“O Yeşilçam duygusu bambaşka bir duygudur.”
Gülsün Karamustafa sitem etmekte aslında haklı. Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı, Ekrem Bora, Cüneyt Arkın ve Fikret Hakan’ın ağladığı sıra dışı video projesi Erkek Ağlamaları-Men Crying’i iki yıl önce gerçekleştirdiğinde, basın ve medyadan hiç ilgi ve alaka görmezken, iki yıl sonra bugün Paris’te Immanence Galeri’de solo olarak gösterilmesiyle değil, İngiliz sanatçı Sam Taylor Wood’un, Crying Men’iyle benzerliğiyle gazete ve dergi sayfalarına taşınıyor. Karamustafa’yla iki yıl rötarlı olarak bu ayın 26’sına kadar Paris Immanence Galeri’de açık kalacak Cryin Men’i, Yeşilçam sinemasını, modernizmin yasaklarını konuştuk.
Akademi, 1969 Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesi mezunu olup, bu atölyenin mezunlarının arasında kendine çok farklı, bambaşka bir yol çizmiş bir sanatçısınız. Ve şöyle diyorsunuz: “itiraf etmeliyim ki, modernizmle aram hiçbir zaman iyi olmadı.” Bunu biraz konuşalım mı?
Hakikaten modernizmle aram hiç iyi olmadı. Okula girdiğim dönemde Akademi’de çok yoğun, modernist bir eğitim vardı. Ama aynı anda ona karşı olanların, ona isyan edenlerin de varlığı hissediliyordu. Bu daha sonra Türk resmine figürü getirdi. Buradaki modernizmden kastım, soyut anlamda bir modernizm ki hocalarda, bir anlamda bununla ilgili empozan bir tavır da vardı. Onun dışında Komet, Mehmet Güleryüz, Utku Varlık gibi tamamıyla buna karşı olan kişilerin buna direndiğini de görüyorduk. İlk girdiğimizde manzara böyle bir şeydi. O dönemde, bu manzaranın da etkisiyle, sanatın bir anlamda kendini tekrar ederek değil de, kendini aşarak bir yerlere geldiğinin farkına vardım. Ve gerçekten okuldan mezun olmak için gerekli olan şartları yerine getirmekte zorlandım. Okul bir sömestre uzadıysa da Burhan Uygur’la birlikte 1969 yılının Şubat ayında mezun oldum. Ve ondan sonra da kendi bildiğim doğrultuda devam etmeye çalıştım.
Okuldaki modernizmin yasaklarıyla hayatınız boyunca hesaplaştığınızı, bugüne kadar yaptığınız tüm işlere bu hesaplaşmanın yayıldığını söyleyebilir miyiz?
Elbette... O bir hesaplaşmaydı ve orada da kalmadı. Onun devamlılığını belli bir süre hissettim. 1990’ların gelmesi, bazı şeylerin değişmesi ve birçok kapının açılmasıyla birlikte kendi yaptığım işin doğru bir yere oturduğunu görmüş oldum.
1990’larla birlikte birçok sanatçı, özgürleşti. Ama siz zaten 90’lı yıllar gelmeden bu tür bağımsız eğilimler içindeydiniz. 90’lar geldiğinde kendinizi doğrulamış mı oldunuz?
Bu ilk akademi yıllarından sonra 80’li yıllara geldiğimizde, sanatçılar, dünyaya çok kapalıydı. Dünya ilişkileriyle çok iletişim halinde değildiler ama bir yandan sürekli bir ürün verme hali vardı. Sanatçılar bir araya geliyor, sanatçı inisiyatifi denilen o güçle birlikte sergiler açıyorlardı. Aslında 1980lere damgasını vurmuş olaylardan biri budur. Örneğin, sanatçı inisiyatifi yani yönlendirmesiyle “Türk Avangard Sanatından Bir Kesit” adlı sergilerden bahsedebiliriz. Bu 1990’lara kadar gelip dayanan bir sergi serisidir. Kendi içinde ayrılıklar oldu vesaire ama bu sergilerin sürekliliği bu dönem için çok önemlidir. 1980’lerin sonunda, 1987-1988 gibi bir tarihte, İstanbul Bienali fikrinin ortaya atılması ve 1993’te Vasıf Kortun’un Feshane’de açtığı sergiyle birlikte Türk sanatçıları bir anlamda kendilerini bu değişken ve hareketli olayın içinde buldular. Ama elbette bu gökten zembille inmedi.
Vasıf Kortun, “1993 yılından önce Türkiye’de sanat yoktu” diyor. Bu tespit, o zaman yanlış mı?
Aslında bir anlamda doğru bulduğum bir tanım. 1993’ten önce bir hazırlık vardı. Birikim vardı. O birikim şöyle veya böyle belli bir noktada, 1993’te kopmaya neden oldu. Ve 1990’da yaşanan olay yani söz konusu nokta ile ana bellek sergileriyle daha sonra İstanbul Bienali’yle meydana gelen başlangıç noktası, aslında eskiden tam anlamıyla bir kopuştur. Bunu böyle ortaya koymak gerek. Dolayısıyla onların konumlandırdığı, söylediği doğrudur. Bunun arkasında, buna yönelik bir araya gelen ve üretim yapan ürün veren birçok kişi vardır. Ama bu bağlamdaki işlerin gerçek miladı, doğumu 1990’dır. Bunu kabul ediyorum. Ondan önce kafalar karışık, nereye doğru yönleneceğini bilmeyen birçok durum vardı ortada.
Sizin 80’li yıllarda kafanız karışık mıydı?
Ben bugün 80’li yıllarda ne yaptığıma dönüp baktığımda, o dönem için, önemli bir iş yaptığıma inanıyorum. O zamanlar ne yapabilirim diye düşündüğümde, bir gözlemci olarak varolabileceğime inanmıştım. Ve o gözlemlerimin bana sunduğu, getirdiği sonuçlarla, arabeskleşme, belli bir süreç içinde toplumun biçim değiştirmesi ve onun yeniden yapılanması üzerinde bir takım işler ürettim. Bana kalırsa, o işler, o günü değerlendirmiş ve saptamış olduğu için gerçekten önemli işlerdi.
Kendinizi tanımlamak zorunda kalsanız nasıl tanımlardınız?
a)modern b)güncel c)çağdaş d)öncü e) anti-modernist
Kesinlikle çağdaş sanatçı olarak tanımlarım. Yaptığım iş, çağdaş sanatla ilgili bir iştir.
Çağdaş sanat demişken geçtiğimiz İstanbul Bienali’nde Dan Cameron’la yaptığım röportajda çağdaşlığın ne olduğunu konuştuğumuzda çağdaş sanattan ne anladığını şöyle anlatmıştı: “dünyanın farklı noktalarında birbirlerini tanımayan insanların aşağı yukarı benzer işler üretmeleri”. Oysa kendim başta olmak üzere burada, sanat dünyasında bir yeni merakı var. Yeni ve görülmemiş iş peşinde koşup, benzerlerini gördüğümüz işleri fena halde eleştiriyoruz. Men Crying’inizle, Wood’un Crying Men’in çakışması tam da bunu mu anlatıyor?
Kesinlikle... Her şeyin birlikte paylaşıldığı bir dünyada, böyle şeylerin gayet doğal olduğunu düşünüyorum. Böyle bir şeyle sadece sanatta değil, tasarımda, mimaride, bir elbise tasarımında, her şeyde karşılaşılabileceğini tahmin ediyorum. Yani insan aklının, belli bir yerde, belli bir bağlamda düşünmeye başladığı zaman, ortaya yakın ya da birbirine benzer sonuçlar çıkması gayet normaldir. İletişimin bu kadar hareketlendiği ve Ahu’nun (Antmen)’in çok da güzel dediği gibi fikirlerin uçuştuğu, büyük bir hareket içinde olduğu bir dünyada bundan daha doğal bir şey olamaz. Bu noktada bana tesir eden konu ise bambaşka. Benim işimin böyle bir bağlamda birdenbire gündeme gelmesinin beni ne kadar üzdüğünü anlatmam gerekir. Ben bu işi üç sene önce yaptığımda çok heyecanlıydım. Yaptığım işin iyi bir proje olduğundan emindim. Gerçekten bu proje cevabını aldı. Önce Vasıf Kortun’un küratörlüğünü yaptığı Proje4L’de açılış sergisinde sergilendi. O günlerde Musee d’Art Moderne’in koleksiyonuna dahil edildi. Ondan sonra Kore’de bir 2000 yılı sergisine davet edildi. Yine Japonya’da Fulya Erdemci ve Vasıf Kortun’un küratörlüğünü yaptığı bir sergide sergilendi. Arkasından Setinye Bienali’nde, üç şehirde birden bir film programında gösterildi.
Locarno Film Festivali’ne Harald Szeeman tarafından davet edildi. Şu anda yine müze koleksiyonunun bir parçası olarak Paris’te özel bir galeride, Immanence Galeri’de, kişisel bir sergi olarak bu ayın 26’sına kadar devam ediyor. Bu işi ilk yaptığımda çok heyecanlıydım. Projede bir ekiple çalıştığım için benim için duyurusunun yapılması çok önemliydi. Atıf Yılmaz’ın yönetmenliği, ışıkçı, set, kameraman arkadaşlarımızın katkıları ve en önemlisi kocaman starlarımızın kalkıp bizim için bu sahneleri tekrar oynamaları olağanüstü bir duygu yaratmıştı üzerimde. Bu projenin çok özel ve büyük bir şey olduğunu düşünüyordum ve genelde diğer işlerimde hiç yapmadığım gibi basına bunu duyurmak istedim. Basın, projeyi bugün olduğu gibi karşılamak bir yana, rica ettiğim halde birkaç yerde haber bile çıkmadı.
Ne zaman proje, bir Batılının benzerini yaptığı zaman gündeme getirildi, o zaman büyük ilgi gördü ki, bu çok düşündürücü bir şey. Ben, projenin şu anda Paris’te sergilendiğinin haberini yapmalarını rica ettiğimde, projenin Wood’la benzerliği dikkat çekti ve gündem oldu.
Bu ilgiyi küçümsemiyorum, bu da çok önemli ama projenin daha farklı değerlendirilmesini arzu ederdim.
Rötarlı sorarsam, projeyi gerçekleştirirken neler yaşadınız? Sizin zaten bir sinema deneyiminiz de var... Benim Sinemalarım...
Bir filmim var ama altı sene sanat yönetmeni olarak çalıştım. Çok iyi filmlerde çalıştım. Yine Atıf Yılmaz’ın Bir Yudum Sevgi gibi. Başar Sabuncu’nun Asılacak Kadın, Kupa Kızı gibi... 4 bölümlük bir TV dizisi olan Okan Uysaler’in yaptığı Gecenin Öteki Yüzü gibi. Hepsinde sanat yönetmenliği benimdir. Erkek Ağlamaları için ekip bir araya geldiği zaman, çok şey konuşuldu ve paylaşıldı. “Neden tekrar eski günlerdeki gibi filmler çekmiyoruz” denildi. Bu da beni çok mutlu etti. Projede set, gerçekten tam bir Yeşilçam duygusu içindeydi.
Nasıl bir duygu o?
Yeşilçam, başka bir şeydir. Şimdilerin sinemacıları daha farklı koşullarda çalışıyorlar. O Yeşilçam duygusu, bambaşkadır. Bu sabah Atıf Yılmaz’ın son filminin haberi vardı. Uzun uzun ekibin fotoğrafına baktım. O fotoğrafta, işte Yeşilçam’dan kalma o duygu yine vardı.. Yazı-Tura’nın ya da Askerde vesaire filmlerinde bunu göremezsiniz.
Arada nasıl bir fark var?
Yeşilçam çok sadedir. İnsani ilişkiler bakımından, doğrusunu söylemek gerekirse, çok yakın ve duygusal ilişkiler içindedir. O filmler, az sayıda insan ve yoksunluk içinde yapılmıştır. Varlık görülmez. Her şey uydurulur, bir araya getirilir ve sunulur. Onları özel yapan budur. Samimiyetidir. İçten olmasıdır. Yeşilçam’da herkes verir. Hiç kimse, almaya alışık değildir. Bu yüzden senelerdir ortaya çıkan işleri seyrediyoruz, bitmiyor. Türk sineması var.
Siz var diyenlerdensiniz?
Hem de nasıl...Gümbür gümbür... Her şeyiyle var.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment