İstanbul Meltemi sergisi review Birgün'den

Bu meltem başka meltem...

Ayşegül Sönmez

İstanbul’da esen meltemin düşündürdükleri çok ama çok sorunlu... İstanbul Meltem’i, Almanya’da çeşitli kurumlarda daimi küratörlük yapan Necmi Sönmez’in, Can Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi için gerçekleştirdiği bir güncel sanat sergisi.

Necmi Sönmez, Sevda-Can Elgiz koleksiyonunda yer alan genç Alman-Türk sanatçılarının çalışmalarından yola çıkarak, kendi deyimiyle görkemli bir kentte, İstanbul’da, bir araya gelen güncel sanat ürünlerini yeni bir yorumlama odağına yerleştirmeyi hedeflemiş. Türkiye’deki ilk uluslararası çağdaş sanat koleksiyonu kimliğine sahip Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nin, sergiyle birlikle farklı bir kimliğe bürüneceğini, farklı görsel deneylerin izleyiciye sunulduğu yeni bir tartışma alanına dönüşeceğini iddia ettiği sergi yazısında şöyle yazmış:
“(...)Genelde sanatçılara daha önceden belirlenmiş kavramlar çerçevesinde yeni bir çalışma üretmeleri için davette bulunan bir sergi yapımcısıyım. Var olan bir müze koleksiyonunu yeni açılımlarla yorumlamaya çalışan bu sergide, daha ilk adımdan itibaren Sevda ve Can Elgiz’le diyalog içinde olmam, ortak duyumların, ortak sorumlulukların gündeme gelmesine neden oldu. Serginin ana çerçevesini belirleyen bu ortaklıklar koleksiyona girecek olan yeni çalışmaların seçiminde önemli bir rol oynadı. Yaklaşık bir yıla yayılan bu dönemin ardından bir yanda daha önce koleksiyona kazandırılmış olan çalışmaları incelemem, öte yandan sergi nedeniyle alınan yeni işleri bir diyaloga sokarak kendi yorumumu sunmam gerekiyordu.”
Peki küratör Sönmez’in bahsettiği kurumun sahibi ve sahibesiyle kurulan ortaklıklar neler olabilir? Böylesi ortaklıkların neler olabileceğine ilişkin önemli bir ipucuyu yine sergi katalogunda Sönmez’in serginin sanatçılarından Tine Benz’in işi üzerine yazdığı yazıda bulabiliyoruz:
“Kendileri de mimar olan Sevda-Can Elgiz çiftinin, Tine Benz’in çalışmalarına olan ilgisinin biyografik bir noktadan çıktığını düşünmek mümkün. Koleksiyonda iki büyük boyutlu resimli temsil edilen sanatçı, sergide her iki tuvalini de içeren üç boyutlu bir çalışmaya girerek izleyicileri adeta bir mimari labirentinin içinde gezinmeye davet ediyor...”
Küratör Necmi Sönmez’un bu sözleri, “ortak duyumların” ve bu “ortaklıklar”ın belirlediği seçimler üzerinde sergiyi dolaşırken düşünmemiz gerektiğine dikkat çekiyor.
Sanatın özerkliğini, bir müzenin kamusal bir alan olarak ne kadar kamuyu temsil edebileceği gerçeğini sorgulama çabasını da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla Necmi Sönmez’in, “ışığına, havasına, mimarisine, seslerine hayran olduğu, hayatının ilk yarısını geçirdiği İstanbul’da esen meltem rüzgarından yola çıkarak soyut bir yorumlama alanı oluşturmaya ve sergide yer alan çalışmaları, İstanbul’un dinamiklerinden yola çıkarak birbirleriyle ilişkilendirmeye” çalıştığı, “bir tür rüzgar almak, rüzgar vermek” istediği sergisindeki rüzgarın doğal bir rüzgar mı yoksa vantilatörden gelen suni bir havalandırma olup olmadığını sormamız gerekiyor. Türkiye’de estetiğin yani özerk bir alan olarak estetiğin tarihi çok ama çok yeni. Bu da böylesi sorgulamaları yaparken bizi tıpkı Türk sineması karşısında yaptığımız gibi “Türk filmi için iyi” demek durumunda bırakıyor. Yine de Türkiye’nin kendine has modernizm serüveniyle çerçevelenen modernlik deneyimi ya da modernlik deneyimiyle çerçevelenen modernizm serüveni yine bizi, bir kurumun sahibinin ve sahibesinin zevkine öncelik veren bir estetiğe göre seçilen eserlerin, yine kurumun sahibinin koleksiyonundan oluşan bir başka kattaki eserlerle birlikte sergilenmesi, sanatın özerkliğine ilişkin inancımızı bastırmamızı engellememeli. Ve tabii ki yine o kurumun, bir koleksiyoner evi mi, yoksa gerçekten kendi kendini adlandırdığı gibi “çağdaş bir sanat müzesi” olup olmadığı sorusunu sormaktan alıkoymamalı. Çünkü bahsettiğimiz mekan, bir süre Proje4 L Güncel Sanat Müzesi olarak kavramlı küratörlü sergiler yapmış. Daha sonra tamamen sahibinin koleksiyonunu yani bir anlamda hazinesini sergiler duruma gelmiş. Dolayısıyla kamuyla olan bağlarını kopartmıştır. O zaman bu kurumun, kendi kendisini Çağdaş Sanat Müzesi olarak adlandırsa bile, bir çağdaş sanat müzesi olarak işlemesi mümkün müdür?
Bugün orası Can- Sevda Elgiz çiftinin büyük bir toplumsal sorumluklukla ve sevgiyle koleksiyonlarını onu görmek isteyenlere sunduğu, koleksiyonlarına yeni aldıkları parçaları tanıttığı bir eve benzemektedir. Bu eve konuk olan küratör de, sanatçı da, dolayısıyla özerk bir deneyimden yoksun kalacak. Misafir olacaktır. Misafir ise umduğunu değil bulduğunu yiyecektir. Elbette, sanatın özerkliği burjuva toplumuna ait bir kategoridir. Sanatın, hayat pratiği bağlamından uzaklaşmasını tarihsel bir gelişim olarak betimlememize izin verir.
Burjuva toplumunda sanatın baskın özelliği, hayat pratiğinden uzaklığıdır. Ne var ki bir ev’de, bu uzaklıktan bahsetmek de, bir müzede olduğu gibi bu uzaklıktan şikayet etmek de mümkün değildir. Çünkü evde, müzede olduğu gibi, estetiğin, bir kurum olarak sanatı tanımlayan unsuru, eserlerin asli içeriği haline getirmiş olmasından daha öte bir durum vardır. Kurum ile eser içeriklerinin örtüşmesinin ötesine geçen, kamusal değil, özel bir durum vardır evde... Evde, ev sahibinin ve sahibesinin son derece kişisel bir ikilinin zevki ile eser içeriklerinin örtüşmesi vardır ki bu durum evde yaşanır ve evde kalmalıdır. Ve biz misafirlere, bulduğunu beğenmek yemek düşmektedir... Ve maalesef, Mustafa Kula’nın mekan duygusunu da içine kattığı çizgi roman hareketliliğine sahip dinamik siyah çizgi resimleri, Ramazan Bayraktaroğlu’nun gazete görselliğinde imgenin yerini yerinden ettiği işleri, Yasemin Özcan Kaya’nın mekanla olan ilişkisinde kusur etmediği fotoğrafları, Mustafa Kunt’un anlatıcı ve aynı zamanda silici boyadan dünyası, Nezaket Ekici’nin tüm kimlik bunalımlarına sarkastik bir biçimde yanıt veren filmi, Burak Delier’in dadaist mini heykeli ve Jonathan Meese’in müze kavramını, mekanını kişisel nesnelere boğarak sorgulayan performansı, bir evde olduğumuzu unutturmaya yetmiyor. Ve tabii ki hayat pratiğinden ayrı bir kurum olarak sanatı ortadan kaldırmak yolundaki avangardist amaç çerçevesinde üretici ile alımlayıcı arasındaki karşıtlığın yok edilmesine olan inancımızı da... Bunun bugün sadece bir stratejiden ibaret olduğu hallerde bile varolması gerektiğini de...

No comments: