Rene Block’un küratörlüğünde gerçekleşen Sanat, Hayat ve Kafa Karışıklığı başlıklı sergi Belgrad’da açıldı. Sergi, büyük bir bienali aratmıyor. 106 sanatçının katılımıyla Balkanların merkezi Belgrad’da geçmişten bugüne sanat tarihinin tüm ustalarına saygıda kusur etmiyor. Finlandiya’dan Avustralya’ya, Türkiye’den Slovakya’ya sanatçılara yer veriyor...
Ayşegül Sönmez
Ünlü sanatçı ve kuramcı Allan Kaprow’a göre sanat ve hayat rekabet halindedir. Bir zamanlar yaşamdan üstün gibi görünen sanat, modern dönemde hayata yenilir. Hayat, bu yarışı kazandığı için de sanat, hayata katılmaktadır. Ya da hayat tarafından sömürgeleştirilmektedir. Sanat, teslimiyeti nedeniyle mütevazileşmiş ve kendinden kuşkulanmaya başlamıştır. Allan Kaprow’a göre “süpermarkette alışveriş yapan insanların”, beden dili, modern dansta yapılan her tür hareketten daha zengindir. Yatakların içindeki pamuk ve sanayi atığı kalıntıları, dağılmış çöplerden oluşan çok sayıdaki sergiden daha ilgi çekicidir. Las Vegas’ın plastik ve paslanmaz çelikten petrol istasyonları, en olağanüstü mimari örnekleridir. Özetle “sanat olmayan şeyler sanattan daha çok sanattır.”
Kaprow şöyle yazmaktadır:
“Gerçek, büyük olasılıkla küresel çevre bizi giderek daha katılımcı bir biçimde işin içine dahil olmaya zorlayacak.... gökyüzü, okyanus tabanı, kışlık tatil yerleri, moteller, arabaların hareketleri, kamu hizmetleri ve iletişim araçları gibi verili doğal ve kentsel çevrelere tepki vermek adına hareket edeceğiz.”
İşte geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Kaprow’un da 106 sanatçısından biri olduğu Balkanların ortasında, beyaz şehir Belgrad’da gerçekleşen Block’un küratörlüğündeki Sanat, Hayat ve Kafa Karışıklığı, bu büyük ikiliyi bir araya getirmeye çalışıyor. Konfüzyon, kafa karışıklığını ise bir strateji olarak kullanan güncel sanatın tüm ustalarına da selam gönderiyor.
Ama en çok happening kaşifi Kaprow’u daha sonra yine geçtiğimiz yıl vefat eden Nam June Paik’i saygıyla ve hürmetle, layıkıyla anıyor.
Finlandiya, Norveç, İsveç tüm Kuzey ülkeleri, Slovenya, Slovakya, Sırbistan tüm Balkan ülkeleri, Türkiye, Avustralya, Almanya derken Rene Block, yine bir Balkan sergisiyle karşımızda. 1995 yılında İstanbul Bienali’yle izini sürmeye başladığı Avrupa’nın Öteki’sini Avrupa’nın kendisi kılma operasyonunu tüm hızıyla, her zamankinden daha büyük ve iddialı bir şekilde sürdürdüğünü bir kez daha ispatlıyor.(Hatırlatmak gerekirse Rene Block, 1995 yılında gerçekleştirdiği İstanbul Bienali’nden sonra Kwanju Bienali’yle sanat dünyasını şaşırtmıştı. Block, Setinya Bienali’nde de öteki’yi kucaklayan, egzotize etmeyen çıkışını tekrarlamıştı. Balkanlar’la ilgili Avrupalı küratörlü sergi geleneği, kaybettiğimiz Harald Szeeman’ın Bal ve Kan sergisiyle başlamış. Onu Block’un Kassel’deki In the Gorges of Balkans, Balkan Trilojisi takip etmişti. )
Block’un sergilerinde yarattığı çokulusluluk/çokkimliklilik yine bu sergi için de söz konusu. Rene Block, bienali aratmayacak büyüklükteki sergisinde, Joseph Beuys’tan Nam June Paik’e, Allan Kaprow’dan Kapitalist Realist hareketinden sosyalist KP Brehmer’e güncel sanat tarihinin tarih yazan isimlerinin yanına öteki Avrupa’dan örneğin Sırbistan’dan ya da Norveç’ten ya da Avustralya’dan keşfettiği gençleri katarak çok katmanlı ve eşzamanlı bir doku inşa etmeyi başarıyor. Böylece sanat tarihine geçmiş sanat, geçmemiş sanata ve hayata karışıyor. Rene Block şöyle diyor:
“Sanat, hayat ve kafa karışıklığı bir üçgen olarak görülebilir... Bir sürü işbirliğini ve soruyu içeriyor. Sanat hayata bir şekilde dahil midir? Eğer dahilse nasıl bir dahil olmadır bu? Hayatın sanata ihtiyacı var mıdır? Ya da sanatın hayata? Sanat, hayatta hangi kafa karışıklıklarına neden olur ya da tam tersi? Hayattaki sorunlara sanatın yansıtma gücü ne kadardır? Sanat, bir referanslar sistemi olarak hizmet verebilir mi? Verebilirse nedir bi referenslar?”
Bu sorularla şekillendirdiği sergisini Block, “diyalog prensibi” üzerine kurmayı hedefliyor. Örneğin sanatçıları serginin kataloğunda, doğum tarihine göre kronolojik bir şekilde sıralıyor. Bu sıralamada sergiye katılan en yaşlı sanatçı 100, en genç ise 15 yaşında. Diyalog ilkesiyle şekillenen sergiye, Belgrad’ın da kendine özgü parçalı bulutlu coğrafi özelliği tuz biber ekiyor. Sırbistan’ın tam ortasında gerçekleşmesi istenen bu sanat ve hayat arası sürprizlere açık diyalog, farklı coğrafyalardan gelen sanatçıların kendilerine has dilleriyle yine parçalı ama bütünlüklü bir şekilde başlatılıyor.
Serginin afişi olan Roy Ayaar’ın filminde smokinli adam, buz üzerinde sanat ve hayatı işaret eden tabelaların gösterdiği sınırsız mekanda gidip geliyor. Soğuk da bir yandan karar veremiyor. Videonun gösterildiği mekan Belgrad Halk Hamamı, son İstanbul Bienali’nin mekanı Tütün Deposu’nu andıran yıkık dökük duvarlarıyla, serginin en anlamlı kuşak buluşmalarının yaşandığı mekanı. Joseph Beuys’un 1972 yılında demokrasi adına yaptığı boks maçı görüntülerine, 1973 doğumlu Finli genç kadın sanatçı Salla Tykka’nın göğüsleri çıplak bir biçimde yaptığı Güç başlıklı siyah-beyaz lirik videosu eşlik ediyor. Bu eşlik, Sanat, Hayat ve Kafa Karışıklığı başlıklı serginin belki de en önemlu vurgusu olan ırk, dil, din ve yaş sınırı tanımayan adil yapısını bir kez daha gözler önüne seriyor. Tykka’nın tüyler ürperten duygusallıktaki videosu “Annem hakkında bir film yapmaya karar vermiştim. Kendimi babam hakkında düşünürken buldum” sözleriyle açılıyor. Mekan, iktidar ve beden arasındaki ilişkinin başlı başına bir macera gibi ele alındığı Allan Kaprow’ın yerleştirmesinin de yer aldığı mekanda, Alman sanatçı tüm Olaf Metzel’in Türk Lokumu adlı heykeli de bulunuyor. Heykel, sanat tarihindeki tüm oryantalist imgelerle yüklü Hamam resimlerine sataşan, içindeki yaşadığımız türban sorununa da politik doğrucu olmadan yaklaşmayı deneyen bir iş. Metzel’in Alman gazetelerinin çekinip basmadıkları işi, türbanlı ama çıplak bronz bir heykel. Art Nouveau edasıyla, minik boyutuyla mermer kaide üzerinde sembolize ettiği tüm değerlere uzak ama içten bakışıyla izleyicileri hemen etkisi altına alıyor. Metzel, 1995 yılındaki İstanbul Bienali’ne Christoph Daum’la ilgili yaptığı projeyle katılmıştı. Almanya’daki Türk ayrımcılığına ilişkin yaptığı diğer işleriyle de tanınan sanatçı, Türk Lokumu heykeliyle, günün politik ve kültürel resmini çekerken sanat tarihinin kadını hamama hapsettiği tavrıyla da hesaplaşmaya girişiyor.
Sergiye Türkiye’den Halil Altındere, Hüseyin Alptekin, Gülsün Karamustafa, Aydan Murtezaoğlu, Bülent Şangar ve Almanya’da yaşayan Nasan Tur katılıyor. Nasan Tur, beş ayrı formatta hazırladığı sırt çantalarında sabotaj ya da protesto gösterisi yapmak için ihtiyacımız olan her türlü teçhizata yer veriyor. Sırt çantalarında yer alan bayrakla ya da sprey boyayla her türlü muhalefet içeren gösteriyi düzenlemek mümkün. Halil Altındere’nin yerleştirmesi serginin ana mekanı olan Tito Müzesi’nin girişinde sergileniyor. Daha önce Bal ve Kan sergisinde gösterilen iş, Altındere’nin milliyetçi hediyelik dükkanlarından aldığı ampüllerden oluşan Bir Türk Dünyayı Bedeldir yazısı. Hüseyin Alptekin ise serginin en kafa karışıklığı yaratan işinin sanatçısı. Alptekin, serginin yedi mekanında birden yer alan Hotel October yazılı tabelalarıyla, şehrin kendine has diliyle sürprizli bir diyaloğa girişiyor. Tabelası olan ama kendisi olmayan October Hotel, şehir ve insanlarıyla, hayat ve sanat ayrımı yapmadan kurduğu semantik ilişkide büyük sempati topluyor. Aydan Murtezaoğlu’nun kurgusal fotoğrafları, Bülent Şangar’ın şehir manzaraları, sergilendikleri açık alanlarda, izleyiciyi, en çabuk yayılan virüs modernleşmeyle yüzleşmeye çağırıyor.
Gülsün Karamustafa’nın The Settler-Muhacir isimli 2003 tarihli filmi ise, yer değiştirmeye zorlanan insanların psikolojisini çok dramatik ve plastik bir dille olağanüstü anlatıyor. Karamustafa’nın videosunun gösterildiği oda bu yüzden dolup taşıyor.
Sergi, tarihten isimlere yer vererek ama asla onları tarihselleştirmeyerek aksine güncelleştirerek ve günün güncel sanatçılarıyla yan yana, iç içe getirerek anlamlı karşılaşmalar yaratıyor. Rene Block, 1995 yılından beri üzerinde çalıştığı o çoğulcu ve çok katmanlı haritayı bir kez daha çiziyor. Bu harita bize bir kez daha bir imkanı gösteriyor. Bir imkan olarak Avrupa’yı, bir imkan olarak birlikte yaşamayı, bir imkan olarak adil bir biçimde sanat ve hayatla birlikte varolmayı... Block, Beuys’un doğduğu köye yakın doğmuş olmanın kerametinden mi bilinmez, sergisinde, 15 yaşından 100 yaşına tüm sanatçıları, özgünlükleri ve özgüllükleriyle kucaklıyor. Bu çokdilli yapı, küresel dünyaya ve onun emperyal egemenlik yanlısı çizgisel modernist modeline direnmeyi diliyor. Sanat, Hayat ve Kafa Karışıklığı’nda kimse galip değil... Tykka’nın filminin sonunda da kimse kimseyi yenmiyor. Allan Kaprow, rahat uyu, happening devam ediyor...
No comments:
Post a Comment