Bergsoncu meşrutiyet aydını ve Deleuze ve “Deleuzecü” bizler
Ayşegül Sönmez
Gilles Deleuze, Guattari’yle birlikte Felsefe Nedir? başlıklı yapıtında içkinliği içkinlik olarak hiçbir aşkınlık tuzağına düşmeden düşünen tek filozofun Spinoza olduğunu belirttikten sonra bu başdöndürücü düşünce olgunluğuna Spinoza’nın ardından yalnızca Bergson’ın eriştiğini söyler.[1] Bergson, Gilles Deleuze için büyük önem taşımaktadır. Otonom Yayıncılık’tan çıkan Deleuze’ün Bergsonculuk kitabının çevirmeni Hakan Yücefer’e göre Deleuze, Bergson’un felsefesini “Hegelciliğe verilmiş bir yanıt” olarak okumaktadır. Öte yandan “Deleueze’e göre Bergson’un yöntemi bir ölçüde Kant’ın eleştirel yöntemiyle benzerlik taşısa da sonuç olarak onun aşılmasını ifade eder.”[2] 20. yüzyılın başında yazdığı kitaplarıyla aklın tahtını sarsarken rasyonel ve bilinçdışı güçlerin açığa çıkarılışını sağlayan Bergson, İkinci Meşrutiyet aydınlarının bir bölümü için de çok büyük önem taşımaktaydı...
İkinci Meşrutiyet döneminde Rıza Tevfik, Ahmet Şuayp ve Mehmet Cavit tarafından kurulan, Ulum-i İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası, dönemin pozitivist felsefe ve sosyoloji hareketi olarak sayılır ve buna muhalif kanadı Dergah mecmuası oluşturur. Dergah mecmuasında (1921) ortaya çıkan Bergsonizm akımı, meşrutiyette Ziya Gökalp’ın etkisiyle Türk düşünce hayatına ağırlığını koyan sosyolojik düşünceye ve bu düşüncenin pozitivist niteliklerine bir tepki olarak dönemin sonunda, irrasyonalizmi, anti-entelektüelizmi, spritüalizmi ve metafiziği öne çıkarır.[3] Hilmi Ziya Ülken, Dergah mecmuasının Bergson izinde yayınlanmasını, ortamın “karanlık ve meyus havası”yla açıklar. Ona göre Bergsonculuk, “İstanbul’da yıkılan imparatorluğun enkazı üzerinde... maddi imkansızlıklar önünde manevi kuvvete ve yarı mistik bir ruh hamlesine dayanmak” fikrinden güç almaktadır. [4]
Ahmet Hamdi Tanpınar ise o günlerin havasını şöyle anlatır:
“... İstiklal Savaşı, İstanbul’da yaşayanların hayatını bir iç harbi haline getirmişti. ... Dergah’ta Şekip’in çalışmaları ile Durkheim, Bergson’un karşısında geriledi. Her cins sanatkar gibi, mücerret fikrinden hoşlanmayan realite üzerinde kendi sezişiyle düşünmeyi tercih eden Yahya Kemal bir gün Şekip Bey’e “Şekip biz hepimiz artık Bergsoncuyuz” demişti...”[5]
Dönemin Bergsonculuğu, Gökalp’in sosyolojik pozitivizmine tepki olarak “fert yok cemiyet var/ hak yok vazife var “ sözüne karşılık, tarihi ilerleten dinamik güç olarak bireyin yaratıcı hamlelerine önem vermeyi anlatma derdini taşır. Bu bakımdan Türk düşünce hayatına 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren damgasını vuran pozitivizme ve bilimciliğe tepki olarak metafiziğin önemini özellikle sanat, din ve ahlak alanlarında vurgular. Ziya Gökalp’in Hars, Milli Vicdan, müeyyide gibi kelimelerine Ruhun Kudreti, Hayat Hamlesi gibi kelimelerle alternatif getirmek ister. Dergah Mecmuası’nda Bergsonculuğu İsmail Hakkı, Mehmet Emin ve Mustafa Şekip Tunç yazılarıyla tanıtır ve savunurlar. Aralarında en tutkulu Bergsoncu! Mustafa Şekip’tir:
“...Götürüldüğüm yol hep akıl ve mantık usülleriyle açılmış bir takım suni caddelerdi.
Beni sevk-i tabiilerimden his ve heyecanlarımdan, ihtiras ve iradelerimden uzaklaştırarak teleskopları münhasıran akıl ve zekadan yapılmış bir rasathaneye bırakan ve burada da gözüme yalnız tefekkür-i sırfa veya mihanikiyyet adesesine dayayarak temaşa davet eden bir felsefe ile bir türlü kaynaşamamıştık.”[6]
Ülken’e göre Bergson felsefesinin vurguladığı, görünüşlerin ardındaki iç alemi meydana getiren sonsuz ve dinamik oluş sürecinden, ruhun irade ve hürriyet imkanlarından, hayat hamlesinden hareket eden Dergah çevresindeki aydınların amacı, Doğuyu aydınlatmak ve onun değerlerini yeni metafiziğe göre meydana çıkarmaktır. Ne var ki Türk aydınlanmasının yükselişe geçtiği Cumhuriyet dönemine, Ziya Gökalp ve düşünceleri, Bergsonizmden daha çok damgasını vuracaktır. İstanbul Aksanat kurumu da 2006 Nisan ayında Gilles Deleuze için başlıklı bir sergiye ev sahipliği yaptı. Sergi aracılığıyla Bergsoncu Deleuze’ü bir kez daha tanımaya ve anlamaya çalıştık. Thierry Kuntzel ve Jean Jacques Lebel’in çalışmalarından oluşan sergide, ünlü filozof Deleuze’e ait belgeler, ders notları ve bir video seçkisi de bulunuyordu. Sergiye paralel olarak Eric Alliez 1 Nisan’da; Dork Zabunyan 2 Nisan’da; François Zourabichvili 3 Nisan’da, Ali Akay 4 ve 25 Nisan’da; Ahmet Soysal 11 Nisan’da ve Melih Başaran 18 Nisan’da konferans verdiler.
Kalabalık geçen ve yaş ortalamasının hayli genç olduğu görünen toplantılar, akla yeni bir kuşağın, yazar/çizer/ressam Deleuzcü! yetişme ihtimalini ve bu ihtimalin sonuçlarını getirdi. Bu yüzden Türk modernizminde Bergsonculuk gibi eşzamanlı bir akıl eleştirisi geleneğinin varolduğunu hatırlayarak Aksanat’taki “Deleuze İçin” sergisi ve etkinliklerini bir akıl eleştirisi geleneğinin son halkası olarak tarihselleştirebilir miyiz? Her ne kadar böyle bir soru yapılan oturumlarda gündeme gelmese de bizim sormamız ve şöyle yanıtlamamız mümkün:
‘biz bundan sonra hepimiz Deleuzcüyüz’... Öte yandan bu Deleuzecülüğün de tehlikelerini göz ardı etmemek gerekiyor. Oturumlar içinde bir tek Ahmet Soysal, konuşmasında bu tehlikeye dikkat çeken konuşmacıydı. Deleuze’ü 1980li yılların başında Beyaz dergisindeki yazılarıyla ilk kez çeviren Ahmet Soysal, Deleuze’un Farkı başlıklı konuşmasına Türk edebiyatından seçtiği üç metinle başladı. Bu metinler sırasıyla Fazıl Hüsnü Dağlarca, Vüsat Bener ve Ece Ayhan’a aitti. Soysal, alıntılarını okudu ve onları Deleuze’un “içkin” kavramına örnek göstererek açıklamayacağını belirterek konuşmasını sürdürdü. Soysal, Delueze’deki aşkın ve içkin kavramlarını mercek altına aldığı konuşmasını çok önemli bir gerçeğe dikkat çekerek bir anlamda şu aralar epey “Deleuze”cü takılan bizleri de uyararak şu sözleriyle bitirecekti:
“... (...) dogmaların, kutsallaşmış düşünce yollarının yıkılması, heyecan, bazen de coşku örneğin psikanalize saldırdığında siyasi devrimci duygular.. O garip etki...Yaşamla ilgili etki... Deleuze’ün yarattığı bu etkilerle tanımlanma. Elbette dar bir akademizmle sınırlanmış felsefe anlayışlarına Deleuze düşüncesi yabancı gelmiştir ve gelmeye devam edecektir. Bunun karşısında bilinen tehlike ise dışta olanı marjinal olanı merkeze getirme isteğinin tehlikesidir...(...) Akademik dogmatik bir Deleuzecülük ne kadar kendi içinde çelişen bir nitelendirmeyse, bu yönde gelişebilecek eğilimlere karşı dikkatli olunması gerekir. Başka bir tehlike de Deleuze’ün düşüncesini felsefi sanatsal siyasi indirgemelere, basitlemelere uğratmaktır. Kendisinin buna bir ölçüde açık kapı bıraktığı düşünülebilir. Unutulmamalıdır ki Deleuze bir felsefecidir ve çoğu zaman oldukça zor bir felsefecidir. Kim Deleuze düşüncesinde neyi kullanmak istiyorsa kullansın ama o kullanılan şeyin gerçekten Deleuze’de olup olmadığına dikkat etsin. Deleuze’un akademikleştirilmesi kadar hor kullanılması da Deleuze’e haksızlıktır...”
Ahmet Soysal’ın konuşması,“Gilles Deleuze için” sergisiyle ilgili farklı, birbiriyle çelişen soruları sormamızı sağlıyordu. Hayatı boyunca kutsallaşmış düşünce yollarını yıkmaya çalışan muhalif bir filozof olan Gilles Deleuze hakkında, “onun için” bir sergi yapmak acaba onu ne kadar akademik kılmaktaydı? Ya da onu akademik kılmakta mıydı? Onu Türkiye’nin en kurumsal sanat merkezlerinden birinde bir seri konferans, video söyleşileri ve onun kavramlarından birine gönderme yapan birkaç sanat yapıtıyla tanımaya çalışmak tam da Deleuze’ün karşı çıktığı yeni bir akademizm üretmek anlamına gelmiyor muydu? Bir seri konferansla Deleuze’ü çeşitli yönleriyle ve kavramlarıyla anlamaya çalışmak Ahmet Soysal’ın dikkat çektiği tehlikenin ta kendisi değil miydi? Deleuze ve felsefesi, bir sanat merkezinde birkaç konferans ve bir sanat yapıtına mı indirgenmekteydi? Böylesine ‘zor bir felsefeci’, bir sergi aracılığıyla aslında hor mu kullanılmakta, İstanbul’un en merkezi sanat kurumunda onun düşünceleri merkeze mi getirilmekteydi?
Gilles Deleuze, “bir felsefe kitabı hem zor bir kitaptır hem de tamamen erişilebilir bir nesne, tümüyle açık bir alet kutusudur yeter ki o anda ihtiyacımız olsun, onu kullanmak isteyelim...”[7] diyor. Dolayısıyla bir sergi aracılığıyla Deleuze’un kendisi ve düşüncesi ‘bir alet kutusu’ işlevi göremez mi? Eğer bugün, en ihtiyacımız olan şey, akıl eleştirisi yapan eleştirel düşünceyse, Deleuze, tüm samimiyetiyle içkiden tenis tutkusuna her türlü düşüncelerini aktardığı sergide sunulan söyleşi videosuyla “erişilebilir bir nesne” olamaz mı? Deleuze’ün temel problemi, baştan beri kavramla yaşam arasındaki uzaklığın aşılması, düşüncenin olayla, olayın hareketiyle birleşmesiyse “bir sanat kurumunda düzenlenen bir sanat sergisi”, eğer Deleuze, “zor bir felsefe kitabı”ysa, bu uzaklığın mesafesini kısaltmaz mı? Sergi, tıpkı düşünce gibi “yaşamın dinamik hareketini, onu kavramın durağanlığında statik çerçevesinde dondurmadan” yakalayabildiği bir alan görevini yapamaz mı? Ya da tam tersine sanat merkezi ya da galerisi, yani sergi mekanı, “statik yapı”nın alanı değil midir?
Deleuze’e göre “gerçek hareket, yeniyi kendinde taşıyan süreklilikle yaratmayı birleştiren zamanın hareketi”yse ve bu zamanın hareketi, “öngörülemez ilerleyişiyle”, “yeni yaşam biçimleri”, “yeni algılama duygulanma tarzları” ve “yeni kavramlar” yaratıyorsa, bu zaman’la
kurumun zamanı çakışamaz çelişir mi?
Eğer Deleuze, “anlamayla olumlamanın iç içe geçtiği felsefenin pratik hale geldiği, iki yönlü bir çabanın önemini bize anlatıyorsa, “felsefe, yaşamı yakalamaya”, “yaşamın hareketine katılmaya yöneliyorsa, o halde “Gilles Deleuze için” sergisi, birbiriyle çelişen soruları sordurması, bir anlamda hem içkin hem de aşkını içinde taşıyan “oluş” içindeki yapısıyla ‘tam manasıyla ‘Deleuze”cü bir sergi’ olarak tanımlanabilir mi?
[1] G. Deleuze, F. Guattari, Felsefe Nedir?, (çev.T. Ilgaz), İstanbul, YKY, 1993, s.49-50.
[2] G. Deleuze, Bergsonculuk, (çev.H. Yücefer), İstanbul, 2006, s.12.
[3] “Modernizme Rağmen Modern”, Ayşegül Sönmez, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006. Osman Kafadar, Türkiyede Dönüşümler
[4] Hilmi Ziya Ülken
[5] Ahmet Hamdi
[6] Kafadar,
[7] Bergsonculuk, Gilles Deleuze
No comments:
Post a Comment