Sarkis söyleşi 2006

Bir zaman bağışlamak

Ayşegül Sönmez

Serginin girişinde gül kokusuyla karşılanıyor. Kendinizi Akbank Kültür Sanat Merkezi’nin galerisinde, uzun zamandır olduğu gibi size tanınmış belirli bir alanda sıkışmış hissetmiyorsunuz. Bir kilometre taşı sergisi sayesinde, İstanbullu izleyicinin kendine güveni geri geliyor. O güne kadar dışlanmışlığının acısını çıkarıyor. Ona tanınan kısıtlı alanlarla, uzun alıntılardan oluşan çeviri cümlelerle dolu duvarlarla kuşatılmamış bu kez. Bu kez izleyici, bir film yönetmeni gibi. Kendi filmini çekecek bir Tanrı. Sergi, onun belleği. O serginin...


Sinema salonu, kitaplığı, müzik dinleme odası, suda suluboya atölyesiyle bu sergi alternatif bir müze modeli iddiası mı taşıyor?

Ali Akay, Paris’e gelip Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde, galeride bir sergi yapmamı istediklerini söyledi. Galeriyi gelip gördüm. İlgimi çekmedi. Burayı bir galeriye indirmek istemedim. Galeri başka bir olaydır. Sonra diğer katları gezdim. Bütün katları verirseniz, ben bir concept oluştururum, dedim. Bu conceptte alternatif müze kelimesi pek yerinde değil... Çünkü müzenin çağdaş sanat merkezinden bir farkı var. Çağdaş sanat merkezi, koleksiyon sergilemez. Müze derken çok dikey bir tavra kapılıyorsun. Müze... Halbuki benim bütün yaptıklarım dikey değil, yatay. Bu sergide, ben burada, çağdaş sanat müzesi değil, çağdaş sanat merkezi nasıldır,onun pratiğini yapıyorum. Akbank Kültür Sanat Merkezi ekibine “çok angaje olmanız lazım” dedim. Ve çok angaje oldular. Bütün fotoğraflar, taze taze yapıldı. Başka yerde yaşamış fotoğraflar getirmek istemedim. Burada gıcır gıcır olmasını istedim. Her şeyin burada yapılmasını istedim. Kendi yağımızla nasıl pişirilebileceğimizi göstermek istedim.

Pişebiliyor muymuşuz?

Kendi yağımızla pişemezsek kişiliğimiz olur mu olmaz mı başka tabii. Bana kişiliğimiz olamaz gibi geliyor. Kendi yağımızla pişeceğiz. Kendi sözümüzü söyleyeceğiz.


Şu anda İstanbul, çoklu bir müze dönemine girdi. Bu dikkatinizi çekti mi?

Başka müzeleri bilmiyorum ama İstanbul Modern’i gezdim.


Nasıl buldunuz?

Ben bu müzeden bir şey öğrenmiş değilim. Bu cins müzelerden çok gördüm. Bu anlamda klasik bir müzecilik bu. Modern müzecilikten önceki bir dönem örneği. Burada Türkiye’de müze nasıl olur, onun cevabını vermiyor. Şu anda birkaç kişinin koleksiyonun gösterildiği bir salon gibi. Etkinliğinin ne olduğunu bilmiyorum. Kütüphanesinde ne oluyor, çağdaş sanat programları nedir, haberim yok. Klasik tipte eserler toplayalım, onları gösterelim, denmiş. Bu yeni bir şey değil. Ben İstanbul’dan başka bir şey bekliyorum.

Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde tüm katları birbirine bağlıyor. Girişte geleni gül kurularıyla karşılıyor, bir anlamda mekanın kendisini askıya alıyor, oranın “ev” gibi algılanmasını sağlıyorsunuz... Bu, bu mekan için yeni bir şey...

Klasik anlamda, monografik bir sergi yapma kavramı beni ilgilendirmiyor.
Hep gitmeyenin üzerine giden bir iş yapmak istiyorum. Çalışması gereken bir şekilde çalışmayanın üstüne gitmek, o nasıl iyi çalışırın cevabını işime sokuyorum. Beni ilgilendiren bütünlük fikri. Bir yapıtta bütünlük fikri olmazsa olmaz. Benim için bir sergi düşündüğüm zaman bu bütünlük fikri beni ilgilendiriyor. Akbank Kültür Sanat Merkezi’nde benim yapmak istediğim de bu. Bir platform kuruyorum ve farklı disiplinleri bu sergiye çağırıyorum. Sinema sanatını çağırıyorum. Bir kütüphane fikrini çağırıyorum. Bir dans fikrini çağırıyorum. Bir okul fikrini çağırıyorum. İki hafta 8 genç sanatçıyla gerçekleşecek okulla birlikte eğitimi de çağırıyorum. O da serginin bir parçası, çocuklar da... Bir antrenör gibi. 7 takımın antrenörü gibi.


1984 yılında Art Press dergisine şöyle demişsiniz: “Benim parçalarım bir arada bütün oluştururlar. Her bir serginin kapsamı içinde ve her serginin diğer sergilerimle kurduğu bütünlük içinde...”

Aynı çizgide gidiyorum...

Evet, inanılmaz. Hiç zaman geçmemiş gibi... İşleriniz gibi.... “Çağların sonu, çağlar başı”, 1983 yılında yaptığınız işinizin adı. O zamanın tersine şimdi çağın sonu değil, yeni bir çağın başındayız ve sonuna ilişkin bir sürü efsanenin, teorinin de içindeyiz.

Bütün dünyanın en çok konuşulan kelimesi teröristler... En baş teröristler bile bu kelimeyi kullanıyorlar...Ben tabii sergimde bu dünyamızın bu sert tarafını unutturmak katiyen istemiyorum. Bu her katta sürekli var. Su içinde suluboya atölyesinde çocuklar suluboya öğretirken öteki tarafta çok ciddi bir okul var. Çok amaçlı salonda film programları koydum. Bazen büyük bir aşk filmi seçtim. Bazen çok şiddetli filmler seçtim. Çünkü sadece komik değiliz. Sadece dramatik de değiliz. Sadece trajedi içinde yaşamıyoruz da. Bunların hepsi var. Aslında benim işimde bu var. Benim işimde belirli bir yaştan sonra ölüm de girmeye başladı. Bizim ayaklarımız yere dayanıyor. Yerde yürüyoruz. İlişkilerimiz hep bu yerle oluyor. Dolayısıyla şimdiyle oluyor. Ve şimdiki yerde oluyor. Bugünün analizinin yaptığında sen ileriye açık kalamıyorsun.

O zaman bugünün analizini yaparak çağdaş bir yapıt yaratmak imkansız mı?

Benim arzum, hiçbir şeyi dondurmamak. Bir işimde, bir çerçevenin üstünde, neonlarla kuzey, batı, doğu, güney yazılı. Bakıyorsun doğu yerinde değil, batı batı yerinde değil. Onlar yer değiştirmişler. Ve aslında kültürler arasında kavganın olamayacağını nefretin ve harbin olamayacağını düşünüyorum. Bunu AICA’nın ödül töreninde de söylemiştim. Bu konunun üzerine çok işler üretmeye başlamışım. Son işlerim, on yıldır bir takım objeler var. Değişik kültürlerden objeler birbirleriyle yaklaşıp birleşip bir vücut oluşturmaya başladılar. Son yaptığım üç boyutlu obje, Hindistan’ın Guijarat yöresinden 18. yüzyıldan kalma bir mabet tahtadan, onun üzerinde bir 40 milyondan beri oluşmuş bir timsah fosili, çok kırılgan bir obje neondan, bu fosillere yaslanmış duruyor. Şakak sinirimin büyütülmüş ve neondan heykeli bu üçü beraber yaşıyor. Burada bir zaman aşınması var ve bu zaman aşınması içinde sınır yoktur. Bunu sanat yenebilir.

Size yine 1983’te sormuşlar “bir hudut adamı mısınız” diye, siz “karşıtlıklar ve belirsizlikler arasında gidip gelen bir süvari sanatçıyım” demişsiniz.

John Cage’i tanır mısın? Onun Roaratorio diye bir operası vardır bir saatlik. Joyce’un Dublin hikayelerinden yola çıkar. Ve oradan bütün dünyaya yayılır. İki saniye sonra Dublin sokaklarından Hindistan’daki bir yöredeki çocuğun bağırışına gidersin. Oradan gelirsin, oradan gidersin... Bence sanat bu... Sanatın platformu bütün dünyadır. Tabii bunu gençken anlatmak zor.

Gerçekten neyi anlatmak istediğine bir türlü karar veremediğin için mi?

Aslında karar vermiyorsun bile.. Doğaçlama geliyor... Zaman. Akademi iç mimari bölümünü bitirdiğim zaman guvaj kağıt işler yapıyordum. Yaptıklarımın mimariyle ilişkisi hiç yoktu. Sadece para kazanmak için yaptığım işlerde mimariden yararlanıyordum. Sonra günlük olayların görüntüleri işlerime girdi. Anlamın üzerine gidiyordum ve sükse yapan işlerimi sanat sistemlerinin meta olarak düşünmesi, yaptıklarımın karşına geçenlerin bu kolajın mavisi ya da pembesi yok mu demeleri beni depresyona soktu. Depresyondan çıktığımda daha önce yaptığımın tam tersini yapmaya başladım. Gördüğünüz zaman onunla konuşabildiğiniz işlere. Sonra çok sert işler yaptığım bir dönem geldi. Renksiz ve sert. Şimdi Wagner’le ilgili Cenevre’de bir iş yapıyorum. Eski şeytanlarım uyandığını hissediyorum. Sert bir iş olacak.



(Sarkis’e teşekkürler... Bir kilometre taşı”yla, Türkiye’deki çağdaş sanat merkezlerinin “gitmeyen yönleri”nin en azından sergisi süresi olan 2 ay boyunca gitmesini sağladığı için... İzleyiciyle birlikte varolan bir süvari olduğu için. İnsanın trajik yazgısını sanat sayesinde erteleme ilüzyonunu yarattığı için. İçerisini dışarısı olarak önerdiği ve dışarıdakine içeriden biri olma fırsatını tanıdığı için...)

No comments: