don letts söyleşi

Punk hala orada
onu doğru yerde aramalısınız...

Londra’da 1970lerin ortalarında meşhur punk rock hareketinin biricik adresi Roxy’de DJ’lik yapıyordu. Böylelikle Malcolm McLaren, Vivienne Westwood, John Lydon gibi punk ikonlarıyla tanıştı. Djlik derken filmciliğe merak sardı. Punk rock hareketiyle ilgili yaptığı meşhur belgesel geçtiğimiz ay İstanbul Film Festivali’nde gösterildi. Don Letts İstanbul’a geldi. DJ’lik yaptığı gecenin sabahında bizimle konuştu.

Ayşegül Sönmez



-Hem film yapımcısı hem de DJsiniz... Benzer işler olduğunu düşünüyor musunuz?

İkisi de benim hayatımda çok baş başa giden işler oldu. Birbirlerini tamamladılar. İkisi de çalışmayı sevdiğim, kendimi ifade edebildiğim farklı araçlar. Sonuçta benim tüm projelerim müzikle ilgili oldu. Çok keyif alıyorum. Zaten evrende de bu ikili, iyi bir ikili, müzik ve film...

-Dub Carter Sound System projesinden bahsedebilir misiniz bize?

Aslında bu tam anlamıyla bir proje değil. Bildiğiniz gibi ben yetmişlerin ortasında Roxy’de DJ’lik yapıyordum. O hikayeyi biliyorsunuzdur... Sonra film yapmaya başladım. The Clash, Costello gibi isimlere videolar çektim. Bu arada bir kompilasyon albüm çıkardım. Roxy’de çaldığım müzik benzeri bir müzik albümüydü bu. Dolayısıyla DJ oldum yeniden. Bazen insanlar, beni farklı kentlere çağırıp çalmamı istiyorlar. Ama kariyer anlamında yaptığım bir şey değil bu. İletişim kurmak için yaptığım bir şey..

-Tokyo’da çaldınız...

Tokyo, Barselona, Toronto... Genelde önce biraz film gösteriyorum sonra da biraz çalıyorum.
Bu tam bir hobi gibi yaptığım bir şey...

-İstanbul’da İndigo’da işler nasıl gitti?

Biraz sinirliydim aslında.. Çünkü İstanbul’da kimseyi tanımıyordum. Önce teknik bir takım sorunlar oldu. Ama belli bir frekansı tutturduk. Normalde 90 dakika çalacaktım iki saate yakın çaldım. Yani iyi gitti.

-Tam olarak çaldığınızı nasıl adlandırmak gerekiyor? Reggea?

Yeni ve eski reggae doğru bir tanımlama.

-“Bütün hayatım boyunca dogma ve retoriğin karşısında olup onları tekmeledim. Ben bir isyankarım.” demişsiniz...

Demiş miyim? Doğru demişim...

-Bunun üzerinden punk akımının bugününü konuşalım. Punkın kendisi bugün sadece bir imgeden mi ibaret?

Tam da bu yüzden ben bu filmi Punk Tavrı’nı yaptım. İnsanlara punkın çengelli iğneler ve dik saçlardan ibaret olmadığını anlatmak için... Punk bir tavırdı. Punk benim bir film yapımcısı, filmci olmamı sağladı. İngiliz sahnesinde punk akımı çıktığında sadece gürültülü gitarlardan ibaret değildi. Patladığında çok ama çok insana ilham verdi. Ve sadece grup kurma açısından ilham vermedi. Şairlere, yazarlara, gazetecilere, fotoğrafçılara ilham verdi. Tasarımcılara, grafikerlere... Ben punk sayesinde filmci. DIY’yı anlıyor musunuz? Do it yourself- kendi işini kendin yap. Punk akımının tavır olmasında en önemli şey budur.

-1970lerin ortalarında Malcolm Mclaren ve Vivienne Westwood’la tanıştınız. Punk’ın aynı zamanda imaj olmasında önemli iki isimle... Bugün Westwood’la ilgili retrospektif sergiler düzenleniyor. Üstelik bu sergiler çok kurumsal yerlerde açılıyor. Mets gibi... Punk bir anlamda tam tersini mi temsil ediyor artık?
Aslında punk hala orada. Bütün bunların olması onu bir tavır olmaktan yoksun kılmıyor. Hala orada ama onu bulmanız gerekiyor. Onu yeni yerlerde arayıp bulabilirsiniz. Eğer mesela MTV’ye bakarsanız , top 40 listelerine bakarsanız punkı orada bulamazsınız. Örneğin bu film festivalinde bağımsız filmler var. Çok da radikal söylemleri var bu filmlerin.Onlar da punk rock. İngiltere’de mesela Tracey Emin. O da punk rock. Aradığınızın gürültülü gitarlar ve spreyli saçlar olmadığı sürece punk rock orada.

-Yani punk bir tavır olarak kendini yaşatıyor. Öyle mi?
Evet, yaşatıyor ama onu yeni yerlerde aramalısınız...

-Rasta bu yeni yerlerden biri mi?

Hayır, tam olarak değil. Punk karşı kültür hareketinin bir parçasıdır. Mesela punk rock, popüler kültürün kendisi olduğunda bu punk tavrı kendisini hiphop hareketinde gösterdi. Bu da siyahi bir punk rocktı. Ama şimdi hiphop da tıpkı bir zamanlar punk rockun olduğu gibi inanılmaz bir hal aldı ve o muhalifliğini kaybetti. Hiphop artık Puff Dady, Snoop Dog’dan ibaret ve onun benzerlerinden... Artık Public Enemy, Chuck D’yi göremiyoruz. Hiphop da bir anlamda kastre edildi. Siyasallaşma sürecini kaybetti. Bu tabii ki Batı’da olan bir hikaye... İngiltere’de ve Amerika’da özünde rocknroll çok korporatist oldu. Sadece satmak üzere pazarlanan bir üründen ibaret oldu.

-Sizin şöyle de bir lafınız var: “Her kuşağın kendine ait bir sountracki vardır...” O zaman son kuşağın soundtracki nedir?

Çok iyi bir soru. Bence Batıda müzik, artık insanların kendilerini ifade etme, ruhlarını açığa çıkarma yöntemlerinden biri değil. Onların bunu yapacak başka araçları var. Mesele internet var.

-Evet, filminizde internetin de punk ruhu taşıdığını söylüyorsunuz...

Taşıyabilir diyorum... Ben aslında tam bir optimistim. Genç insanlara inanıyorum. Bence yeni yerlere bakarsanız belki Irak ya da Çin (bir sürü bilginin ulaşıldığı bir yer)... İnternet sayesinde punk rockun yeni boyutlarını yeni açılarını buralarda yakalamak mümkün. Sadece gürültülü gitar sesi ararsanız tabii ki bulamazsınız. Punk rock sadece gürültülü gitar demek değildir. Sessizdir ve trajiktir aynı zamanda...

-Mesela bu sessiz ve trajik özellikleriyle mi Television’u çok seviyorsunuz ve onlar hakkında bir film yapmak istiyorsunuz?

Evet aslında sadece Television değil, genel New York punk sahnesiyle ilgili bir belgesel yapmak üzere New York’a gittim. Benim orada olduğum hafta 11 Eylül oldu. Dolayısıyla yerle bir olmuş kentin insanlarına gidip punk rock hakkında sorular soramadım.
-Sormanız aslında anlamlı olurdu...
İyi de insanlar şoktaydı. Sorsam da beni duyamazlardı... 20 blok ötemde oldu olay. Ben de şok oldum.
-Television gibi grupların ve Patti Smith’in ilginç tarafı fazlasıyla entelektüel olmaları değil mi? Patti Smith’in şairliği...Hayranıyım...

Onu çok iyi tanıyorum. Çok insan, punk rock bağırmak ve tekme atmaktır sanar. Oysa New York grupları mesela Television’dan Richard Hell gibi, onlar gerçekten edebi kişiliklerdir. İlham kaynakları da şiirdir. Fransız 19. yüzyıl edebiyatıdır.

-Tom Verlaine’in ismi de şair Verlaine’e olan tutkusundan gelir, değil mi?
Kesinlikle... Ayrıca Amerikan beatnikleri de severler. Jack Kerouac’ı Allen Ginsberg’i... Amerikan punk sahnesinin insanları İngiltere’ye göre daha yaşlıdır.
-Greil Marcus’u tanır mısınız?
Evet, elbette...
-O punk rock akımına çok spiral yaklaşır. Döngüsel bakar. Sizin de filminizde böyle bir bakış olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle. Bence şu anda Batıdaki kültür, (batıdan konuşmak gerekirse ki başka bir yeri bilmiyorum,) çok muhafazakar ve güvenli. Görünen o ki bir sonraki halka sizden gelecek. Batıda, geniş genç kitlelerin hepsi, şöhret fenonemi tarafından sürükleniyor. Herkes ünlü ya da beğendikleri ünlüler gibi olmak istiyor. Artık politika diye bir şey kalmadı. Bence ruh orada ama bu ruhu yeni yerlerde aramak gerekiyor. Benim filmimin de amacı punk rocku bir karşı kültürün devam edecek bir halkası gibi görmek ve konumlandırmaktı. Hippi hareketi de başladığında bir karşı kültür hareketiydi. Reggeanin doğuşu, hiphopun doğuşu da öyle... Şimdi Batı’da bir sonraki akımı bekliyoruz. Ama bu sefer Batıdan gelmeyecek bu. Doğudan gelecek...
-Çok ilginç bir öngörü. Karşı kültürün yeni formu, yeni ruhu doğudan yükselecek, öyle mi?
Kesinlikle.. Ben böyle olacağına inanıyorum. Ve böyle olmasını ümit ediyorum.
-Gelelim sizin çocukken çok sevdiğiniz bir gruba: Sly and the Family Stone... Greil Marcus onları da muhalif konumlandırır....
Onları kişisel olarak tanımıyorum bu arada... Ama onlar da çok siyasi bir hareketin içindeydiler elbette. O zamanlar a white riot is goin on albümü çıktığında hayli politikti. Siyah ve beyaz müzisyenlerin beraber çalıp söylemesi o zamanlar çok normal algılanmıyordu. Şimdiki gibi değildi. Şimdi çok normal.
-Talking Heads’in de beyaz bir grup olarak farkı siyahlara öykünmeleri midir?
Aslında Talking Heads de bir başka entelektüel gruptur. Çok yeni fikirlere açıktırlar. Yeniliğe, yeni müziklere, formlara açıktırlar. Onları da özel kılan budur.
-Bütün bu grupların çoğu Talking Heads de, hepsinin güzel sanatlardan olmaları çok ilginç bir tesadüf değil mi?
Müzik akımlarının oluşmasında gerçekten güzel sanat okullarının özel bir yeri var. Amerika’da örneğin birçok grup, sanat okulu öğrencileri tarafından kurulur. İngiletere’yi daha çok biliyorum. Eğer müzik grubu kuracaksan güzel sanatlarda okuyor olursun.
-Bir de tabii müzikten sonra plastik sanatlarda karar kılanlar var. David Bowie ciddi koleksiyoner. Bu konuda yazılar yazıyor. Paul Simenon’un resimlerinden sizin evde de varmış...
David Bowie çok bilgilendirici olmuştur İngiltere’de. Punk sahnesi için önemli bir kişiliktir. Dolls, Stooges, MC5 gibi gruplardan çok etkilenildi. İngiltere’de ayrıca glam çok etkin bir akımdı. Glam rock, punkın ilham kaynağı olmuştur. Çok punk grup, glam grubuydu punk grubu olmadan önce...
-Jamaika’da çektiğiniz bir film var...
Yine müzikle ilgili bir filmdi.
-Rastafai’nin hayatınızdaki önemini merak ediyorum..
İngiltere’de büyürken kaybolmuş gibiydik. Siyah insanlar, ilk İngiltere’ye geldiklerinde ilginç bir sosyal deneyim yaşadılar. Siyah ve İngiliz olmak çok garip bir conceptti. Amerikan sivil haklar hareketine baktğımızda Black Panterler, Rastafai hareketiyle birleştiğinde ben kökenimi buldum. Tam olarak ayaklarımın doğru yerde olduğunu hissettim. Dünyaya ne verebileceğimi, sunabileceğimi anladım.
-Size göre zaten “uygulanmış bir fikir uygulanmamış mükemmel bir fikirden daha iyi”miş. Bu sözünüz her zamankinden daha geçerli değil mi? Yanı başımızda yaşanan savaşı düşünürsek....
Hippi, punk ve hiphop çok yaratıcı akımlardır bunlar... Sosyal, politik ekonomik ve kültürel bağlamların sonucudur. Saf sonucu... Bugün dünyaya baktığınızda hala bu sorunların çok daha geçerli olduğunu görebiliriz. Ama insanların eyleme geçmediklerini görüyoruz. Televizyonda rastladıkları savaş görüntüsünü hemen değiştiriyorlar. İnsanlar artık gördüklerinden etkilenmiyor. Ama oysa en kötü şeylerden miller ötesinden bile çok etkileniyorlar. 11 Eylül gibi... Ben bu filmi de bu yüzden yaptım. Başınıza gelenlerle ilgili aktivist olabilirsiniz demek için yaptım. En azından deneyebilirsiniz! Bütün bunlar siyasallaşmış hareketlerdi. Pro-aktiflerdi. Bugün bana öyle geliyor ki satılmayı çalışılan tek şey ego ve makyaj. Benim zamanımda ise müzik, fikirlerin iletişimi için geçerli bir şeydi. İlham verirdi insanlara. Beni filmci yaptı. Müziğin potansiyeli vardı. Bilgi gibi...

-Bu anlamda G-8 karşıtı hareketlerde de punk rock tavrı var...
Kesinlikle Seattle’deki G-8 karşıtı hareketler hemen hepsinde punk tavrı var. Tüm mesele başına gelen olaylara ilişkin hareket geçmek. Herkesin harekete geçmesi gerekiyor. Parçası olması gerekiyor.
-Fellini size bir zamanlar “görsel terörist” demiş. Terörizmin yeni kazındığı anlamlar üzerinden bunu bir kez daha gözden geçirsek...
Fellini bunu söylediğinde çok yıllar yıllar önceydi. Ve kelimenin belirttiğiniz gibi bugünkü gibi bir anlamı yoktu. Görsel bile dese... Belki bana geçen yıl böyle söyleseydi...Farklı mı olurdu? Size bir şey söyleyeyim mi? Fark etmezdi. Bugün de böylesi bir tanımı iltifat olarak alırdım.


-

No comments: