9.İstanbul Bienali katılımcılarıyla söyleşiler(2005)

Hafriyat Grubu/Khalil Rabbah/Otto Berchem/Daniel Bozhkov

Konusu İstanbul olan bir sergiye Hafriyat olarak ne yapmayı tasarladınız?

Mustafa Pancar: Bu bienal için yeni işler ürettik... Ama genel grubun uzantısı işler bunlar... Bu bienale özel ya da bu bienaldeki sergiye özel bir şeyler yapalım demedik. Özel bir tavır geliştirmedik. Bizim için bu da diğerleri gibi bir Hafriyat sergisi olacak.

-Hain Geceler, Yalan Dünya, Süper Hafriyat gibi isimleri oluyor sergilerinizin... Bu bienal için özel bir isim düşündünüz mü?

Mustafa Pancar: Evet... Buna da İmalat Hatası dedik.

Hakan Gürsoytrak: Sonuçta İmalat Hatası başlığı altında yine sokağa ve hayata bakarak işler ürettik. Bu zinçire yeni bir halka ekledik.

Kubilay Dağbatıran: Grupta yine yenilikler var. Yeni elenen arkadaşlar var.
Mustafa Pancar: Değişken yapımızı yine sürdürüyoruz. Bu sergide yine pentürün yanı sıra video, fotoğraf da var.

-Bugüne kadar gerçekleşen İstanbul Bienalleri için neler düşünüyorsunuz? Size, sanat ortamına katkıları ne yönde oldu? Mesela ilk bienalinizi hatırlıyor musunuz?



Mustafa Pancar: Şahsen ben hatırlıyorum. Çok etkilenmiştim. Çünkü Yeni Eğilimler sergileri hariç, enstalasyon mantığında işleri başka bir yerde görme şansımız yoktu. Orada zengin bir dünyayla karşılaştığımı söyleyebilirim rahatlıkla. O zaman öğrenciydim. Kendimi farklı yollarla ifade eden sanatçıları görmek çok hoşuma gitmişti. İstanbul Bienalleri, öte yandan, bence bir kuşak sanatçının doğmasını sağladı. Bugün yeni medyayla çalışan sanatçıların yarısını İstanbul Bienalleri yarısını da Vasıf Kortun yaratmıştır.

Kubilay Dağbatıran: 80 öncesini yaşamış 80 sonrası sanatçı kuşağı olarak tüm bu bienallerin olumlu katkısı olduğunu düşünüyorum. Hepimize... Kapalı yetişmiş bir kuşak olarak dünyada ne olup bittiğini izlemek, farklı yaklaşımları gözlemlemek açısından çok büyük katkısı oldu.

Hakan Gürsoytrak: Hepsini gezemedim... Ama bienaller sayesinde bir “bienal sanatçısı” da yetişti bu topraklarda. Katkı olarak... Mesela bu şehrin her tarafı enstalasyon ve proje zaten. Her şey bienallere girebilir mi acaba diye sordurması ilginç tabii...

Mustafa Pancar: Biz bu bienal için bir enstalasyon kiti hazırlamayı düşündük. Biraz çimento, bir adet televizyon, kum... Alıyorsun içinden bunlar çıkıyor...(Gülüyor)
Hakan Gürsoytrak: Bu tip sergilerde benim dikkatimi dijitale olan ilgi çekiyor. Bu ilgi gözlerimi kamaştırıyor. İmge sanata dijital olarak geri mi geldi acaba?
Mustafa Pancar: Laserli şovlar olacakmış bu bienalde de...

-Klişe olmayan, yaşayan bir İstanbul’u Türk resmine sokmuş bir grup olarak İstanbul konulu ve iki küratörlü bir bienale iş üretirken özerk bir grup olarak neler hissettiniz?

Mustafa Pancar: Hafriyat olarak hep söylüyoruz; kendi kendini yöneten sivil bir grup. Bienale katılıyoruz ama yine küratörsüz kendi kendini yöneten bir grup olarak katılıyoruz.
Hakan Gürsoytrak: Bizi misafir ediyorlar.


OTTO BERCHEM

Hobos dili 1930larda Amerika’da ortaya çıkmış resimsel bir dil. Hobo denilen evsiz olarak Amerika kıtasında oradan oraya gidenler, peşlerinden gelen diğer Hoboların hayatını kolaylaştırmak için resimsel bir dil yaratmışlar. Yol üzerindeki belli yerlere kazınan işaretler sayesinde gidilen yerde karın tokluğuna çalışmanın ya da bedava ekmek bulmanın mümkün olup olmadığı anlaşılıyormuş. Otto Berchem bu dilden yola çıkıyor. Bienal boyunca şehrin farklı bölgelerine neon ya da çıkartmadan bu dile özgü işaretleri bu kez Hobolar değil, sokak çocukları yerleştiriyor.

-Evsiz yetişkinlerden çok evsiz çocuk var değil mi şehirde?
Evet... Bence evsiz yetişkin sayısı da fazla ama onları göremiyorsunuz. Sokak çocuklarının sayısı inanılmaz fazla. Umut Çocukları Vakfı aracılığıyla onlara ulaşabildim. Onlar için bu vakfın kurduğu eve gittim. Başkan Yusuf’un çamaşırhanesinde çalışan çocuklar da bu projeye böylelikle dahil oldular.

-Bu dilde bir işaret bedeva telefon, bir diğeri silahlı adam, bir tanesi bedava ekmek anlamına geliyor. Çocukların bu dili öğrenmeleri ne kadar sürdü?
Tabii ki bu dili öğrenmeleri uzun zaman alabilir ama bazı işaretleri çabuk öğrenebilirler. Spray, neon gibi farklı araçlarla bu işaretleri onların belirlediği yerlere asmak ve bu işaretlerin asılı olduğu yerleri görüntüleyip bu fotoğrafları da Tütün Deposu’nda sergiliyorum.

-İşin adı Geçici Geçen Kişi. İstanbul, geçici geçen kişi gözüyle nasıl bir şehir olabilir?
İlk kez 1988 yılında Efes’e gelmiştim. Daha sonra bir otobüsle İstanbul’a gelmiştim. Proje için ilk kez Nisan’da geldim. Çok garip. Bilgisayar üzerinden bienale bir proje teklifi yapıyorsunuz. Sonra kabul ediliyor. Ve şehre gerçekten gelip projenizle ilgili çalışmalar yapıyorsunuz. İki farklı gerçeklik. Örneğin benim projemde geçici geçen kişiler, evsiz yetişkinlerdi. Ama şehrin kendi gerçeğinde, evsiz yetişkinden çok sokak çocuğu var.



KHALİL RABAH

2002 yılı John Lennon Yoko Ono Barış ödüllü Khalil Rabah, Deniz Palas’ta Filistin Doğal Tarih ve İnsanlık Müzesi’ni kuruyor. 100.yılını kutlayacak kurgu müze, Rabah’ın, bir Filistinli olarak içinde yaşadığı siyasi ve toplumsal koşullara isyanını, öfkesini ve öte yandan tepkisini dile getiriyor. Bir sanatçıdan çok kendisini aktivist olarak tanımlayan Rabah, “barış”ın son derece soyut bir kavram olduğunu söylüyor.

-Müzeyi 1905’te kurduğunuzu var sayıyorsunuz. 1905 yılını seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Müzenin 100.yılını kutlamak için. Bunun altında büyük bir ironi yatıyor elbette. Avrupa’nın bir çok yerinde Doğal Tarih ve İnsanlık müzeleri vardır. İşte ben de bir tane kuruyorum. Filistin’de bu olsun değil mi ama? Benim kurduğum müzenin kendine ait bir zamanı, kendine ait bir takvimi var. Zaman çok çabuk ilerliyor. 100 yıl çok çabuk geçiyor. Bu müze, Deniz Palas’ta üçüncü katta çeşitli araştırmalara, eğitim amaçlı projelere ve sergilere yer veren bir müze olarak işlev görecek. İçinde Abdülhamit zamanındaki Filistin’e dair eski fotoğraflardan oluşan bir sergi yer alacak. Bugün o dönemden kalma, Filistin’de hemen hemen hiçbir şey yok. 420 köy ortadan kaldırıldı.

-Bir anlamda çok politik bir kurgusu var müzenin?
Politik kurgusu var ama ben politikacı değilim. Ben sanatçıyım. Sanatçı olmaktan çok aktivistim. Bir farkındalık yaratmaya çalışıyorum. Bir kişi üzerinde bile bunu başarsam sanat açısından yaptığımı onaylarım. Belli meseleler üzerinde aktif bir şekilde çalışmak benim bir sanatçı olarak varoluş biçimim.

-John Lennon Yoko Ono ödülünün bu anlamda özel bir değeri vardır herhalde... Çükü onlar da sanatçı star olmaktan çok aktivistler...

Herhalde sanatçı olduğu için öldürülen tek adam John Lennon. Kesinlikle onlar da aktivisttiler. Yoko Ono hala öyle... Onu ilk gördüğümde gençken onun John Lennon’u olumsuz etkilediğini düşündüğümü itiraf ettim. Hiç alınmadı. Öyle düşünecek kadar genmişiz. Çok özel bir kadın Yoko Ono. Gerçek bir sanatçı.

-Birleşmiş Milletler binasının önüne bir dizi izinsiz zeytin ağacı diktiniz. Zeytin Ağaçları hemen hemen tüm işlerinizde öne çıkıyor.

Birleşmiş Milletler binasının önünde bakalım bu ağalar yaşamayı becerebilecekler mi? Hayatlarını sürdürmeleri mümkün olacak mı? Bu ağaçlar, Avrupa’nın o son derece rasyonel, hangi parkta hangi latin isimli çiceğin yetişeceğinin belirlendiği o planlı platformundaki, irrasyonel öğeler. Tabii ki zeytin ağaçları birer metafor benim için. Kendi doğal süreçleri tıpkı müze gibi bu ağaçların da kendilerine ait kendi zamanları var. Bu hayatla çakışıyor kimi zaman çatışıyor. Mesela müze nedir? Statik bir yapı mı? bu yapıyı değiştiriyorum. Değişken ve benden bağımsız işler olmasını örgütlüyorum. Bu kurgu bir müze. Basit bir şekilde... Sanatçılar, uydurur. Ben de böyle bir müze uyduruyorum. İşin eğlenceli kısmı da var... Tıpkı ağaçların büyümesi gibi, müzeye de insanlar girip çıkacak ve yaşayan birer organizma gibi çalışacak.

-Filistinli bir sanatçı olmak zaman zaman buraya özgü iş yapma zorunluluğunu getirmiyor mu?
Doğrusunu isterseniz, ben bütün bunları yaparken eğleniyorum. Filistinli olduğum için kamu oyuna bazı gerçekleri anlatmak gibi bir dertten çok içinde yaşadığım koşullar benim kendimi böylesine ifade etmemi sağlıyor. İsrailli solcu arkadaşlarım niye burada sergi yapmıyorsun? Niye galerilerle çalışmıyorsun? diyecek kadar duyarsız olabiliyorlar. Filistinli bir sanatçı olarak orada sergi yapmamın teknik olarak imkansız olduğunun farkında bile değiller. İşlerim farkındalık yaratıyor belki ama benim sanata karşı bakışımdaki o mizahi yön ve eğlence, işimin büyük bir kısmını oluşturuyor.


DANIEL BOZHKOV

Bulgar kökenli sanatçı Daniel Bozhkov, parfüm piyasasına yepyeni bir parfüm sürüyor. Adını Ernest Hemingway’dan alan parfüm, tüm parfümeri reyonlarında yerini almayı bekliyor. Hemingway’in dertli ve kızgın kimliğinden yola çıkılarak özel olarak New York’ta özel olarak üretilen parfümün baskın kokusu Musk. Bozhkov’un böylesine bir parfümü piyasaya sürerken amacı ise her zaman olduğu gibi hayatla sanatı birbirine kavuşturmak. İkilinin kavuşmasından doğacak gerilim, haz ve sorunları ortaya sermek...


-Geçtiğimiz bienalde de vardınız. Simit satmıştınız...Yine hayat ve sanatı kavuşturmuştunuz...
O bienalde annemin bildiği Türkçe kelimelerden yola çıkmıştım. Bir aya yakın bir simit fırınında simit yapmayı öğrendim. Daha sonra bu simitleri annemin bildiği Türkçe kelimeler formunda üretmiştik. Simit fırınında fırıncıyla yaşadığım deneyim unutulmazdı. Bienal yetkililerinin simit satmak için alamadığı izni, fırıncı, bir telefonla almıştı. Hala unutmam. Müthiş bir dayanışma ve iletişimdi.


-Ernest Hemingway koksaydı nasıl kokardı’dan yola çıkmak... Kapitalist metotlar ne gerektiriyorsa, parfüm üretmek, şişe tasarlamak, kokunun hikayesini yazmak, bu hikayeye bir film çekmek, bu film için bir müzisyenle çalışmak... Bütün bunlar nasıl başladı?

Geçen geldiğimden beri Büyük Londra Oteli’nde bir şeyler yapmak istiyordum. Daha sonra yazar Ernest Hemingway’in 1922 yılında savaş muhabiri olarak bu otelde kaldığını öğrendim. Kitaplarını tekrar okumaya başladım. Sonra her sene Temmuz ayında Key West Florida’da düzenlenen Hemingway’e kim daha çok benziyor yarışmasına katıldım. Tüm bu yarışmayı ve yüzlerce Hemingway benzerini filme çektim. Bu parfüm, onun hem atletik hem maço hem de kırılgan kişiliğini anlatmayı deneyecek. İşin içinde mizah var. Farklı sosyal alanları birbirine sokup çıkartmak yeni anlamlar üretmek var. Parfümün bir de reklam filmi gerçekleşiyor. Filmde genç Ernest, 1922 yılında Büyük Londra Oteli’nin barında içki içiyor. Pafrüm, reyonlarda yerini hem bir tüketim hem de bir kültür nesnesi olarak alacak.

-Parfüm tipik bir endüstri ürünü halinde tüm o aşamalardan geçiyor. Şişenin tasarımından, reklam filminin müziğini yapacak müzisyene kadar... Bütün bunları önceden mi planladınız? Yoksa biri diğerinin öncüsü mü oldu?

Her şey zincirleme gelişiyor. Şişenin tasarımını Cağaloğlu’nda bulduğum bir matbaa ofisinin büyük ustası Halil İnce’yle birlikte eskiden kalma bir yöntemle gerçekleştiriyoruz. Bu matbaa benim geçen seferki simitçi deneyimim gibi inanılmaz bir deneyim yaşattı bana. 1920’lerden kalma baskı makinelerinin hala aktif bir şekilde çalıştığı, çok eski ve kıymetli yöntemlerle inanılmaz sonuçlar aldığınız bir matbaacı keşfettim. Bütün sistem eski günlerdeki gibi işliyor. Matbaada çalışanların benimle ve aralarında kurdukları ilişki de son derece farklı. Eski toplumsal ilişkilerin hala geçerli olduğunu görmek çok ilginç. Şişenin üzerindeki logoyu burada birlikte yapıyoruz. Öte yandan reklam filminin müziğini Chicago’lu bir hip-hop sanatçısı yapıyor.

-Neden hip-hopta karar kaldınız?

Dediğim gibi Ernest Hemignway, avcı, sporcu, böyle erkek erkek kişiliği olan bir yazar. Hip-hop da çok erkek egemen bir kültür. Şarkının sözlerini sanatçıyla birlikte yazdık.

-Sonuçta ortaya sanat nesnesi, tüketim nesnesi olarak çıkacak. Ve ne olacak sizce?

Her şeyden önce bu bir süreç. Sonuca gelene kadar yaşananlar çok ilginç sosyal alanları birbirine ekliyor. Geleneksel olarak bir tüketim nesnesi, satılmak üzere piyasaya çıkacak kapitalist sistemde yerini alacak bir tüketim nesnesi nasıl hazırlanılırsa bu parfüm aynı şekilde hazırlandı. Gereken her türlü klişe olmuş stratejilerden faydalanıldı. Ama sonuçta bu bir kültür formu. Bu bir sanat nesnesi. Reyonlarda yerini alırken diğer parfümlerden farklı olarak bir kültür formu olarak da varolabilecek. Bunun için yeterli yeri var. Mesela bu parfümün korsanını da yaptık. Sahtesi de piyasada olacak.

-Hemingway ailesinden böyle bir izin alındı m?
Başvuruldu. Ancak böyle bir izin alınmış değil. Avukatlar, Hemingway’e ilişkin hakları satma yetkisindeki ailenin bu haklara sadece Amerika içinde sahip olduğunu, Türkiye’de bunu yapabileceğimizi söylediler. Ama sonuçta sorun çıkarsa da bu sanat nesnesinin tüketim nesnesi formunda yaşamasının sorunlu taraflarını ya da başka yönleri açığa çıkaracak. Eğer bu bir sanat nesnesiyse, sanatçı, kültürden yine kültür yaratır. Hemingway’dan esinlenip ona adadığı bir pafrüm üretirse, hangi sanatçının hakkı korunmalıdır? Benim? Hemingway’in? Böylelikle günümüzde büyük bir sorun olarak yaşanan telif hakları meselesini de bu iş gündeme getirmiş oluyor.

-Kültürün kendini nasıl ürettiğine bu derece yakından tanık olmak, bir tüketim nesnesi üzerinden sanat nesnesinin nasıl nefes alıp vereceğinizi izlemek çok eğlenceli olsa gerek...
İnanılmaz deneyimler bütünü... İstanbul burada bir araç. Benim işimi gerçekleştirmekteki aracım. Hemingway’in tarifiyle 1922’de “tozlu, kirli, gürültülü ve güzel”... Bu proje onun sayesinde doğdu. Ama onun da ötesinde İstanbul çok eğlenceli hiç de nostaljik bir kent değil. Sürekli yaşıyor. Sürekli eğlence vaat ediyor. Ve ben çok eğleniyorum.

No comments: