hüseyin çağlayan söyleşi 2006

Hüseyin Çağlayan

Anti-gelecekçi

“benim için önemli olan fikirler”



Ayşegül Sönmez


Plutark’ın Solon’un Hayatı hikayesinde, Solon, döneme damgasını vuran yazar ve oyuncu Theseus’u seyretmeye gider. Eğlenceli şekilde kahkahalar eşliğinde geçen oyun büyük alkış alır. Oyunun sonunda Solon’un morali bozulur ve Theseus’a çatar:
“Böyle eğlence olsun diye alkışlarsak çok geçmez onları ciddi olarak da onaylarız.”
İşte Çağlayan da Solon gibi... Moda dünyasından gelip hakiki dünyaya ilişkin tüm alkışları ve kahkahaları sorguluyor. Neyin eğlence neyin gerçek olduğuna karar veren bizlerin algı tarihimize ilişkin sorular soruyor. Yeri geliyor bilimden çok hataya sırtımızı dayamamız gerektiğini söylüyor, yeri geliyor yersiz yurtsuz bir yaşamın olasılığına olan inancımızı tetikliyor. Belki de tüm gücünü an’a olan inancından, anti-gelecekçi gerçek bir göçmen olmasından alıyor.


-En son Venedik Bienali’ndeki işiniz, Türkçeye, Olmayan Yokluk başlığıyla çevrildi. Çeviride kaybolmaya nasıl bakıyorsunuz? Dillerin/ülkelerin arasında kalmış birisi olarak...

Gerçekten bunu yaşıyorum. Sadece çeviride değil, yaşam pratiğimde de bunu yaşıyorum. Yorumlamalarımda, başkalarının beni yorumlamasında bu kaybolma demeyelim ama farklı algılamayı ve algılanmayı çok sık yaşıyorum. Bu da yine kültür farkıyla ilgili. Bu farkların yarattığı boşluklarla ilgili. Aslında bir bakıma hep anlattıklarım bu boşluk üzerine... Gerçek hayatla fantezi arasındaki boşluğa değinmeye çalışıyorum. İngiltere-Türkiye arasında yaşanan o boşluk, Kıbrıs’taki yaşadığım belirli durumlarla İngiltere- Türkiye arasındaki boşluk gibi...
Yani birçok boşluk var. Bu boşluklar içerisinde bazı ilginç şeyler çıkıyor. Ama ait olmama hissi var. Ve aynı zamanda hepimizde bir ait olma hissi de var. Ne kadar gelişmiş olsak da, hepimizin benliğinde böyle bir ihtiyaç var.

-Moda dünyasına ait bir isimken son yıllarda sanat dünyasına da ait oldunuz. Bu ikisinin arasında kalmak, ikisine de ait olmak ya da olmamak meselesini nasıl çözüyorsunuz?

Sinema diyemem ama video benim için birçok şeyi bir araya getiriyor. Atmosfer, koreografi, fikirler bir araya geliyor. Mesela bir defile yaptığınızda Paris’te diyelim, aslında o defile küçük bir video film gibi oluyor. Ama canlı bir şey defile. Defile yaptığın zaman kontrol edemediğin çok şey var. Her an bir kaza çıkabilir. Film çekerken daha kontrollü olabiliyorsun. Kaza da oluyor, önceden tahmin edemeyeceğin şeyler de çıkıyor ortaya ama yine de montajda mesela kontrol sende. Nasıl istiyorsan öyle yapabiliyorsun.

-İkisinin de izleyicisi çok farklı. Moda dünyasında bir şey yaptığın zaman, bir dünya yaratıyorsun ve hesabını sadece sen verebilirsin... Moda çok kendi kendine referans veren döngüselliği olan bir dünya değil mi? İzleyiciyle ilişkisi açısından...

İzleyici nasıl görmek ister? İzleyici ne ister? İzleyici nasıl bakmak ister? Bunlar benim sorduğum sorular değil. Heyecan duyduğun ya da görmek istediğin bir şey varsa o senin vizyonun ve onu bir hikaye olarak anlatırsın. Ama en sonunda da bir soru da sorabilirsin. Seyircinin ne görmesi gerektiğini ya da nasıl içine girmesi gerektiğini düşünürsen o kendi başına bir problem.. Ben şöyle bakıyorum: bir kere sen de mesela bir seyircisin. Ben yaptığım iş karşısında bir seyirciyim. Yani bende yaptığım işe bir seyirci olarak bakabiliyorum ama aynı zamanda işin içindeyim. O yüzden o içrekliği tartışmak çok felsefi bir durum. Ona girmek çok zaman alır. Bir işi yaparken kendince mi yaparsın yani yüzde kaç kendince, yüzde kaç seyirciyi düşünerek yaparsın? Bu sorunun yanıtı o kadar net ve basit değil aynı zamanda.

-Videodan beklentiniz ne ?

Bir dil yaratıyorsun sonuçta... Aslında benim için video yapmak, bir öğrenme aracı. Ve Önemli olan, varolan bir şeye farklı bir bakış açısı yaratarak bakmak. Eğer senin hikayen çok kuvvetli bir hikayeyse, sen o hikayenin ne olduğunu biliyorsan, yaptığın her iş seni tatmin edebilir. Bir iş yaptığında insanın o şeyden heyecan duyması gerekir. Onun için yapması gerekir. Ben heyecan duyduğum bir fikri video aracılığıyla işliyorum. Benim bir projeye başlama sürecim hissetmekle oluyor. Sonradan daha rasyonel bir moda giriyorum. Proje aracılığıyla inceleme yapıyorum. O konuda şanslıyım. Hep bir şeyler öğreniyorum. Proje bana hep bir arena yaratıyor. Beraber çalıştığım kişilerden tut, yaptığım araştırmaya, bunu bir moda koleksiyonunda da yapıyorum filmde de... Film daha ileriye gittiği için daha geniş oluyor

-Bir defileden beklentiniz zaman içinde değişti mi peki?

Doğrusunu isterseniz, son üç yıldır daha çok elbisenin üzerinde duruyorum, fikirlerden çok... Ya da bu fikirleri nasıl anlatmam gerektiğinden çok... Yani orijinal fikrimin atmosferini artık bir defile aracılığıyla yaratmaya çalışmıyorum. Demin de konuştuğumuz gibi moda insanı ve sanat insanı çok farklı. Çok az insan, ikisini birden seviyor, ikisini biden anlıyor ya da kavrıyor. Örneğin gerçekten kavramsal fikirler sunduğunda, modayla ilgili insanlar gelip geçiyor ve bu fikrini anlamayabiliyorlar. Videolarımı yapmaya başlamadan önce defilelerim biraz daha kalabalıktı. Şimdi öyle değil. Ki bu da benim için daha iyi. Moda ve sanat çalışmaları bir şekilde ayrıldı. Elbette ikisi de birbirini besliyor, ikisi de benim dünyamdan geliyorlar ama kendimi ifade ettiğim farklı kanallar olarak birbirleriyle karışmadan akıyorlar.

-İki dünya tarafından da tam olarak anlaşılamama dert yaratıyor mu?

İki dünyada da tamamen anlaşılma ya da anlaşılamama da var. Doğrusu ben iyi tepkinin ne olduğunu da bilmiyorum. Yani anlaşıldığı için mi iyi yoksa görsel heyecan verdiği için mi iyi? Tam olarak belirli değil. Önemli de değil. Mesela modayla ilgilenen birisi işlerimi fazla avangard bulabiliyor. Fazla sanatla ilgili bulabiliyor. Ama sanat dünyasından birisi de işlerimi fazla modayla ilgili görebiliyor. Ben de diyorum ki bunların hiç önemi yok. Benim için önemli olan fikirler.

-O fikirlere biraz gelelim... Zaman kavramı ve algılamanın özel tarihine ilişkin
sorgulamalar... Hemen hemen tüm videolarınızda adeta takıntılı bir şekilde bunları işlediğinizi söyleyebilir miyim?

Aslında zaman, hızlı geçen ilginç bir şey ama tam olarak ne olduğunu anlamıyorum.
Zamanı sorgulamayı seviyorum. Yani ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ama benim girişimlerimde zaman, algılamakla ilgili. Yani bir şeyi nasıl algılayabilirsin? Yani algılama şartlandırması. Bunu sanırım her zaman işliyorum. Herhangi bir cisme baktığımda mesela bir şekerlik, bunun neden şekerlik olduğunu bilmek. Aslında bu şartlandırmayla ilgili. Aslında bunu düşündüğünde mesela bu klasik sanatta da böyleydi. Bizim bir şekilde dünyaya bakış açımızın yoğrulması ile ilgili. Bulunduğumuz kültürlerin belirlediği şartlandırmalar, algılamalar var. Bunlara ilişkin çalışıyorum bir anlamda... Zamana ilişkin daha öznel fikrim, geçmiş ve geleceğin aslında olmadığı... Bugün var aslında. Hepsi bir arada. Gelecekte bir şey yok. Gelecek dediğin anın içinde. Geçmiş de o anın içinde.

-Temporal Meditations, Place to Passage, Absent Presence... Hemen hepsinde anın içerdiği geçmiş ve gelecek fikri belirgindi. Çizgisel olmayan bir zaman anlayışı üzerine kurulmuşlardı. Bektaşilikte de bu fikir var. Birçok doğu öğretisi bunun üzerinde temelleniyor. Böyle kitaplar okuyor hatta böylesi herhangi bir öğretiyi pratik ediyor musunuz?

Aslında ben doğu felsefesi üzerine mesela sufizm ya da kabala üzerine kapanıp okumalar yapmadım. Özellikle bu tür kitapları okumadım. Öğretileri uygulamaya kalkmadım. Ama yoğun olarak okuduğum şeylerde elbette bu tür şeyler de vardı. Küçük yaştan beri çok seyahat eden biriyim. Çok değişik ortamlarda bulundum. O değişik ortamların, yani bir an bir yerde olup bir an başka bir yerde olma durumunun, bana çok katkısı oldu. Benim düşünce tarzımı aslında böylesi bir hareket içinde olma durumu etkiledi. Mekansızlık ve zamansızlık temaları hayatımda yer alan şeyler olduğu için ortaya çıktı. Göçmenlik üzerine olan mesele Temporal Meditations benim için en bariz, ilk adımdı.

-Bugün kime göçmen denir?

Bir şekilde yeni bir antropolojiyle yaşıyoruz. Dolayısıyla göçmen de yeniden tanımlanıyor. Çünkü yeni göçmen de aslında bir yere ait olmayan kişi. Yani belki evi vardır ama devamlı hareket eden kişi anlamına geliyor. Bu da yeni bir antropoloji aslında. Şimdi yaşadığımız hayat, büyük bir bedensizlik taşıyor. Aslında modern hayatın yarattığı bir durum bu.

-Öte yandan en son Olmayan Yokluk videonuzda bilime dolayısıyla modern hayata sırtını dayamamak meselesi vardı. Gözle görülen ve bilim arasındaki ilişki ve çelişkiyi ele alıyordunuz. Bir anlamda büyük bir modernite eleştirisi yapmıyor musunuz?

Aslında sonuca fazla güvenmek, sonucunu düşünerek yaşamak bilimle de alakalı çünkü bilimde bir formül ve bir sonuç vardır. Bilim de insanoğlunun yaptığı bir şey. İnsanoğlu hayatı ve doğayı tamamen bilemez. Bir raddeye kadar belki anlar ama tamamen anlayamaz Olmayan Yokluk aslında tam da bunu anlatıyordu. Anlamak ve anlamamak parametreleri vesaire. Yani aslında bilimsel formülleri, gerçek hayatı temsil eden bir şey olarak kabul etmemekle ilgiliydi.

-Görünen hatta dokunulabilirliği çağıran her şey aslında bir yanılsamadan ibaret. Yine Baudrillard!

Kesinlikle bir ilüzyon durum var. Bu bir yanılsama ve benim işlerimin çoğu bununla çok alakalı. Yani bedensizlik teması da bununla alakalı. Artık acıyı da yaşayamıyorsun. Bedensizleşme aslında acıyı yaşayamama demek. Hayvan olduğunu yani o kimliğini ve toprakla olan ilişkini göz ardı ediyorsun aslında biz de kendi doğamızdan uzaklaşmış oluyoruz. Savaş izlerken onu bir kare çerçeve içinde görüyorsun. Yani sınırlar aşılıyor. Bedensel olarak orada değilsin ama onu algılayabiliyorsun. Öte yandan son zamanlarda örtük şiddet üzerine de düşünüyorum. Büyük bir şiddet içinde yaşıyoruz. Bu şiddeti örtmek için verilen reçeteler var. Bu bir kültür. Bu şiddetin üstünün aynı kültür içindeki mekanizmalar tarafından örtüldüğünü görüyoruz, yaşıyoruz, deneyimliyoruz. Mesela seyahat ederken o seyahatteki şiddeti örtmek için yapılanları düşünün. Uçaktasınız ama evinizde gibi rahat ettirilmeye çalışıyorsunuz. Bu bir ilüzyon. Mesela kilisede İsa’nın bedenini ekmek ve şarapla sembolize etmek aslında çok yamyamca bir hareket ama orada İsa’yla bir olunuyor, özdeşleşiliyor. Çok şiddetli bir şey ama ritüel aracılığıyla çok güzel bir şey gibi gelebiliyor. Ya da bir sezaryen olayı. Doğurmanın şiddetini yaşamadan çocuğun kucağına geliyor. Böylesi şiddetler açısından Japon kültürü çok ilginç. Bu kültürde bir şeyin sonucunu görüyorsun, süreci görmüyorsun. Bir suşinin hazırlanması değil, mükemmel sonucu karşına geliyor. Bizim önümüze şiddetle alakasız bir tat ver manzara geliyor. Ona kapılıyoruz ve onu tüketiyoruz. Olayın arkasındaki şiddeti görmüyoruz.

-MTV izliyor musunuz? Video yapan biri olarak müzik videoları üzerine ne düşünüyorsunuz?

MTV’ye doğru düzgün bakmıyorum. Öte yandan yaptığım iş, müzikle çok alakalı. Yani müziğin görsel hali diyelim. Bir şekilde müzikle, görsel hayatın bağlantısız olması imkansız. Benim için yani müzik aslında neredeyse düşünceyi ve duyguyu temsil ediyor.
Müzik videolarında görüntü olduğunda bir şekilde o müzik kendi başına belki şiirsel kalabilir ama görsellik onu bayağı bir hale getirebiliyor. Yani ilginç bir denge var. Mesela bir roman okursun sonra onun filmini izlersin hayal kırıklığına uğrarsın. Çünkü okuduğun hikaye çok daha ilham verici, hayal gücünü tetikleyen bir hikayedir. Bazen bir müziği dinliyorsun ve videosunu izliyorsun. O onu öldürüyor. Müzikten alacağın şiirsellikle, görsellikten alacağın çok farklı. Görsel hayat bence şiirsel olamaz. Pop videoları, yıllar boyunca insanların kitaplarda okudukları şeyin tamamen fahişeleşmiş hali gibi geliyor bana. Ama müzik çoğu insanın en çabuk etkilendiği bir şey. İnsanlar daha kolay etkileniyor çünkü çok fiziksel. Mesela bir keman çalındığında, kemanın o telleri içimizdeki damarlar gibi ya da bir başka ritim, kalp atışın gibi... Belki de bebeklikten beri duyduğumuz seslerle alakalı. Ya da metabolizmamızla alakalı.

-Rock müzik sever misiniz mesela? Büyük bir uyarıcı ve aynı zamanda yatıştırıcı değil mi?
Duyu ile çevre arasındaki çevre uyumunu bir anda yok etmesiyle...

Evet... Kesinlikle... PJ Harvey öyle bir şey olabilir. PJ Harvey çok seviyorum mesela... Rock çok ani, çok anında etki yaratan bir müzik.

-PJ Harvey sizden bir parçasına video çekmenizi istese ne dersiniz?

Duruma göre... Evet ona saygı duyuyorum. PJ Harvey’nin de müziği çok fiziksel. Ama benim video direktörü olma niyetim yok. Ama çok saygı duyduğum biriyse ya da benim de beğendiğim bir şarkıysa neden olmasın?

-Hangi parçasına isterdiniz?
Mesela rid of me şarkısı... İyi bir şarkı. İyi bir şarkının iyi bir dünya, bir parametre yarattığını düşünüyorum. O şarkıda da bu var. Biz büyürken şöyle büyüdük; fotoğrafçı fotoğraf çeker, modacı moda yapar, küratör sergi yapar, sanatçı küratörlük yapmaz. Ama artık insanlar birden fazla şeyle ilgileniyor. Bu anlayış yani bizim büyütüldüğümüz bu anlayış bitti.
Vizyonu olan insanların birden fazla şeyle ilgilenmesi aslında teknoloji ile de ilgili... Teknoloji sayesinde bilgisayarla birden fazla işi yapabiliyorsun. Çektiğin filmi montajlayabiliyorsun. Kültür endüstrisi de bunu körüklüyor. Mesela Jennifer Lopez moda tasarımı yapıyor. Parfüm çıkarıyor. İç içe olduğu için her şey. Kültür endüstrisi, birçok insana başka şeyler yapmaları için taviz veriyor. Elbette herkes her şeyi yapabilir ama birisi sadece ünlü diye her işi yapacak diye de bir şey yok. Buna karşıyım.

-Son videonuz “Şefkat Yorgunluğu”na gelelim...

Pera Palas’ta çektik. Oradaki ortam önemliydi. Biraz böyle burjuva bir ortam... O tür ortamlar yaratıldığında barok ya da neo-klasik, doğanın bir şekilde stilize edildiğini görüyoruz.
Bu da bence doğayı kontrol etmekle alakalı. Filmde, bir dairenin ortasında bir kızın o odaya ait olması, etrafını saran kızların ona büyü yaparak onu heykele çevirmesi var. Kızlar onu heykele dönüştürerek yapıtlaştırıyor. Bir şey yapıt olduğunda ona değer veriyorsun. Bir şehri gezerken böyle büyük yapıtlara heykellere rastlıyorsun. Bir olayın donmuş durumları, sonsuz durumları gibi bu heykeller... Burjuva elbiseler de burjuva hayatına dair birer yapıtlaştırma, insanları kalıp içine sokmayı beraberinde getiriyor. Şefkat Yorgunluğu, bunlarla alakalı bir video.

No comments: