KİSHO KUROKOWA SÖYLEŞİ

“Yanlış bir zamanda doğmuşum”




O önce filozof ve sonra mimar. Kendi kuramına göre inşa ettiği binalarıyla tanınıyor.
DNA biçimli binaları, zaman ve mekanla uyumlu anti-gökdelenleriyle...
Floating City onlardan biri.. Hücre biçiminden hareketle yaptığı Nagakin Capsule Kulesi ve Sony Kulesi de... Hiroshima Çağdaş Sanatlar Kent Müzesi, Kuala Lumpur Havaalanı gibi işlere de imza atan Kisho Kurokawa, ofis mobilyası üreticisi Nurus tarafından organize edilen "Ölçek:1 / x Toplantıları"nın ilk konuğu olarak İstanbul’daydı.



Kisho Kurokowa, 72 yaşında. Japon Mimarlık Akademisi’nde öğretim görevlisi. Kazakistan’da başbakanlık danışmanı, Çin’de Guangzhou, Shenzhen ve Jiaozuo belediyeleri için çalışıyor. İstanbul için bir proje hazırlıyor. 1960’ta Japon mimarlığında metabolizm hareketinin temellerini atan symbiosis adını verdiği felsefeyi oluşturan Kurokowa, 45 yıl önce modernizmin sonunu ilan ediyor ama bunun adına postmodernizm demiyordu. Mimar, hala postmodernizm terimine karşı “savaş sonrası, modernizm sonrası, sonra ekini takarak hiçbir sorunu çözemez, varolanı ortadan kaldıramazsınız” diyor ve şöyle ekliyor:
“Dualistik düşünceye inanmıyorum. Sanat bilim, doğa insan, kültür ekonomi arasında insanın bölünmesine inanmıyorum. Hala 4. yüzyıl Çin Budizmi üzerine çalışıyorum. 1965 yılında Çizgisel kent-Metamorphosis fikrim ortaya çıktı. Merkezi olmayan şehir projesiydi bu. Küçük küçük şehirlerden oluşan bir şehir fikri. Modüler sistemlerle birbirine bağlanan şehir ve bina fikrim 1960larla birlikte gelişti.”

AYŞEGÜL SÖNMEZ





-“Benim mimariye ilişkin yaklaşımım örneğin kapı kollarından, halı çizgisine, bütüncül bir tasarımı kapsar... Şehir planlamasında da bu böyledir. Yollar, parklar, büyük alanlar ilk başta tasarlanmalıdır fikri yanlıştır. Gerçek yaratıcılık, bütünün parçasını bir bütün gibi düşünmekten ve algılamaktan gelir” diyorsunuz. Bir şehri şehir yapan nedir?

Önce yollar, sonra havalimanı ve evler yapılır. Hayır, bu büyük bir yanlıştır. Yıllarca bu fikre uygun şehirler yapıldı. Eski şehirler bu fikre göre yeniden düzenlendi. Hep, sanki bir çiçeğin önce kökü sonra dalları sonra çiçekleri olur gibi çizgisel bakıldı. Şehir oysa yaşamın ta kendisini oluşturur. Yaşamın kendisidir. Ve başı sonu olmaz. Bir kuyruğu bir başı... Ve şehir yapılmaya, başından a da kuyruğundan başlanmaz. Bu bir ağdır. Bu bir organizmadır. Bütünü, parçaları oluşturur. Her bir parçada o bütünden vardır. Örneğin İstanbul şehri, çok merkezli bir şehir. Böyle de olmalı. Çağdaş bir toplumda, çokmerkezlidir şehir...


-Çağdaş toplumla ilgili düşüncelerinizden biri, ileride “hikayesiz insanlar” için hayatın çok zorlaşacağı... Ulaşılması zor olan bilgiye sahip olanların da hayatının kolaylaşacağı yönünde...

Mesela İstanbul şehrini ele alalım. İstanbul’a her gelen başka bir senaryoyla geliyor. Herkesin senaryosu farklı. Kimi arkadaşından duymuştur. Alışveriş meraklısıdır. O yüzden gelmiştir. Kimi Bizans tarihiyle ilgileniyordur. Kimi Osmanlı. Bu senaryolarıyla bir şehre gelirler. Ve onların senaryosu kadar şehir vardır. Onların senaryosu kadar İstanbul vardır. Bu senaryoların hepsi birbirinden farklıdır. Farklı hayatları temsil ederler.
Dolayısıyla bir hayat yoktur. Bir İstanbul yoktur. Ama sorun şu ki modern hayatın en büyük problemi kimsenin senaryosu yok.


-Postmodernizme yaklaşımınız çok farklı. Venturi ya da Graves ya da Isozaki’nin temsil ettiği postmodernizme inanmıyorsunuz...

İnanmayı boş verin. Ben postmodern kelimesini kullanmıyorum. Bu kelimeye inanmıyorum. Ben symbiosise inanıyorum. Saydığınız isimler, postmodern mimarinin mimarları olarak anılıyor. Bana göre onların metodu geçmişin mimari stillerini, özellikle Avrupalı olanlarını alıp çağdaş mimariyle birlikte değerlendirmek. Bana göre mimari bir taktikten öte bir şey varsa o da benim felsefem symbiosistir. Symbiosis, bir mimari taktik dizisi değildir. Entelektüel bir silahtır. Makine çağından sonra hayatın çağı başlamıştır. Bu çağın düşüncesidir symbiosis. Modernizm, postmodernizm, endüstriyel, post endüstriyel, savaş savaş sonrası bütün bu eklenen postların bir anlamı yok. Böylesi bir bölünmeye sonrası duruma başlangıca dolayısıyla inanmıyorum. Anlam taşımıyor benim için. Çok anlamsız. Mimarlığa 1958’de başladım, modernizmin tam da çöktüğü dönemde. Okulda gördüğümüz akımdı bu, ama yok olmuştu. Yeni ne olabilir diye düşündüm. 1959’da "Makine Çağından Yaşam Çağı’na" başlıklı bir makale yayınladım. Yaşam metobolizmadır. Bizim ekolojimiz var, geri dönüşü barındırıyoruz. Simbiyoz biyolojide birbirinden destek alarak var olan organizmalar için kullanılır. Böylece bu anahtar kelimeler oluştu. Simbiyoz, ekoloji, geri dönüşüm ve bilgi... Öte yandan ben modern mimariyi olduğu gibi reddetmiyorum. Benim yaptığım binalar, oluşturduğum symbiosis kuramı, modern mimarinin olumlu açıları üzerine kuruludur. Onun zaman içinde nasıl katılaştığını, esnekliğini kaybettiğini anlatıyorum.



-Modernizmin en büyük hatası ne oldu sizce?


Modern çağda, belirsiz olan, irrasyonel olarak reddedildi ve dualistik bir anlayışa itildi. Hep bir seçim yapmak zorunda kaldık: iç/dış, özel/kamusal, an/sonsuzluk, şeytan/tanrı gibi... Bana göre modernizm insana ait belirsiz olanı, fen onu keşfetmedi henüz diyerek sabit kılmaya çalıştı. Modern çağ Aristotle’dan Kant’a gelişti. Yeni çağ ne Aristocu ne de Kantçı artık. Makine çağı ekonomi, verimlilik ve teknoloji anlamına geliyor. Yani para. Yaşam çağı başka. Makineye ihtiyacımız var ama zeka olmadan makineler olmaz. Kültür olmadan ekonomi gelişmez. Kültürel bir kimliğiniz olmazsa diğer ülkelerle iletişim kuramazsınız. Lokallik ve globallik bir arada olmalı. Modernizm alanı, makine çağının alanıydı. Film yönetmeni Eisenstein, film makinedir, derken bunu kasetti. Marinetti, şiir, makinedir, derken aynı şeyi söylüyordu. Evrensel bir fikirdi.

-Farklı modernlikler üzerine ne düşünüyorsunuz? Japon modernliği mesela...

Modernizmin evrenselci temeliyle International Style diye bir akım çıktı. Bu da Japonya’da da, İstanbul’da da, Hindistan’da da, Yunanistan’da aynıdır. Tıpkı Ford’un ürettiği T-Ford arabalar gibi. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bunu görürsünüz.
Beni farklı modernite deneyimleri ilgilendirmiyor. Benim kendime ait bir filozofim var. Symbiosis, hayatın çağını kavramaya çalışıyorum. Simbios, Darwin teorisinin önüne geçti. Darwinizm hegomonya içerir, ona göre güçlü olan ayakta kalır. Egoist bir yaklaşım. Simbiyotik evrimde ise yarışan organizmalar kriz anında kenetlenip güçlenirler

-Fuzzy logic; belirsizliğin belirlediği bir mantık sisteminden de söz ediyorsunuz...
Symbiosis’le ilgili 45 yıl önce bahsederken şimdi herkes bu fikirleri new age başlığı altında söylüyor. Yoga yapıyor, anı yaşamaya özeniyor. Bütün bunları 45 yıl önce nasıl öngördünüz?

Ben çok önemli bir ana, modernitenin çöküşüne tanık oldum. İkinci Dünya savaşının sonunu gördüm. On yaşındaydım. Amerikan uçakları yaşadığımız Nagoya’yı bombaladı. Yaşadığımız kent, bir gecede yok oldu. Geleneksel ahşap dokulu evlerden oluşan bir kent olduğu için geriye hiçbir şey kalmadı. Normalde Kuzey Avrupa şehirlerinde bombalamalardan sonra bir şeyler kalır. Babam mimardır. Harabelerin arasında ayakta duruyordu, ben de yanında. "Her şeyi kaybettik" dedi. Bu tanıklığım benim bir anlamda güvenimi kaybetmeme neden oldu. İnancım aslında kayboldu. Sarsıldım. Mimar olmaktan çok felsefeci olmak istedim. Çok eski okullar olan Tokai Gakuen Nagoya’dan mezun oldum. Okuldayken Dr. Benkyo Shioo’nun öğretisinden çok etkilendim. O, Tokyo’da Shiba Zojoji’nin başıydı. 1922 ‘de Tomo-iki diye bir Budist grup kurmuştu. Budist düşüncede yeni yönler bulan bir gruptu bu. Hala da bu konuda çalışıyorlar. Profesör Shiio’nin Symbiosis üzerine kitapları benim felsefemde çok etkili oldu. Mimar olduktan sonra Kyoto Üniversite’sinde okudum. Profesör Hajime Nakamura’nın Doğulu İnsanların Düşünme biçimleri adlı kitabından da çok etkilendim. Bu kitap, Hindistan, Tibet, Çin, Japonya ve diğer Asya ülkelerinde Budizmin farklı dönüşümlerini anlatıyordu.
Bu kitap sayesinde Hind Budist felsefesindeki bilinç kavramını öğrendim. Symbiosis kavramıyla aralarında bir ilişki kurdum. Hala bu bilinç-sadece kavramı üzerine çalışıyorum.


-Bir sürü kitabınız var... Mimarlığın yanı sıra kendinizi öyle görmüyor musunuz?

Aslında tasarım ya da mimarlık yapacağımı hiç düşünmüyordum. Gönlümden geçen fütürist İtalyan şair ya da bir Rus avangardı gibi olmaktı. Bu kadar çok fazla iş üretmek durumunda kaldım maalesef. Yanlış bir zamanda doğmuşum... Eğer 1920lerde ölseydim ve symbiosisden bahsetseydim herkes beni filozof olarak anardı. Benden bir dahi olarak bahsederlerdi. Çok uzun yaşadım. Çok üzgünüm ve kimse böyle demiyor. Çok çok üzgünüm...(Gülüyor...)

-Formalist resim üzerine ne düşünüyorsunuz?
Benim için modern resim, soyut resim demektir. Soyutlama, müzikte gibi, resimde de soyutlamadır. Modern başladığında mimari soyutlama da aynı şekilde aynı ortamda aynı kültürden beslenerek başladı. Modern mimari, soyut sanatın avant-garde olduğuna inanılan bir dönemde göründü. Mimarinin de soyut olanı, resim ve müzik gibi daha takdir ediliyordu. Ne var ki zamanla modern mimari, insanları içinde duygusal anlamda rahat ettirmeyen yapılara büründü. Kimse Tokyo’daki Kasumigazeki Binası’nda el ele dolaşmak istemiyor. Burada hissettiğimizi Floransa’da yürürken hissetmiyoruz.

No comments: