hasan bülent kahraman'la söyleşi

“İKTİDAR PAYLAŞILMAZ”

Hasan Bülent Kahraman, artık Amerika’da Princeton Üniversitesi’nde ders veriyor. Bu ay, küratörlüğünü yaptığı İşleiş adlı tek sanatçılık bir sergiyle İstanbul’da Aksanat’ta... Kahraman’la söyleştik...

Ayşegül Sönmez

-Sevgili Hasan Bülent Kahraman, Princeton Üniversitesi’nde bulunuyorsunuz bir süredir... Nasıl gidiyor?
İnsanın özel bir sorunu yoksa ve eğer entelektüel dünyayı en geniş ölçüde yaşamak gibi bir hırsı varsa Princeton’da bulunmanın kötü gidecek bir yanı yoktur. Princeton’un ayrıca bazı ve başka yerlerde bulunmayan özellikleri vardır ama bu söylediğim Amerika’da Sarmaşık Ligi denilen 10 üniversiteden oluşan üniversite grubu için geçerlidir. Princeton, Harvard’la bırlıkte es puan alarak bu ligin en önde gelen okulu. Amerika’da pek rastlanmadık ölçüde bır tarihsel geçmişi var. Milyonlarca kitabın sınırsız diğer entelektüel kaynağın bulunduğu, bulunmayanın derhal temin edildiği bir kampus burası. Küçük bir kasaba Princeton. Her şey insanların çalışması için düzenlenmiş. Şehir, ayrıcada büyük şehir hayatına alışmış birisi için kabul edilmeyecek bir ortam ilk bakışta. Akşam saat altıda yemeklerin yenip bitirildiği, ortalıktan elin ayağın çekildiği bir dünya. Ama o saatten sonra bilimin ve zihnin iç dünyası yaşamaya başlıyor. Onunsa sınırı yok. Hayatımın en mutlu dönemlerinden birisi diyebilirim, buradaki günlerim için. Daha önce Columbia ve Michigan’da olduğu üzere içimde kültürel açıdan ne kadar hırs biriktirmişsem son bir kaç yıldır (çünkü en son Columbia üniversitesinde aynı tatmini 2003 yılında yaşamıştım) hepsini tatmin ediyorum. Bu tatmin aynı zamanda da istediğim kadar okumak ve yazmaktan kaynaklanıyor. Gene de şunu belirteyim: üniversite sadece akademik etkinlik değildir. Benim için onun çok ötesinde humanist bir değerin teşekkül ettiği yerdir. Bu kavrama dönük eleştirileri biliyorum ama bu tür okulların insanda oluşturduğu asıl tatmin odur.

-Öte yandan Amerika akademi çevresi izlenimlerinizi de merak ediyoruz... Bir zamanlar Paris’e giden ressamlara sorulduğu gibi soralım: Amerika’da hava nasıl, ne konuşuyor, ne okuyor ne bakıyorlar?
Bu iyi bir soru. Çünkü, bir açıdan havanın o kadar iyi olmadığı bir dönemdeyiz. Dünya, Amerika’nın başlattığı ve benim de kısa bir süre önce yayınlanan bir kitabımda belirttiğim üzere, haksız, yanlış ve kanlı bir yayılmacılık savaşıyla sarsılıyor. Orta Doğu bölgesi kana bulanmış durumda ve savaş davulları susmuyor. Yakında İran ve Suriye dalaşmaları gelecek. Böylesi bir dönemde üniversite kampüslerinin çok daha yoğun bir tepki sergilemesini ben bekliyorum, kişisel olarak. Oysa hiç öyle değil. Bu tartışma daha savaş başladığında yapılmıştı. Vietnam savaşına en çok karşı çıkan ve 1960’lardaki büyük uyanışın öncülerinden olan Berkeley kampüsünde bile ölü toprağı var gençlerin üstünde. Bu üzüntü verici durum savaşın başlangıcında tartışılmıştı. Halen de aynen devam ediyor. Akademiya ise ikiye bölünmüş durumda. Savaşa karşı olanlar kuşkusuz çoğunlukta. Ama bu savaşı durdurmaya yetmiyor. Dolayısıyla kampüslerde şöyle veya böyle savaşın soluğu var.

-Ve tabii ki buradan orası nasıl gözüküyor?

Eh, tabii ki, iyi görünmüyor. Ben buraya biraz da o nedenle geldim. Ayrılmadan önce Radikal’de yazıyordum. Onu bıraktım. Çünkü, hem çok uzun bir süre olmuştu, hem de yazdıklarımın önemli bir toplumsal işlevi yerine getirse de artık değişmeyen bir Türkiye’nin veya değişse bile hep aynı kalan bir Türkiye’nin yazıları olduğunu sezinlemeye başlamıştım. Herkesin siyaset konuştuğu fakat kimsenin kültürel bir değer üretmediği bir ülke orası. Sadece buradan bakınca değil, içinde de belli bir mesafeden bakınca insan Türkiye’nin üç büyük sorun yaşadığını görüyor. Türkiye gerçekle, ciddiyetle, sorumlulukla bağını yitirmiş bir ülke. O bakımdan ben kendi değerlerimle toplumsal momentumun birbirinden iyice koptuğunu görünce gazeteyi bırakıp buraya geldim. Ama dönüp başka hırslarla bilenmiş olarak bıraktığım yerden başlayacağım.
-Tek kişilik bir serginin küratörlüğünü yapıyorsunuz... Tek kişilik sergi küratörlüğü deneyimine nasıl karar verdiniz? Eser Selen’i bir küratör olarak nasıl keşfettiniz?
Eser Selen benim eski öğrencim. Bilkent üniversitesinde derslerimi alıyordu. Sonra yurt dışına gittiğinde de referans mektubunu yazmıştım. Müthiş parlak bir öğrenciydi. Parlaklığı yaratıcılığından ve aykırı oluşundan kaynaklanıyordu. Amerika’daki öğrenimi sırasında da ilişkimizi sürdürdük. Şimdi doktorasını bitirmek üzere. Nelerle uğraştığını başından beri biliyorum. Yaptıkları benim üzerinde kafa yorduğum ve Sabancı Üniversitesi’ndeki derslerimde ele aldığım olgulara çok koşut şeyler. O bakımdan onun bir sergi açması dünyada beden konusunun ve ona bağlı diğer değişkenlerin tartışıldığı bir dönemde bize yeni bir ufuk getirir diye düşündüm. Bu sergi için çalışırken bunun ne kadar isabetli bir karar olduğunu gördüm. Bu sergiyi danışma kurulu üyesi olduğum Aksanat’a önermiştim. Bu vesileyle İstanbul’da çok yeni, tutarlı ve ilginç bir şey yaptığına inandığım o kuruma teşekkür etmem gerekiyor.

-Bu anlamda küratörün bir sergide taşıdığı anlamı biraz tartışabilir miyiz? Son yıllarda çok sorgulanan bir yapı küratörlük... Ülkemizde de bunun yansımalarını yaşadık geçtiğimiz yıl... Küratörün görevini siz nasıl tanımlıyorsunuz bu sorgulamalar ışığında?
Yukarıdaki sorunuzun bir bölümünü eksik bırakmıştım: tek kişilik sergi kayyumluğu Onu bu sorunuzla bütünleştireyim. Haklısınız küratörlük bu dünyada çok tartışılan bir şey. Küratörlük, avangardın ölümünden sonra doğdu. Sanatsal gerçekliğin bir tek sanatçının kimliğinde teşekkül etmesini zımni olarak öngören Kantçı estetik ve onun simgelediği düşüncenin öznesi aşıldı avangardın ölümüyle birlikte. Buradan Hegelci ve Nietzscheci bir sıçramaya geçildi. Çünkü, sanatın ölümünü savunan ve özneye mutlak bir anlam yükleyen Hegel’di. Nietzsche ise modernite eleştirisi içinde (buna eleştiri denilip denilmeyeceğini hala düşünüyorum, huzursuzluğu demek bana daha uygun görünüyor) öznenin parçalanmışlığını söz konusu ediyordu. Bence çağdaş sanat buradan doğdu. 1945 ama özellikle de 1970 sonrası sanat, öznenin parçalanmışlığı karşısında yaşanan ürküntünün ve yıkımın bir uzantısıydı--eğer rantı demeyeceksek. Biraz abartarak biraz da kaydırarak söyleyecek olursam kayyum parçalanmış sanatçı öznesini tümleyen bir katalizör olarak doğdu. Fakat iş öyle bir noktaya geldi ki, kayyumun varoluşu sanatçıyı da sergiyi de aşmaya başladı. Bunda şaşacak bir şey yok: iktidar paylaşılmaz. Müzik alanının emprezaryosu ile görsel dünyanın kayyumu örtüştü. Ben kim ne derse desin buna karşı çıkıyorum. O bakımda da da kayyumluk sürecinin daha dar tutulmuş sergi kapsamıyla bütünleşmesi gerektiğini savunuyorum. Bu sergiyi de bu bağlama oturtarak düşünmüştüm. Ama serginin oluşumu bütünüyle Eser Selen’in kişisel ve sanatçı özgürlüğü içindedir. Benim o sürece bir tek müdahalem olmamıştır; sadece sorduğu bir şey olduysa onları yanıtlamakla yetindim. Ama katalogda yayınlanacak yazının kapsamı ve görüş alış verişi elbette ayrı bir süreç.

-Serginin adı İşleiş tam olarak ne demek? Serginin kavramsal çerçevesi itibariyle neler ifade ediyor?
Bu soruyu Eser Selen’in yanıtlaması gerek. Burada sadece dışarıdan bir göz olarak şu kadarını söyleyeyim: sergi beden-sanatçı-iş bağlamında üst üste binmiş, iç içe geçmiş işle işin bir işleyiş oluşturduğu bir sergidir. Ötesi sergi mekanında saklı.

-Serginin sorduğu soruyu size sorsak: bedenin bütünlüğü içsel midir yoksa dışsal mı?
Felsefe alımlamalarının vereceği yanıtlar farklı olacaktır. Daha varoluşçu bir anlayışla daha maddeci bir çıkış kat yerlerini meydana getirecektir ki, bu iki ekolün ayrışma noktası da budur. Ama bana sorarsanız beden, tıpkı dil gibidir. Nasıl dilin ne sadece altyapıya ne de sadece üstyapıya ait olduğunu söyleyebiliyorsak aynı şekilde bedenin bütünlüğünün de sadece içsel veya dışsal olduğunu iddia edemeyiz. Gene de son dönem toplumsal kuram çalışmalarının getirdiği önermelere kulak vermek gerek. Ben katolog yazısında da belirttiğim üzere bedensel bütünlük dediğimiz olgunun bir parabol çizdiği kanısındayım. Dışsalken içsel içselken dışsal bir süreçtir beden bütünlüğü. Ayrıca şunu vurgulayayım: niye bütünlükten söz ediyoruz? Belki de beden konusunda vardığımız en son yer onun parçalanmışlığıdır. Gerçeküstücülük bunun ilk durağıydı sistemli bir akım olarak. Sade-Bataille ikilisi bunu başka bir eşiğe taşıdı. Şimdi de sanal dünyanın, estetik operasyonların, yüz nakillerinin getirdiği yeni bir durak var karşımızda. Parçalanmış beden bütünselliğimizin kildi özünde.

-Sizce beden nasıl bir mekan imkansız bir mekan mı kişi için?
Evet, bence öyle. Bedenin fizik bütünlüğü aslında algılamadığımız bir şey. Düşününce bunun şaşırtıcı bir şey olduğunu görüyoruz. Bedenimizi duymuyoruz biz. Dalağımızın çalıştığından veya böbreğimizin varlığından haberimiz yok. Cinselliğin değil ama cinsel ilişkinin farkı ve imkansızlığı da burada. Bize bir bedenimiz olduğunu ayrımsatıyor ama gene de orgazmın ne olduğunu söyleyemiyoruz. Ona küçük ölüm denmesi bu imkansızlık ilişkisinin en uç fakat gerçekçi noktası. Belki sadece hastalıkların, yaraların getirdiği duygu bize bedenimizin varlığını anlatıyor ki, onu da istemiyoruz. Böyle bir mekan için olanaklardan söz edilebilir mi?

-Bedensel ile mekansal olanın iç içe geçtiği işleri 1960lı yıllardan beri özellikle feminist sanatçılar sahnesinde rastlıyoruz. Bu anlamda Eser Selen’in işi feminist teorilerle bir birliktelik-kardeşlik taşıyor mu?
Bu sorunun geniş yanıtını katalog yazısını okuyanlar bulacak. Kuşkusuz öyle. Hatta daha öteye gidip şunu söyleyeyim: bu sergideki iş feminist kuramın vardığı en son durağı daha da ileriye götürüyor. Çünkü arkasında hem o birikim var hem de daha fazlası: sanatın dili ve aşkınsallığı. Bedenin imkansızlığına sanatın aşkınsallığının eklemlenmesi bu sergi.

No comments: