9.İstanbul Bienali üzerine (Eylül 2005)

Neo? avangard bir bienal

1848/1968 ruhu bu kez İstanbul Bienali’nde mi hortladı? Greil Marcus’un deyimiyle o kalıcı “ruj lekesi”, bu kez bir uluslararası sergi olan İstanbul Bienali’nin üzerinde mi?


Ayşegül Sönmez



Bienalde yer alan Priştinalı Jakup Ferri’nin Deniz Palas’ta yer alan videosu, Ferri’nin, anne, baba ve kızkardeşlerinin büyük küratör Rene Block’a, oğullarını Avrupa’da bir sergiye davet ettiği için teşekkürünü içeriyor.
Aslında ailenin tüm fertleri o kadar da minnet dolu değil. Örneğin anne Ferri, Batı’ya güven olmayacağını dile getirmekte sakınca görmüyor.
Deniz Palas’teki yerleştirmesinin yanı sıra Bulgar sanatçı Nedko Solakov, Garanti Binası’ndaki yerini, başkasına devretmiş. Solakov, Sharyah Bienali sırasında tanıştığı Birleşik Arap Emirlikleri’nden Sarah Ayoub Agha’nın işlerini kendi işleri yerine sergiliyor.
Agha, çıplak modelden çalışmaya çok merak duyan genç bir sanatçı. Ne var ki
Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki dini nedenlerden ötürü yaptığı bu nü çalışmaları ne mezuniyet sergisinde, ne de ülkesinde sergileyemiyor. Solakov, ona bu işlerini altı ay içinde uluslararası bir sergide sergileyeceğine söz veriyor. İstanbul Bienali, işte Solakov aracılığıyla, Sarah Agha’nın işlerini sergilemesi için bir platform işlevi görüyor.
Öte yandan Hayfa’dan bienale katılan Ahlam Shibli’nin fotoğrafları, İsrail hükümetinin yok ettiği 149 köyden birini görüntülüyor. Köylüler, köyleri resmen ortadan kaldırılmasına rağmen orada tenekeden evler içinde yaşamaya devam etmişler. Ebu Kırad tepesinde,
Bedevi kökenli Filistinlilerin yaşadığı Arap El-Naim köyü, İsrail Devleti baskısıyla hükümetin 1948’den beri tanımadığı 179 köyden biri.
Aşağı yukarı bienelde yer alan işlerin, büyük bir çoğunluğu, yukarıda örneğini verdiğimiz gibi, ayrıcalıklı sanata duyulan arzuyu tatmin edecek niteliklere sahip değil. Böylesi bir arzunun getirdiği beklentileri karşılamıyor. Bilakis bunu bir çırpıda silip atıyor.
Dünyanın tüm sokaklarında olup bitenden, Alma-Ata’dan Tel Aviv’e, Kahire’den Priştina’ya haber vermeye çalışıyor. Buna mekan olarak da İstanbul’un sokaklarını tercih ediyor.
Yanılsama, güzellik ve arzunun temsili telaşında olmadığı için bol monitorlü, bol filmli ve belgeyle dolu bir profil çiziyor. 9. Uluslararası İstanbul Bienali, bir sanatçı olarak özerklik statüsü ortadan kaldırılan Sarah Agha’ya tekrar özerkliğini geri vermesi çabasıyla ya da genç sanatçılar için bir keşifler kanalı olarak bienal kavramını sorgulayan Ferri’nin işi gibi yapıtlara yer vermesiyle, star sanatçıları görmezden gelen özelliği ve serbest bölgesi Misafirperverlik Alanı’yla avangard bir bienal olarak tanımlanamaz mı? 1848/1968 ruhu bu kez İstanbul Bienali’nde mi hortladı? Greil Marcus’un deyimiyle o kalıcı “ruj lekesi”, bu kez bir uluslararası sergi olan İstanbul Bienali’nin üzerinde mi? 9. Uluslararası Bienali’nin pratiği, “öznenin düştüğü” ya da “düşüşünün işaretlerini” verdiği avant-gardist pratiğin özelliklerinin çoğuna sahip değil mi? Çokuluslu şirketlerin desteklediği büyük bütçeli, merkezin söyleminin bayraktarlığını yapan Kantçı teorik zirveler olarak rahatlıkla adlandırılabilecek günün uluslararası sergiler anlayışını sarsmayı denemiyor mu?
Terry Eagleton, Kant’ta “öznel tümellik ile donatılmış beğeni yargıları alanının aslen bizzat ideoloji denen şeyi oluşturan önermeler alanıyla örtüştüğüne” dikkat çeker.
Avangard, her şeyden önce sanat eserinin bağımlı olduğu dağıtım aygıtına ve sanatın burjuva toplumunda elde ettiği özerklik statüsüne karşı çıkar. Çünkü özerklik yüzünden sanat, toplumsal etki yaratma gücünden yoksun kalmaktadır.
Sanat ve hayatı birleştirme amacı taşıyan avangardist karşı çıkış, özerklik ve etkisizlik arasındaki bağlantıyı gözler önüne serer. Çünkü başlı başına bir tecrübe alanı olarak estetiğin billurlaşması, o estetiğin içinde yer alacağı, büyük sermaye sahiplerinin desteklediği müze, büyük sanat merkezi görünümünde billur gibi” mekanları inşa eder.
Büyük bir tesadüf eseri, 9. Uluslarası İstanbul Bienali’yle aynı sırada açılan İstanbul Modern’deki Çekim Merkezi Sergisi, ister istemez, bienalin avant-gardist ve karşı-yapısının altını çizmemize yardımcı oluyor. Bir tarafta “billur gibi bir mekanda yer alan billur gibi bir sergi” ve diğer tarafta bununla zoru olan eleştirel bir pratik.
Anish Kapoor’ın duvarda yarattığı yanılsamayla uyuşan bir izleyici, öte yandan Canan Şenol’un Asit dök Haydar filminde işkence gören Aslı’yı dinleyerek uyarılan bir izleyici. Kantçı bir teorik zirve olarak okunabilecek Çekim Merkezi ve neo-avangardist olarak rahatlıkla tanımlanacak İstanbul Bienali arasındaki gerilim aslında bizlere çok önemli bir şeyi gösteriyor. İkisini var eden tüm şartların artık Türkiye’de olduğunu.
Avangard kuramı yazarı Peter Bürger, sanat alt-sisteminin tarihini inşa etmek için (özerklik prensibine göre işleyen) sanat kurumu ile tekil eserlerin içeriği arasına ayrım koymanın şart olduğu kanısındadır. Çünkü ancak “bu ayrım sayesinde burjuva toplumunda sanatın tarihi akışı içerisinde kurum ile içerik ayrımının ortadan kalktığı bir tarih olarak kavranabilir”.
Bürger, “burjuva toplumda sanat, kurumsal çerçeve ile tekil eserlerin olası siyasal içeriği arasındaki gerilimle beslenir. Ve bu gerilim hiç de istikrarlı değildir”der.
Ve yine ona göre 1968’den sonra avangardın kendisinden değil, tarihsel olanından bahsedebileceğimizi belirtir.
Dolayısıyla İstanbul konulu, siyasal içerikli işlerle dolu bir bienal ve Jeff Koons, Anish Kapoor, Louise Bourgeoise, Christian Boltanski gibi star isimlerin işlerinin ağırlıklı olarak yer aldığı uluslararası kalite ve standartlarda Çekim Merkezi sergisi, aslında bizim çok önemli bir gerçeği görmemizi sağlıyor. Artık Türkiye güncel sahnesinde avantgardlık yapacak zeminin oluştuğunu... Bürger’in deyimiyle “toplumsal bir alt-sistem olarak sanatın özeleştiri imkanının tarihsel koşullarının”, İstanbul’da 2005’te varolduğunu...
Deniz Palas’ta açtığı Filistin Doğal Tarih ve İnsanlık müzesiyle Khalil Rabah, antrepoda Roll dergisi standında yer alan foto-muhabiri Saner Şen’in işgalden sonra Irak görünümlerine yer veren fotoğrafları ve İstanbul Modern Müzesi’nde yer alan Jeff Koons toplarıyla, Boltanski’nin interaktif duvarı arasındaki gerilimden şikayet etmek ne mümkün? Şikayet etmek yerine ancak bu gerilimin müptelası olunur. Evet, herkesin modernizm serüveni kendine, galiba bizim avangard’ımız yeni yeni doğuyor. Neo filan da değil. Kutlu olsun....


(Radikal İki)

No comments: