondurduğu ve aktarmayı seçtiği anlara ilişkin resimler. Büyük bir ışığın altında aydınlanan bu resimler, ressamın ışık aracılığıyla görünür kılmaya çalıştığı gerçeğin ne olabileceğine dair izleyiciyi düşündürüyor. Her şeyden önce adeta moda dergilerinden Ceylan’ın küçük tuvallerine beyaz kirlenmemiş çoraplarıyla, yüzücü güçlü kaslarıyla konan bu bedenleri yıkayan bu ışığın kaynağının ne olduğu üzerine düşündürüyor.
Büyük bir tuzak da pusuda yine izleyiciyi bekliyor.
Bu ışık kaynağı, fotoğraftan resim yapan Ceylan’ın fotoğrafın temsil gücüne ilişkin bir sorgulamasını mı yansıtıyor? Yoksa fotoğraftan resim yapan Ceylan’ın kendi ışığını kendi belirlediği oranda kendini ressam hissederek ürettiği bir seri tuvali mi?
Taner Ceylan’ın bugüne kadar ürettiği erkek çıplaklığı üzerine resimleri eşcinsel bir ressam olduğunu ilan etmekten çok ressamca bir tavrın bayraktarlığını üstlendiğini gösteriyor.
Sanat tarihçi Antmen tarafından eşcinsellik adına yeterince cesur bulunmayan resimler, aslında Ceylan’ın eşcinsel bir resmin değil, resmin peşinde olduğunu göstermiyor mu? Ceylan’ın moda dergilerindeki ideal vücutları andıran bedenleri, moda çekimlerindeki burjuja mekanları andıran mekanları, popüler eşcinsel estetiğine hizmetten çok resmin kendi retoriğine ilişkin bir dizi seçimi de beraberinde taşımıyor mu?
Çünkü Ceylan’ın çıplakları, her ne kadar çıplak ve kusursuz olsalar da, imge ile göz arasında açılan bir derinliğe hizmet ediyorlar. Gözü, fotoğraf olsa büyük bir afiyetle doyuracak imgeler, küçük tuvallerde resim olarak yerlerini aldıklarında ve ressam tarafından belirlenen ışıkla aydınlatıldıklarında reklam sahnelerindeki stratejileri uygulamaktan çok resmin kendi gerçeğine bulanıp bu gerçeği bulandırıyorlar.
Fotoğraftan resim yapan Ceylan, derinliği ve gölgeyi, imgesine, imgesinin fotoğrafta göründüğü gibi yerleştirmeyerek, kendi gölgesini ve derinliğini resme yerleştirdiği oranda otobiyografik imgesinin/hikayesinin üzerini kapatıyor. Böylelikle Ceylan’ın çıplak bedenleri, giyinik bir hal alıyor. Derinliği ve gölgeyi, imge mekanına yerleştirirken görülebilir bir çıplaklığın, onunla özdeşliğin izini ve daha fazlasını sürmeyi bu yüzden fazlasıyla başarıyor.
Taner Ceylan’ın, ressamın görünür kıldığı çıplaklık, ulaşılmaz/imkansız bir çıplaklık. Dolayısıyla bizi, ressamın özel hayatına ilişkin röntgenci durumuna sokmaktan çok özel hayatın dokunulmazlığına ve seçiminin kendi özgür iradesine ilişkin mesafeyi ortaya koyuyor. Öte yandan aşkın bir ana işaret ediyorlar. Ceylan’ın imgeleri böylelikle çifte varoluyorlar. Dolayısıyla aslında Taner Ceylan’ın resimleri, pornografik ve tipik değil. Gözle bakışı özdeşleştirmeyen bir bakışım alanı yaratıyorlar. Dijital, fotografik görsel imge bombardımanı altında kaldığımız, dergilerden fırlayan gerçekçi ideal bedenlerin altında ezildiğimiz şu zamanlarda, ressamın tavrı, bu estetik üzerinden kendini ve seçimini perdelemekten geçiyor. Kendini, kimliğini, özgürlüğünü, anını, moda dergilerindeki görüntüleri andıran bir görsellikle perdelediği anda göze getiren, göze getirdiği anda perdeleyen bir estetik bu. Her ne kadar Ceylan, Türk resminde Mahmut Cuda resmini çözme, bu resmin devamını getirme gibi bir misyonu üstlendiğini söylese de, Ceylan’ın resimleri bu anlamda Darüşşafakalı Ressamları akla getiriyor. Adnan Çoker ve Turan Erol tarafından fotoğraftan çalıştıkları ortaya çıkarılan Darüşşafakılı ressamları. Turan Erol’un deyişiyle onların resimlerinde “her şey sonsuza değin aynı ışık kaynağından aynı derece payını alır. Bu dünyada ne sonbahar olur, ne kış. Her şey orada dolaylı bir ilkbahar ışığı içinde sonsuza değin uykuya dalmış görünür.” İşte Ceylan’ın da güncesi, özel hayatı, cinsel kimliği, bu ışık kaynağının altında gözlerimizi kamaştırıyor. Gözlerimizi doyurmuyor aksine iyi görmemizi engelliyor.
Ayşegül Sönmez
“Sanatın dili bir...” diyor Taner Ceylan... Resimden ve fotoğraftan beklentilerini anlatıyor. Son sergisinin aksine bu kez günce gibi hayatını anlattığı küçük boyuttaki tuvallerinde kahramanlarını bu kez açık havada “de-compoze” ediyor. Ayrıca serginin, Mahmut Cuda resmiyle meselesi, Cuda resmiyle barışma onu çözme gibi dertleri var.
-Uzun zamandır mı Mahmut Cuda’yla ilgileniyorsun yoksa yeni yeni mi keşfettin?
Yok... Mahmut Cuda’yı ben akademi birinci sınıfta keşfettim. Ve ilk hocama söyledim. Hayattaydı o sıralar. Çok ilgimi çekmişti. Hocam beni geçiştirmişti.
-Akademizmin modernizm tarifine uymuyor çünkü Cuda’nın duruşu... Cuda, o anlamda ilerlemeyi red ediyor, “Süleyman Seyyit gibi” resim yapmayı dert ediyor bilakis...
Hiper- realist etkiyi özel bir teknikle veriyor. Bütün resimlerinde müthiş bir atmosfer var. Çiçeklerinde bir buğu var. Tuhaf bir buğu bu. Üzerine cila mı sürmüş diye bakıyorum yok. Çözmeye çalışıyorum. Gidiyorum bakıyorum resimlerine, kitaplara bakıyorum...
-Bir de tabii bu sergide Mahmut Cuda’nın yanı sıra Gerhard Richter’le bir hesaplaşman daha doğrusu bir buluşman mı oldu?
Adamın yelpazesinin genişliği çok önemli. En soyut halden en gerçekçi hale çekinmeden geçişi... Bu bir sanatçı için bir ressam için çok zor bir durum. Bir ressamın kendisini ikna etmesi zor. Gerçekçi bir resim yapıyorsun tamam onun yanında hadi soyut bir şey yapayım, ne kadar samimiyetle yapıyorsun, bırak karşındakini ikna etmek, asıl mesele bu... Öyle bir yelpazeyle kendini dünyaya kanıtlamak işte onu başarmış önemli bir adam.
-Ama onun bu tavrında, samimiyetle bir resim yapmaktan çok resmin ne olduğuna, nereden geldiğine yani resmin retoriğine ilişkin sorgulamalar bulunmuyor mu?
B bana şöyle geliyor biraz... Elide bir güaç var. İstediğim her şeyi görünür kılabilirim. Bu çok kontrolsüz bir duruma da gidebilir. Bunu ne kadar kontrolsüz bir noktaya götürebilirsin. Mesele özetle bu... Hakikaten her şeyi görünebilir yapabilirim yüzey üzerinde. Bu noktada neyi, ne kadar göstereceğim durumunda sergimin tümünü ya da resimlerimin tümünü bir romana bir hikayeye çeviriyor. A’dan Z’ye kadar tüm sergi, bir kurgu halini alıyor. Bir nokta şunu dengeliyor, bir nokta bunu dengeliyor filan... Patavatsız da işe girişebilirsin ama...
Gerçekçi resim yapan ya da yapmayan sergilere gidiyoruz ne bir kurgu var, ne bir bağlantı var. Oradan oraya oradan oraya... Çok ciddi bir şey...
Hayatımda resim yüzde elli ise yüzde elli de mistik törenlerim, ibaretlerim, inancım. Tanrı diyelim Tanrı’yla birlikteyken tüm insanlıkla olan ortak kavramlar üzerine gidiyorsun. Hissettiğim duygular ortaya çıkıyor. Güzellik, aşk, nefretinle savaşıyorsun.Ortak durumlar ortaya çıkıyor. Bunları da tuvale aktarmaya çok dikkat ediyorum. Yaptığım çiçek resmi. Bütün izleyicilerin kontak kurabileceği bir dil aslında bu çiçek. Sıradan izleyici için o çiçek resmi, bir güzellik noktası. Güzel bir şeyler hissedecek. Sert diğer resimlerle arasında bir tampon resim o resim...
Öyle ortak noktalar da oluşturmaya çalışıyorum. Resimlerim bir çok kişiye çok sert geldi. Amacım o olmadığı halde kendi yaşamım çok yumuşak, naif ve güzel ama bu güzelliği, naifliği gösterdiğim durumda bir bakıyorum ki o insanlara bir savaş alanı olarak geliyor. Resimlerim duvara asılıyken oturup seyrettim açılışta. 20 metre arkadan... Orada mesela çok ünlü gazeteciler, köşe yazarları, resimlerimi geçin geçin sapık sapık diye atladılar. O kadar hayal kırıklığına uğradım ki... O kadar saf ve masum yapılmış olmarına rağmen o etkiyi insanlar üzerinde yapmıyorlar. Hayır ben bu değilim. Ben bu tepki verdiğiniz adam değilimi. Ben gerçekten Tanrı’nın, güzelliğin ifadesine, ışık ve suya inanıyorum. Saf, masum güzel... Her şeyi kaplayan ve kapsayan... Hepimizi birleştiren noktaların peşindeyim. Bir önceki sergimde de güzellik çok önemliydi. Güzel vücutlar, güzel mekanlar... Şimdiyse daha da ortak ne var? Tüm resimlerimi ışık ve su kavramları içinde eritmeye çalıştım bu sefer.
-De-compoze niye dedin peki o zaman? Sanki hikayeci tarafınla da ironi yapıyor mu başlık?
Mesela bir önceki sergide en yakın dostlarımdan gelen eleştiri, ressam arkadaşlardan, özel hayatını insan bu kadar deşifre eder mi, olmuştu. Bir önceki sergimde, birçok şey, kurguydu. Dergi estetiğini ele almıştım. Billboardlardaki estetiği kendi hayatıma göre sorgulumak, anlamak bunların genrçek hayatta nasıldır meselesine odaklamıştım.
-Kurgu üzerinden empati yaptın...
Aynen öyle. Oradaki eleştiri de bana faturası kesildi. Bu sefer de tam tersi, deşifre neymiş, görün gibi... O anlamda kendimi parçaladım. Bütün hayatımı didik didik günce gibi hayatımda ne varsa resme aktardım. O yüzden de-compoze, bir önceki kompozisyonu de-compose, kendi hayatımı de-compose...
-Ama yine o dergi estetiği hatta billboard estetiği bu resimlerde de var. Güzel vücutlar, harika karınlar, harika bir deniz, beyaz kirlenmemiş çoraplar... Bir idealleştirme yüzgecinden geçmiş bu resimler yine... Öyle değil mi?
Güzelleştirme diyelim... İnan bana, gördüğün hepsi gerçek öyle bir durum var...
-Bu güzelleştirme operasyonunda önce fotoğraf kullanıyorsun. Önce bu kişilerin ya da durumların fotoğraflarını çekiyorsun ardından bu fotoğraflara bakarak resim yapıyorsun. İki araçtan da beklentin nedir? Fotoğraftan beklentin nedir?
Fotoğraftan beklentim çok teknik bir mesele... Bir kişiye bugün artık 4 saat boyunca modellik edebilir misin? Diye... Ayrıca kişinin bir gün değil, bir hafta boyunca modellik etmesi gerekiyor. Nasıl rica edeyim ki? Artık öyle eski günlerde yaşamıyoruz. Koşullar çok değişti. O anlamda fotoğraf benim anı dondurmam için bir araç. Yani pekala o terasa çıkıp her gün orada resmimi yaparım. Ama zaman yok. Fotoğraf gibi bir kolaylık var. Mesela fotoğrafın hatalarını tuvale aktarmak gibi bir handikap var. Fotoğraf deformasyonlar getiriyor. Verdiği ışık bazen çok fotografik oluyor. Bunları hep resimsele dönüştürmeye çalışıyorum. B uda zor bir şey...
-Fotoğraf aracılığıyla yaptığın resimden beklentin nedir peki?
Gerhard Richter, resimleştirmeden yapıyor. Siyah beyaz fotoğrafı, siyah /beyaz yapıyor. Acemice boyanmış da diyebiliyorsun. Fotoğraftan yapıldığı bilinsin isteniyor gibi bir durum var onda...
Fotoğraf bana eksik geliyor. Derinlik meselesi. Bakarak gerçekçi resim yapmak çok zor bir şey. Biliyorum ki Mahmut Cuda bunu yapmış. Cansız nesnelerle yapıyordu bunu. Bunu beceriyordu. Benim yaptığım resimlerde alanlar çok büyük. Durumlar, detaylar çok büyük. Bunu toparlamak çok zor. Eğer birebir yaparsan da beceremeyebilirsin. Fantastik bir noktaya varır iş. Fotoğraf beni dizginliyor, kadrajımı sabitliyor. Resimden beklentim, alabildiğince gerçekliği versin, güzelliğin gerçekliğini, benim gerçekliğimi versin. Hem görünen hem de mana gerçekliği olsun. Şunu çok arzuluyorum. Her şeyin bir enerjisi var. İlk Leonordo’yu gördüğüm zaman Leonordo olduğunu bilmiyordum. O kadar titremeye başladı ki vücudum... Bazı resimlerde bunu hissediyorsun. Her şeyin kendi enerjisi var. Mümkün olduğunca en büyük enerjiyi taşıyan çalışmalar yapmak istiyorum. Görüntüsünün güçlü olmasını istiyorum.
Yapma eylemi büyük bir deneyim benim için. O yapma deneyiminden sonra zaten resmim ne nereye giderse gitsin, resmi tuvale yapıyorsun ama asıl yaptığın yer ruhumun üzerini kazıyorum ben o görüntüyü. Yaptıktan sonra kime gitmiş, kim almış, hiç önemli değil her dem burada beynimde yaşıyor.
Yanılsama olarak bakmıyorum. Kendi dünyası kendi atmosferi olsun resmin. Her iki an arasında sonsuz anlara gebe bir an o.. İki hareket arası bir şey. Bütün her şeye gebe iki hareket arasındaki durum. Onu sen istediğin yere götür.
Hakikati sırlamak... Moda çekimi gibi kullanırım dediği şey aslında hakikatin gizlendiği bir an. Hakikati birebir verdiğinde saklamak gerektiğini değil, neyi saklıyorum, spor hocamı otururken fotoğrafını çektim, adamla sonsuz varyasyonda durumlar yaratır ve üretirsin. Çorabını çıkarıyor mu giyiyor mu, gelmiş mi gidiyor mu... Birilket omacak mı olmayacak mı
Fazla beyaz ama o çocuğun çorapları yaşıyşor, hayattan değilmiş gibi...
Taner Ceylan’ın foto-erotizmi
Taner Ceylan’ın De-compoze başlıklı sergisi, sanatçının çektiği fotoğraflardan ürettiği bir seri tuval resminden oluşuyor. Ceylan, bir kez daha resimden yana tavrını ortaya koymakta sakınca görmüyor.
Ayşegül Sönmez
Moda deyişle bir sanatçının alt kimliği eşcinsel, üst kimliği ise ressam olabilir mi? Yoksa tam tersi mi söz konusudur? Taner Ceylan’ın resmini değerlendirmek Ceylan’ın cinsel kimliğine göre resmini değerlendirmekten daha geçerli gibi geliyor. Ceylan’ın son sergisinde bir seri, günce gibi tasarlanmış resimle karşı karşıyayız. Bu resimler, sanatçının özel hayatına dair kişilere, kendine göre dondurduğu ve aktarmayı seçtiği anlara ilişkin resimler. Büyük bir ışığın altında aydınlanan bu resimler, ressamın ışık aracılığıyla görünür kılmaya çalıştığı gerçeğin ne olabileceğine dair izleyiciyi düşündürüyor. Her şeyden önce adeta moda dergilerinden Ceylan’ın küçük tuvallerine beyaz kirlenmemiş çoraplarıyla, yüzücü güçlü kaslarıyla konan bu bedenleri yıkayan bu ışığın kaynağının ne olduğu üzerine düşündürüyor.
Büyük bir tuzak da pusuda yine izleyiciyi bekliyor.
Bu ışık kaynağı, fotoğraftan resim yapan Ceylan’ın fotoğrafın temsil gücüne ilişkin bir sorgulamasını mı yansıtıyor? Yoksa fotoğraftan resim yapan Ceylan’ın kendi ışığını kendi belirlediği oranda kendini ressam hissederek ürettiği bir seri tuvali mi?
Taner Ceylan’ın bugüne kadar ürettiği erkek çıplaklığı üzerine resimleri eşcinsel bir ressam olduğunu ilan etmekten çok ressamca bir tavrın bayraktarlığını üstlendiğini gösteriyor.
Sanat tarihçi Antmen tarafından eşcinsellik adına yeterince cesur bulunmayan resimler, aslında Ceylan’ın eşcinsel bir resmin değil, resmin peşinde olduğunu göstermiyor mu? Ceylan’ın moda dergilerindeki ideal vücutları andıran bedenleri, moda çekimlerindeki burjuja mekanları andıran mekanları, popüler eşcinsel estetiğine hizmetten çok resmin kendi retoriğine ilişkin bir dizi seçimi de beraberinde taşımıyor mu?
Çünkü Ceylan’ın çıplakları, her ne kadar çıplak ve kusursuz olsalar da, imge ile göz arasında açılan bir derinliğe hizmet ediyorlar. Gözü, fotoğraf olsa büyük bir afiyetle doyuracak imgeler, küçük tuvallerde resim olarak yerlerini aldıklarında ve ressam tarafından belirlenen ışıkla aydınlatıldıklarında reklam sahnelerindeki stratejileri uygulamaktan çok resmin kendi gerçeğine bulanıp bu gerçeği bulandırıyorlar.
Fotoğraftan resim yapan Ceylan, derinliği ve gölgeyi, imgesine, imgesinin fotoğrafta göründüğü gibi yerleştirmeyerek, kendi gölgesini ve derinliğini resme yerleştirdiği oranda otobiyografik imgesinin/hikayesinin üzerini kapatıyor. Böylelikle Ceylan’ın çıplak bedenleri, giyinik bir hal alıyor. Derinliği ve gölgeyi, imge mekanına yerleştirirken görülebilir bir çıplaklığın, onunla özdeşliğin izini ve daha fazlasını sürmeyi bu yüzden fazlasıyla başarıyor.
Taner Ceylan’ın, ressamın görünür kıldığı çıplaklık, ulaşılmaz/imkansız bir çıplaklık. Dolayısıyla bizi, ressamın özel hayatına ilişkin röntgenci durumuna sokmaktan çok özel hayatın dokunulmazlığına ve seçiminin kendi özgür iradesine ilişkin mesafeyi ortaya koyuyor. Öte yandan aşkın bir ana işaret ediyorlar. Ceylan’ın imgeleri böylelikle çifte varoluyorlar. Dolayısıyla aslında Taner Ceylan’ın resimleri, pornografik ve tipik değil. Gözle bakışı özdeşleştirmeyen bir bakışım alanı yaratıyorlar. Dijital, fotografik görsel imge bombardımanı altında kaldığımız, dergilerden fırlayan gerçekçi ideal bedenlerin altında ezildiğimiz şu zamanlarda, ressamın tavrı, bu estetik üzerinden kendini ve seçimini perdelemekten geçiyor. Kendini, kimliğini, özgürlüğünü, anını, moda dergilerindeki görüntüleri andıran bir görsellikle perdelediği anda göze getiren, göze getirdiği anda perdeleyen bir estetik bu. Her ne kadar Ceylan, Türk resminde Mahmut Cuda resmini çözme, bu resmin devamını getirme gibi bir misyonu üstlendiğini söylese de, Ceylan’ın resimleri bu anlamda Darüşşafakalı Ressamları akla getiriyor. Adnan Çoker ve Turan Erol tarafından fotoğraftan çalıştıkları ortaya çıkarılan Darüşşafakılı ressamları. Turan Erol’un deyişiyle onların resimlerinde “her şey sonsuza değin aynı ışık kaynağından aynı derece payını alır. Bu dünyada ne sonbahar olur, ne kış. Her şey orada dolaylı bir ilkbahar ışığı içinde sonsuza değin uykuya dalmış görünür.” İşte Ceylan’ın da güncesi, özel hayatı, cinsel kimliği, bu ışık kaynağının altında gözlerimizi kamaştırıyor. Gözlerimizi doyurmuyor aksine iyi görmemizi engelliyor.
Subscribe to:
Posts (Atom)