Galeri Nev’de açılan Yüksel Arslan sergisi, 1998 tarihli arture’lere yer veriyor. Arslan’ı bir kez daha yakından tanımak için büyük bir fırsat veriyor.
Fransız filozof Jacques Derrida, kültürel süreçlerde ani kopuşların yaşandığına ya da bazı süreçlerin doğuş anının tam olarak belirlenebileceğine inanmaz. Ve bir söyleşisinde şöyle der:
“Kesin kopuşlara ya da güncel ifadeyle eşsiz epistemolojik kopmalara inanmıyorum. Kopmalar her zaman ve nihai olarak adeta eski bir kumaş üzerine yeniden işlendiği gibi yine kesintisiz ve durdurulamayacak biçimde giderilmek zorundadır. Bu durdurulamazlık, bir tesadüf veya olumsallıkdeğil, özsel bir şey, sistematik ve kuramsal...”
Yüksel Arslan’ın arture’lerinde böylesi bir “kopmama”lardan bahsedilebilinir mi?
Kesin kopuşlara yer vermeyişi, onu, resmi reddedip sayısı 500’ü geçen arture’leriyle nasıl bir yere koyar? Arslan’ı Türk resminin büyük anti-moderni kılmaz da ne yapar?
‘Bir Yüksel Arslan arture’ü’ bir resim ve bir anti -resim olarak içinde hangi güçleri, hangi imkanları ve reddettiği resme ilişkin hangi imkansızlıkları barındırır?
John Berger, resim hakkındaki modern yanılsamanın, ressamı bir yaratıcı olarak varsaymak olduğunu yazar. Berger’e göre postmodernizm de bunu düzeltmek için hiçbir şey yapamamıştır. Berger, ressamın yaratıcı değil, alıcı olduğunu düşünmektedir. Ressam bir alıcıdır. Yaratma gibi görünen şey de aldığına biçim verme fiilinin ta kendisidir.
Yüksel Arslan ise bu anlamda bir vericidir. Okuduğuna biçim verme fiiliyle arture üreten bir verici...
Geçen sene ankara Galeri Nev tarafından yayınlanan “Büyük ve korkunçtur gülmenin kudreti” isimli kitapta, Arslan’ın bu verici özelliğine kendi sözleriyle şahit oluruz.
Yüksel Arslan-Philippe Krebs mektuplaşmaları kitabı, aslında bir söyleşi kitabıdır. Krebs, Arslan’la mektuplar aracılığıyla söyleşir. O mektuplardan birinde Arslan’a sanatçı olarak silahlarının neler olduğunu sorar. Arslan şöyle yanıtlar:
“Kitaplar, işte benim sanatçı olarak silahlarım ve beynim, kollarım, ellerim...”
Krebs, bir başka mektubunda Arslan’a ‘high tech’ten üretilmiş bir modernitenin büyüme sürecini’ nasıl gördüğünü sorar... Bu soruya olan yanıtı da Arslan’ın modernle ve modern resimle olan ilişkisini aydınlatacaktır. Arslan 25 Temmuz 2000 tarihli mektubunda bu soruyu resme olan nefretiyle açıklar:
“Evet, Philippe resim sanatı denen bu sanattan tiksiniyorum. İlk adımlarımdan itibaren bu sanatı ölü bir sanat, budalaların duvarlarındaki gülünç, aptalca bir süs, enayi sanat eleştirmenleri ve müze müdürleri için yapılan bir sanat olarak kabul ettim...”
Bu açıklama, ‘bir Arslan arture’ünün zihinsel çerçevesini oluşturur, resimle arture’un farkını ortaya koyar. Arslan, bir başka mektubunda Philippe’e sanatta kendine koyduğu hedefin ne olduğunu ve ne olmayabileceğini itiraf eder:
“Yıllardır, diziler halinde gerçekleştirdiğim arture’lerimle önüme epey iddialı bir hedef koymuştum. Büyük Komedya’ya ve Büyük Tragedya’ya olabildiğince yaklaşmak! Evet, benim açımdan epey iddialı bir hedefti bu. Başardım mı, başarmadım mı, yoksa işi batırdım mı? Herhangi bir arture’ü görmek örnek verebilir, şu veya bu şairin ya da düşünürün trajik hayatını hatırlatabilir, memelilerin cinsel komedyası üzerine konuşabilirim. İnsan dizisini gerçekleştirmekle geçen 14 yıllık çalışmanın ardından kendi kendime dedim ki:
Yeter! Bu tuhaf mahluk böylesine bir çalışmayı hak ediyor muydu? Ayrıca 1950’li yıllarda bir başka dizi daha gerçekleştirdiğim de aklıma geldi: İnsanlı Günler. Olay benim için açık seçik bir hal aldı, yaklaşık 50 yıldır insan denen beladan kurtulamamıştım. Ve şimdi bir yıldır yeniden çalışmaya koyuluyor, ama yine aynı traji-komik konuya dalıyordum...”
Arslan’ın böylesine neyi hedeflediğini anlattığı arture’lerinin, raison d’etre’si nedir peki? Göz mü? Görünen bunca kalabalık figür ordusunun, yazı açıklamalı motifin, onca niceliksel ve niteliksel çizginin gözümüze nasıl göründüğünü nasıl tarif edebiliriz? Bu görünenlerin, içinde yaşadığımız her şeyin en çok görünür olduğu ve en çabuk şekilde çoğaltıldığı imgelerle kurduğu, kurabileceği bağlar nasıl bağlardır?
Elimizin altındaki cep telefonları, bilgisayar kameraları, ekranları sayesinde çok araçlı görme deneyimimizde, en çok ve yakından her şeyi seyrettiğimiz bu dönemde, arture’lerdeki imgeler bize nasıl görünmektedir?
Gezegenimizin nasıl göründüğünden-tümel-, sevdiklerimizin görüntülerini-tikel- çoğaltma hakimi olduğumuz şu günlerde bu arture’lerdeki imgelerle nasıl bir alışverişimiz olabilir? Alıcı bir ressam olmayı değil de verici bir arturik olmayı seçen Arslan’ın, okuduğuna biçim verme fiilini her defasında gerçekleştirdiği imgeler dünyasında çizginin önemli bir yeri vardır.
Hacimselliği aşan çizginin... Arılaştırıcı özelliğiyle karşımıza çıkan çizginin. Figürleri hareketsiz donmuş gibidir. Manzaraları ise sessiz ve arkaik. Göz, kompozisyonu bir baştan ötekine kavrayabilir. Tekdüzelikten rahatsız olmaksızın, içeriye giriş ve çıkış noktasını kendi belirler. Çizgilerin bütünlüğü, motifler, yazı-notlar, kompozisyon üzerinde gezinen göz üzerinde hakimiyet kurmaz. Onu yönlendirmez. Onu yormaz, kesintisiz bulgularlar onu uyanık tutar ancak... Bu özelliğiyle her gün gördüğümüz ama elle tutamadığımız imgelerden ayrılır. Gözü okşayan, göründüğüyle yetinen her türlü imgeden ayrışır.
Bu yüzeyler aldatmayan, açıklayan yüzeylerdir. İmgeler, bizi kendine suç ortağı kılmaz. Kendini bakılır olmanın ötesinde okunur kılar. Öte yandan bu entelektüel topolojide, Bizans’tan Doğu sanatının en parlak temsilcilerine, alçakgönüllü sanatçılara selam, duvar yüzeyini bozmayacak biçimde zemin üzerine farklı planlarda figürler sıralayan Yunanlı sanatçıya da minnet vardır. Ve sanatın özünün gerçeklik dünyası ile piktoral sunum arasında bir yerde durduğuna dair görüşe ise isyan vardır. Bu görüşü büyük bir kabullenmeyiş, itiraz dolu, büyük anti-modern bir tavır vardır. O yüzden Arslan, tıpkı Derrida gibi kesin kopuşlara ve eşsiz epistemolojik kopmalara inanmaz. Kitaplığıyla birlikte kulesinde yaşayan, 30 yıldır yaşadığı şehirden ayrılmayan Yüksel Arslan için bir müzede Frigya dönemine ait resimli bir tuğlayla, bir hayal perdesindeki Karagöz figürleri, sanat denen maceraya atılmak için yeterli güçtedirler. Çünkü Arslan için her iki şey de tuğla da, Karagöz figürü de, o eski kumaş üzerine yeniden işlenecek’, ‘kesintisiz ve durdurulamayacak’ olandır.
O yüzden sanatın anahtarı da ondadır:
“Eski veya yeni bazı ustaların eserlerini sevmek, kadim veya bize yakın birkaç düşünürü okumak”, “etkilere maruz kalmak, onları sindirmek” ve bir ölüm çukuruna(Duchamp’ın da, Picabia’nın da yattığı) tıkılıp kalmamak için bir sentez yapıp onları aşmak, kendi yolunu bulmak anahtar budur.” Sanatın anahtarı elinde, Yüksel Arslan, hala “gülmenin kudretine” inanıyor ve “ölmeye hazır değil” çünkü asla “cihan hakimi olmak” istemiyor...
No comments:
Post a Comment